İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, kirlilik ve insanın doğayla kopan bağı gibi olguları konuşuyor; bunlar birbirinden ayrı değil; hepsi aynı zincirin halkaları. Bir halkadaki zayıflama, diğerlerini de kırıyor. Deniz yıldızlarından tropik kuşlara, mercan resiflerinden şehirlerimizdeki yeşil alanlara kadar, doğanın her parçası bizim sağlığımız, kültürümüz ve geleceğimizle doğrudan bağlantılı.
Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri.
Neredeyse 6 yıldan bu yana aralıksız devam eden İklim Kuşağı Konuşuyor programına başlıyoruz. Ben Atlas Sarrafoğlu. 18 yaşındayım ve 12 yaşından bu yana Apaçık Radyo’da her Cuma 14’te sizlere haftanın iklim haberlerini, yayınlanan raporları ve araştırmaları ulaştırmaya çalışıyorum. İnsan eliyle getirilen noktada bir şeyleri geri döndürmek için fazla zamanımızın kalmadığının farkındayım. İlk haberimize bakalım, ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim belki…
Çevresel krizler ile birlikte çağımızın adı değişim gösteriyor. Kimi bilim insanlarına göre artık Homo Plasticus çağında yaşıyoruz çünkü plastiklerin hayatımızın her alanına sızdığı bir dönemdeyiz. En derin okyanuslardan, en yüksek tepelere, soluduğumuz havaya, anne rahmine kadar her yerde plastik var. Bu sadece bir çevre sorunu değil; aynı zamanda bir sağlık krizi, ekonomik felaket ve siyasi mücadele alanı.
Gündemimizde ilk olarak aslında kaçırılmaması gereken bir antlaşma var. Geçtiğimiz hafta, plastik kirliliğini yaşam döngüsünün tüm aşamalarında ele alacak Küresel Plastik Anlaşması’nın son müzakereleri için 180 ülke Cenevre’de toplandı. Ancak görüşmelerin, onlarca ülkenin son taslak metni reddederek, son güne girildiğinde çıkmaza girmesi üzerine oturum başkanı Luis Vayas Valdivieso, uzlaşı sağlanabilen az sayıdaki maddeye dayanarak ortak bir zemin bulmak amacıyla bir taslak metin hazırladı.
Ancak bu taslak, neredeyse tüm tarafları kızdırdı. Ülkeler birbiri ardına metni sert şekilde eleştirdi. Kendini “iddialı ülkeler” olarak tanımlayan grup, taslağın üretimi sınırlama ve zehirli içerikleri aşamalı olarak kaldırma gibi cesur adımlardan yoksun, yalnızca atık yönetimine indirgenmiş bir belge olduğunu savundu.
Öte yandan “Benzer Düşünenler Grubu” olarak bilinen ve başını Körfez ülkelerinin çektiği grup, taslağın kendi kırmızı çizgilerini aştığını ve imzalayabilecekleri kapsamı daraltmak için yeterince çaba göstermediğini belirtti.
Valdivieso’nun taslak metni, plastik üretimini sınırlamıyor ve plastik ürünlerde kullanılan kimyasallara değinmiyor. Bu iki başlık, müzakerelerde en tartışmalı konular arasında yer alıyordu. Yaklaşık 100 ülke üretimi sınırlamanın yanı sıra temizlik ve geri dönüşüm konularına da odaklanmak istiyor. Birçoğu, zehirli kimyasalların ele alınmasının zorunlu olduğunu vurguluyor. Petrol üreten ülkeler ise yalnızca plastik atığın ortadan kaldırılmasını hedefliyor.
Ülkelerin eleştirilerine kısaca bakalım;
- Panama, amacın sadece bir anlaşmaya varmak değil, plastik kirliliğini sona erdirmek olduğunu vurgulayarak taslak için “Bu bir iddia değil; bu teslimiyet” dedi.
- AB, metnin “kabul edilemez” olduğunu ve “açık, sağlam ve uygulanabilir önlemler” içermediğini açıkladı.
- Kenya, “Hiçbir konuda küresel bağlayıcı yükümlülük olmadığı” eleştirisini getirdi.
- Tuvalu ise 14 Pasifik ada ülkesi adına, taslağın halklarını, kültürlerini ve ekosistemlerini plastik kirliliğinin varoluşsal tehdidinden koruyamayacağını söyledi.
- Birleşik Krallık, metnin ülkeleri “en düşük ortak paydada buluşturduğunu” savundu.
- Norveç, “Plastik kirliliğini sona erdirme sözümüzü yerine getirmiyor” dedi.
- Bangladeş, taslağın “krizin aciliyetini” yansıtmadığını ve plastik ürünlerin tüm yaşam döngüsünü, toksik kimyasal içeriklerini ve sağlık etkilerini ele almadığını ifade etti.
- Kendilerine “Benzer Düşünenler Grubu” diyen ve aralarında Suudi Arabistan, Rusya ve İran’ın bulunduğu petrol üreticileri ise, anlaşmanın öncelikle atık yönetimine odaklanmasını istiyor.
- Kuveyt, metnin “kırmızı çizgilerini aştığını” ve “uzlaşı olmadan imzalanmaya değer bir anlaşma olmayacağını” belirtti.
- Suudi Arabistan, “Arap Grubu’nun pek çok kırmızı çizgisinin aşıldığını” söyledi. Birleşik Arap Emirlikleri, taslağın “müzakerelerin yetki alanını aştığını” savundu. Katar, kapsam net tanımlanmadan hangi yükümlülüklere girileceğinin anlaşılamayacağını dile getirdi.
- Hindistan ise Kuveyt’i desteklerken taslağı “yola devam etmek için yeterli bir başlangıç noktası” olarak gördü.
Çevre örgütleri, bakanların son günü fırsata çevirmesi çağrısında bulundu. WWF, kalan saatlerin süreci tersine çevirmek açısından “kritik” olduğunu belirterek sulandırılmış bir metnin insanlar ve doğa için büyük zararlar doğuracağı uyarısını yaptı. Greenpeace, bakanları verdikleri iddialı sözleri tutmaya ve “temel neden olan plastik üretimindeki durmaksızın büyümeyi” ele almaya çağırdı. Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi’nden David Azoulay ise taslağı “alay konusu” olarak niteledi ve bu noktadan geri dönmenin çok zor olacağını söyledi.
Unutmayalım; dünya genelinde yılda 400 milyon tondan fazla plastik üretiliyor. Bunun yarısı tek kullanımlık ürünlerden oluşuyor. Üretilen plastiğin %46’sı çöplüklere gidiyor, %17’si yakılıyor ve %22’si yanlış yönetilerek çevreye saçılıyor. Plastikler, üretimden imhasına kadar her aşamada hem insan sağlığını hem de gezegenimizi tehdit ediyor. Bu durumdan en çok yenidoğanlar ve çocuklar etkileniyor. Su, gıda ve hava yoluyla vücuda giren mikroplastikler; kanda, beyinde, anne sütünde, plasentada, spermde ve kemik iliğinde tespit edilebiliyor ve ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.
Bilim insanları, plastik kirliliğinin üretim azaltılmadan durdurulamayacağını; adil finansman mekanizmalarının kurulması ve fosil yakıt teşviklerinin kaldırılması gerektiğini vurguluyor. Ancak finansman konusunda henüz bir ilerleme sağlanmış değil.
Türkiye ise müzakerelerde düşük bir profil sergiliyor. En çok etkilendiği sınır ötesi plastik kirliliği, sağlık etkileri ve atık ticareti gibi konularda aktif bir tutum almıyor. 24 kişilik bir ekibe sahip olmasına rağmen girişimler sınırlı kalıyor.
Tüm bu plastik krizinin ortasında, aslında insan ile doğa arasındaki bağın da giderek zayıfladığını gösteren veriler var.Bir sonraki haberim aslında çok da şaşırtmayan nitelikte ama üzücü: İnsanların doğayla bağının 200 Yılda %60 azaldığı belirlenmiş.
Yeni yayımlanan bir araştırma, insanların doğayla olan bağının 1800’lerden bu yana %60’tan fazla azaldığını ortaya koydu. Bu düşüş, edebiyatta “nehir”, “yosun” ve “çiçek” gibi doğa ile ilgili kelimelerin giderek yok olmasıyla paralel ilerliyor.
Derby Üniversitesi’nden Prof. Miles Richardson liderliğinde yürütülen çalışma, kentleşme, biyolojik çeşitlilik kaybı ve değişen aile alışkanlıklarına ilişkin tarihsel verileri birleştirerek doğanın gündelik yaşamdan nasıl silindiğini ortaya koydu.
Araştırmaya göre, bu “deneyim yok oluşu” önümüzdeki 25 yıl içinde köklü değişiklikler yapılmadıkça devam edecek. Özellikle çocukların küçük yaşlardan itibaren doğayla tanıştırılması ve şehirlerin radikal biçimde yeşillendirilmesi kritik önemde.
Kısa süreli doğa etkinlikleri ruh sağlığı üzerinde olumlu etki yaratsa da, çalışma bunun kuşaklar arası uzun vadeli düşüşü tersine çevirmede yeterli olmadığını gösteriyor. Şehirlerde yeşil alanı %30 artırmak iddialı görünebilir, ancak modellemeler doğayla güçlü bir bağın yeniden kurulması için bu oranın 10 katına çıkması gerektiğini ortaya koyuyor.
En etkili stratejiler, çocukların doğaya karşı doğuştan gelen merakını büyüme süreci boyunca korumak ve bunu biyoçeşitliliği yüksek kentsel alanlarla desteklemek. Umut verici bir işaret olarak, kitaplarda doğa kelimelerinin yeniden artışa geçtiği görülüyor. Ancak bunun kalıcı bir yeniden bağlanma mı yoksa geçici bir trend mi olduğu henüz net değil.
Doğayla bağımız zayıflarken, iklim krizi yüzünden doğanın kendisi de hızla değişiyor. Bu değişimin en çarpıcı örneklerinden biri de kuş popülasyonlarında yaşanıyor. Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarından, kuzey Avustralya’nın savanlarına kadar, dünyanın ekvator bölgeleri makavlardan tukalara, sinekkuşlarından daha nicelerine uzanan, sıcak ve nemli ortamlarda yaşamaya uyum sağlamış binlerce benzersiz kuş türüne ev sahipliği yapıyor.
Ancak iklim değişikliği hızlandıkça, tropikal bölgeler 40 yıl öncesine kıyasla on kat daha fazla tehlikeli derecede sıcak gün yaşıyor ve bu durum, dünyanın en renkli kuşlarının hayatta kalmasını tehdit ediyor. Kuş popülasyonlarının keskin şekilde azalmakta olduğu düşüncesi yeni değil -2019’da yapılan bir araştırma, ABD ve Kanada’daki kuş popülasyonlarının 1970’ten bu yana %30 azaldığını, yani yaklaşık 3 milyar kuşun yok olduğunu ortaya koymuştu. Ancak bu kaybın büyük kısmı, tarım, ormansızlaşma ve madencilik gibi faaliyetlerden kaynaklanan yaşam alanı kaybı ya da binalara çarpma gibi daha doğrudan insan etkilerine bağlanıyordu.
Söz konusu çalışma, aşırı sıcakların tropikal bölgelerdeki kuşlar için oluşturduğu tehdidi vurguluyor ve genellikle biyoçeşitlilik açısından sığınak olarak görülen, uzak ve koruma altındaki alanlarda bile kuşların neden öldüğünü açıklamaya yardımcı oluyor.
Kuşlar bu şekilde tehdit altındayken, okyanuslarda da sessiz ama büyük bir kayıp yaşanıyor. Sıradaki haberim yine ekosistemden bir alarm niteliğinde; milyarlarca deniz yıldızının gizemli bir hastalıkla yok olması ile ilgili….
Pasifik kıyılarında on yılı aşkın süredir sessiz ama büyük bir felaket yaşanıyor. Milyarlarca deniz yıldızı, sebebi uzun süre anlaşılamayan bir hastalık yüzünden adeta eriyerek yok oluyor. 2013’te başlayan bu kitlesel ölümler, bazı türleri çöküşün eşiğine getirdi.
Bilim insanları bu trajediye “Deniz Yıldızı Erimesi Hastalığı” diyor. İngilizcesi Sea Star Wasting Disease. Bugüne kadar 26 türden 6 milyardan fazla deniz yıldızı bu hastalık yüzünden öldü. Özellikle Güneş Çiçeği Deniz Yıldızı, yani Sunflower Sea Star, gibi türlerde, nüfusun yüzde 90’ı ilk beş yıl içinde yok oldu.
Ve nihayet geçtiğimiz hafta, hastalığın nedeni ortaya çıktı: Vibrio pectenicida bakterisinin FHCF-3 suşu. Bu bakteri yalnızca deniz yıldızlarını öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda insan sağlığı için de tehdit oluşturuyor. Üstelik iklim kriziyle birlikte okyanus suları ısındıkça, bu bakterinin yayılımının hızlanması bekleniyor.
Peki bu sadece deniz yıldızlarının meselesi mi? Hayır. Güneş çiçeği deniz yıldızlarının azalmasıyla deniz kestaneleri kontrolsüzce çoğalıyor. Kestaneler ise yosun ormanlarını yok ediyor. Oysa yosun ormanları, karasal ormanlardan 20 kat daha fazla karbondioksit tutabilen dev karbon yutaklarıdır. Onların yok olması, iklim değişikliğini daha da hızlandırabilir. Yani zincir, deniz yıldızından başlıyor ama etkisi tüm gezegene yayılıyor.
Araştırmalar, ısınma kontrol altına alınmazsa 2090’a kadar ABD’de Vibrio kaynaklı hastalıkların yüzde 100’den fazla artabileceğini gösteriyor. Hatta ılımlı emisyon azaltımı senaryosunda bile yüzde 51’lik bir artış bekleniyor. Bu hastalıkların yıllık ekonomik maliyeti, 2022 verilerine göre 8,6 milyar dolara kadar çıkabilir.
Bilim insanlarının uyarısı net: “Gezegende olan bize de olur.”
Deniz yıldızları erirken, aslında geleceğimiz de yavaş yavaş eriyor. Bu zinciri kırmak bizim elimizde; çünkü denizlerde olan, kıyıya, oradan da doğrudan bize ulaşıyor.
Okyanus ekosistemini tehdit eden bir başka sorun ise istilacı türler. Bu kez ekosistemdeki kırımın bir başka türüne, Akdeniz’de sessizce yaşanan bir istilâya bakalım istiyorum.
Güneydoğu Asya’nın tropik sularından tanıdığımız renkli ama tehlikeli bir misafir… On yılı aşkın bir süre önce sessizce Akdeniz’e girdi. Bugün Yunanistan, Kıbrıs ve Lübnan kıyılarında hızla çoğalıyor. Ve bilim insanlarına göre bu istilanın önü alınmazsa, çok değil, bir gün İspanya kıyılarına kadar ulaşabilir.
Bahsettiğimiz tür, aslan balığı. Tam bir hayatta kalma ustası… Bir ay boyunca hiç beslenmeden yaşayabiliyor. Zehirli dikenleri sayesinde neredeyse hiç doğal düşmanı yok. Karides, yengeç ve küçük balıkları büyük bir iştahla avlıyor; öyle ki bir av döneminde midesi normal boyutunun 30 katına kadar şişebiliyor. Üstelik tek bir dişi yılda tam 2 milyon yumurta bırakabiliyor.
Peki neden şimdi ve neden bu kadar hızlı? Cevap, Akdeniz’in son 40 yılda 1,5 derece ısınmış olmasında yatıyor. Bu değişim, aslan balığının anavatanı olan Hint-Pasifik’e benzer koşullar yaratıyor. Eskiden onlar için fazla soğuk olan bölgeler, artık yaşamak ve üremek için ideal hale geliyor. Deniz biyoloğu Jason Hall-Spencer’ın sözleri durumu özetliyor: “Bu balıklar ekosistemi büyük ölçüde bozacak. Dünyanın en hızlı istilacı balığı.”
Deniz yaşamını zorlayan tek etken istilacılar değil; iklim krizinin ısınan suları da ekosistemleri derinden sarsıyor. Daha önceki programlarımda da mercan resiflerinin iklim krizi karşısında ne kadar hassas ekosistemler olduğunu konuşmuştuk. Şimdi ne yazık ki Avustralya’nın simgesi, dünyanın en büyük mercan ekosistemi olan Büyük Set Resifi’nden çok kötü haberler var.
2024 yazı, resif için kayıtlara geçen en kötü yaz oldu. Deniz sıcaklıklarının rekor seviyelere çıkması ve El Niño’nun etkisiyle resif, tarihindeki en geniş çaplı mercan beyazlamasını yaşadı. Avustralya Deniz Bilimleri Enstitüsü’nün raporuna göre, bazı bölgelerde sert mercanların %70’i yok oldu. Bilim insanları bu durumu “suyun altındaki orman yangınları” olarak tanımlıyor.
Mercanlar, sıcaklık normale dönerse iyileşebiliyor; ama su uzun süre ortalamanın üzerinde kaldığında ölüm kaçınılmaz oluyor. Üstelik 2025’in başında sular yeniden ısındı ve mart ayında zirve yaptı. Yeni beyazlama dalgasının etkileri henüz rapora yansımadı. Bilim insanları, sera gazı emisyonlarını azaltmanın yanında, mercanların uyum ve direnç kapasitesini artıracak çalışmalara acilen hız verilmesi gerektiğini vurguluyor.
Queensland Doğa Koruma Konseyi’nin dediği gibi, bu rapor hepimiz için bir acil eylem çağrısı. Çünkü geleceğin mercan resifleri, geçmiştekiler gibi olmayacak… Ve bu, sadece denizlerin değil, tüm yaşamın kaybı anlamına gelebilir.
Karada ve denizde yaşanan bu kayıplar, kuş türlerini de olumsuz etkiliyor. Özellikle tropikal bölgelerdeki türler, iklim krizine karşı giderek daha savunmasız hale geliyor. Yine iklim krizinden etkilenen biyoçeşitlilik haberi var sırada. Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarından, kuzey Avustralya’nın savanlarına kadar, dünyanın ekvator kuşağı; makav, tukan ve sinek kuşu gibi binlerce benzersiz türün yuvası. Ancak iklim değişikliği hızlandıkça, bu bölgeler 40 yıl öncesine kıyasla 10 kat daha fazla tehlikeli derecede sıcak gün yaşıyor. Yeni bir bilimsel araştırmaya göre bu durum, dünyanın en renkli kuşlarının hayatta kalma şansını ciddi şekilde azaltıyor.
Nature Ecology and Evolution dergisinde yayımlanan çalışmaya göre, 1950–2020 arasında yaşanan aşırı sıcaklar, tropikal kuş popülasyonlarını %25 ile %38 arasında azalttı. Araştırmanın yazarlarından Queensland Üniversitesi’nden Prof. James Watson, “Bu veriler sera gazı emisyonlarını acilen azaltmamız gerektiğini açıkça gösteriyor” diyor.
Bilim insanları, 3.000’den fazla kuş popülasyonuna ait 90 binden fazla gözlemi, 1940’a kadar uzanan günlük hava kayıtlarıyla karşılaştırdı. Sonuç: Aşırı sıcaklar, ortalama sıcaklık artışlarından daha büyük bir tehdit oluşturuyor ve etkileri en çok tropik bölgelerde hissediliyor.
Araştırma, insan etkisinden uzak olduğu düşünülen bölgelerde bile kuşların hızla yok olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Panama ve Amazon’daki bozulmamış yağmur ormanlarında, 1977–2020 ve 2003–2022 dönemlerinde türlerin çoğunda %50’nin üzerinde düşüş yaşandı.
Kuşlar terleyemedikleri için aşırı sıcakta vücut ısılarını düşürmekte zorlanıyor; susuz kalabiliyor, yönlerini şaşırabiliyor, hatta bilinç kaybıyla yuvalarından düşebiliyorlar. Uzun süreli sıcaklık stresi, organ hasarına ve üreme kapasitesinin azalmasına yol açabiliyor.
Uzmanlar, koruma altındaki bölgelerin bile iklim krizinden kaçamayacağını vurguluyor. BirdLife Australia’dan Golo Maurer, Queensland’in yağmur ormanlarında yaşayan altın bowerbird gibi endemik türlerin artık daha yüksek rakımlarda görülebildiğini söylüyor.
Watson, çalışmanın güçlü bir uyarı olduğunu belirtiyor: “İklim değişikliğini durdurmazsak, tropik bölgelerdeki çok sayıda türü kaybedeceğiz.”
Bugün paylaştığım tüm bu haberlerin ortak bir noktası var: İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, kirlilik ve insanın doğayla kopan bağı, birbirinden ayrı değil; hepsi aynı zincirin halkaları. Bir halkadaki zayıflama, diğerlerini de kırıyor. Deniz yıldızlarından tropik kuşlara, mercan resiflerinden şehirlerimizdeki yeşil alanlara kadar, doğanın her parçası bizim sağlığımız, kültürümüz ve geleceğimizle doğrudan bağlantılı.
Bu yüzden burada sadece kötü haberleri değil, aynı zamanda farkındalık ve değişim için fırsatları da konuşuyoruz. Çünkü sorunların kökünü anlarsak, çözüm yollarını birlikte bulabiliriz. Doğanın sesi duyulmadığında, hepimizin sesi kısılır.