Waseem Ahmad Siddiqui, Taha Elgazi ve Ferhat Kentel, ‘Zorla kaybetme: Mültecilerin gündelik istisna hali, kaygı ve kırılganlık’ üzerine konuşuyor ve insan(lık) hallerini, insanlıktan çıkma hallerini, duygulu hallerini ve birlikte yaşama ihtimallerini tartışıyorlar.
Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba dostlar, hepinize günaydın ve sarılıyorum. Burası Açık Radyo, 95.0. Ferhat Kentel, Taha Elgazi ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.
Bugün en kısa ve en çarpıcı bir soru ile başlamak istiyoruz. Bu soru Jacques Lacan’ın sürekli sorduğu bir soru. Yaşamak ile ilgili, daha doğrusu yaşamın talihsizliği ile ilgili ve şöyle bir soru soruyor; ‘Ben ne yaşadım?’, ‘Az önce ne yaşadım?’ Bu soru, bir gerisinde sürekli gitmeye çalışıyor.
Korku, kaygı, endişe ve kayıp ile ilgili bir soru bu…Lacan’ın bu sorduğu soruyu, bugün tekrar soruyorum.
Ne yaşadık? Ne yaşıyoruz? Nedir bu yaşadığımız?
Geçen yayında geri gönderme merkezinde yaşayan mültecilerin insan hakları ihlali ile ilgili konuştuk. Bugün yine bununla bağlı bir konu ‘kayıp’ ya da ‘zorla kaybetme’ konusu ile ilgili konuşacağız.
Bu kayıp olan ya da ortalıkta yok olan, bizim adlandırdığımız mültecilerin, en altta kalan insanların, arkalarında aileleri bekliyor, çocukları bekliyor; ‘Eşim nerede?’, ‘Babam nerede?’ ve ‘Annem nerede?’ diye sorular soruluyor.
Arkalarında aileler bekliyor, çocukları bekliyor, kimse kimseye ulaşamıyor. Özellikle, bu bıraktığımız genel seçimlerden sonra, 14 Mayıs 2023’te devam eden bir insan hakları ihlali yaşanıyor.
Ne yaşıyoruz? Nedir bu yaşadığımız diyerek Taha Elgazi ile devam edelim. Ortalıktan kaybolan insanlar var, bireyler var. Sizden başlayalım, nasıl bir vaziyetteyiz?
Taha Elgazi: Herkese hayırlı günler, herkese günaydın diyelim. Ne yazık ki maalesef, yani günümüzün ilk saatlerinde acı hikayeleri konuşmamız, günümüzün duygusunu değiştirebilir. İnsanoğlu, ilk evinden çıkarken sabah saatlerinde mutlu ve umutlu şekilde yaşamayı hayal eder ama mülteci, göçmen, sığınmacı olduğunda maalesef gün içerisinde umut, hayat kelimesinin duygusu maalesef her gün git gide kayıp oluyor. Şimdi kayıp etme ya da zorla kayıp etme, son dönemlerde, aylarda maalesef sığınmacılarla ya da sığınmacı oluşum içerisinde sanki umumi bir nokta oldu. Geçenlerde bizi bir arkadaş aradı. Eşi 66 yaşlarında ve ortadan kayıp oldu. Kendisi engelli, iki ayağını Esed rejiminin bombaları nedeniyle kaybetti. Adam eşini arıyor. Eşi, saat 18:00 gibi aşağı inmiş ama eşinden herhangi bir bilgi alamadı. Polis merkezlerine gitti, göç merkezlerine gitti, Emniyet Müdürlüğü’ne gitti, bir haber alamadı. Adam engelli, eşi de hamile. Maalesef bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti, dördüncü gün kişi arıyor, ‘Ben İdlib’teyim. Beni sınır dışı ettiler.’ Şimdi madem İdlib’te ise kişinin sözünü istinaden diyor ki, ‘Benim içim rahatladı ama bu dört gün, hayatımda geçen bu dört gün, gecenin bir saati bile uyuyamadım. Benim gibi dört gün duygusunu başka biri yaşıyor olsaydı tahammül edemezdi. Hocam, zorla kayıp etme, hukuki ve uluslararası hukuka göre, 2010’da bir suç olarak teyit edildi. Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı olarak insan hakların heyetinin 2010 Sözleşmesi’ne istinaden, zorla kaybetme insan haklarının ihlali olarak bir suç olarak teyit edildi.
Şimdi ne oluyor, özetli bir şekilde; bir sığınmacı, göçmen veya mülteci yolda çevrildiği andan itibaren -tabii ki bazen polis devir unsurları, tümü değil bazen - direkt kişinin elinden cep telefonu veya herhangi iletişim vasıtası var ise elinden alıyor. Kişi geri gönderme merkezine sevk edilirken ve geri gönderme merkezinde haftalarca kaldıktan sonra ne ailesiyle ne avukatıyla bağlantı kurabiliyor. Bu aslında insan hakların temel hakların noktasına aykırıdır çünkü bu kişi baba olabilir, anne de olabilir. Bize yıllar önce gelen vakalar gerçekten samimi olarak acı vakalar. Kadınlarda emzirme durumunda olan vakalar, çocuklar altı aylık, günlerdir ortalıktan kayıp oldu. Sonra ya Gaziantep Geri Gönderme Merkezi’nde ya da Urfa Harran Geri Gönderme Merkezi’nde bulundular. Şimdi, madem bir kişi göz altında alındıysa, sebep ne olursa olsun, mülteci, göçmen veya sığınmacı, - herhangi bir idari vaka varsa, herhangi bir suça ortak olduysa - bunun yanında da şunu unutmamız gerekiyor; ailesinin ve avukatının bu kişiye ulaşma hakkı vardır. İnsanları bu duruma koymak çok kötü. Şunu düşünelim; sen bugün işten çıktın. Bir yandan arıyorsun ve ulaşamıyorsun. Eve geliyorsun, sadece evde çocukları var ama eşin ortalıkta yok. Bir gün geçiyor, iki gün geçiyor, üç gün geçiyor -hastaneler, polis merkezleri, her yerde soruyorsun, - o duyguyu bir saniye yaşarsak, öz düşünsek gerçekten tahammül edilecek bir durum değil maalesef.
W.A.S.: Şimdi bu kaygılar, sürekli bitmeyen kaygılar ve her gün yük gibi tekrarlanıyor ister istemez ve insan çok da rahat olamıyor. Şahsen ben de hissediyorum diyebilirim. Şimdi Ferhat Hocaya soralım; bu zorla kaybetme literatürde özellikle aklımıza ilk gelen mesele Cumartesi Anneleri geliyor ve göçmenlere bağlı tabii ki kullanılmamış bir kavram. Ama bilmiyorum, nasıl düşünebiliriz bu kavram ile ilgili ve göçmenler olunca, siz ne dersiniz, Ferhat Hocam?
Ferhat Kentel: Günaydın tekrar herkese. Taha Elgazi’nin anlattığı hikâye, tabii ki dinlenmesi bile zor. Yani tam dediğiniz gibi, bunu bir saniye bile düşünmek insanın ruh halini alt üst eden bir şey. Kaldı ki bu yaşandığında ne tür suçlar yaşandığını da hissedebiliyoruz eğer ki hissetme kabiliyetini hala yitirmediysek. Ama aklıma hep şu geliyor; mültecilik meselesine ve daha çok başka şeyleri düşündüğümüzde mülteciler en ağır yaşanan bir şey. Açık Radyo’da da sık sık okunuyordu, Oğuz Atay’ın ‘Ve nihayet insanlık öldü’ alıntısı. Her yerde ölmedi belki, her hâlükârda bir yerlerde yaşanıyor insanlık ama aklıma sürekli Oğuz Atay’ın yazdıkları geliyor.
Ömer Madra:Tehlikeli Oyunlar romanından “İnsanlığın Ölümü” bölümü.
F.K.: Evet, devletin, bu tür totaliter eylemin, düşmanlarla var olabilen totaliter pratiklerin bütün bu yöntemleri, insanlıktan çıkarmakla çok ilgili olduğu açık. Siz modern devlet olarak angaje oldunuz; kurallar, ilkeler, felsefi normlar, bütün bunlardan vazgeçip varolan rejimi çağdaş, modern, İslami, sosyalist, her şey olabilir, tam da o toplumu kontrol altında almak için, birtakım insanların seslerini kesmek veya kurmaya çalıştığınız o sistem ne ise, bir kenarda kum tanesine bile kaçmak istemediği zaman her türlü yöntemi uyguluyorsunuz. Bunu geçen sefer de konuşmuştuk; Giorgio Agamben’in istisna hali yani kural koyuyorsunuz ve kuralınızı tanımıyorsunuz ve böylece de iktidar oluyorsunuz.
Dolaysıyla, Waseem, senin dediğin bu Cumartesi Anneleri’ne bakacak olursak - 90’lardaki bir mesele - esas olarak Kürt hareketi diyelim, Kürt kimliği ya da Kürt realitesi diyelim, utanıyorduk bu memlekette Kürt realitesi vardır diye, bu memleketin en yetkili ağızlarından, o Kürt realitesi kendi ağızlarından anlatırken varolan bir tarafı sorguluyordu. ‘Herkes Türk’tür’ diyorsun, birileri de ‘Ben Kürtüm’ diyor, ‘Benim Kürtçe ana dilim var’ diyor. Bunların konuşuluyor olması sizin bütün o kurmuş olduğunuz imajı bozuyor, bütün o resmi bozuyor, bütün o cilalanmış olan ama altı bayağı Kürt olan yapısını sorgulamasına neden oluyor. Dolaysıyla siz karşınızda kim çıkarsa yok ediyorsunuz ya da kayıp ediyorsunuz, işkence ediyorsunuz.
Bütün 90’lı yıllar böyle geçti. Biz, genellikle Türkiye’nin batısında yaşayanlar, bunu uzatan bir şeyler duyduk ama o dönemin en büyük tezahürlerden kayıplardı. Şimdi mülteciler de çok benzer bir şey yapıyor aslında. Bütün dünyayı -sadece Türkiye için değil- mültecilik dediğimiz olgu baştan aşağı sarsıyor. Biz, her şeyi baştan aşağı düşünüyoruz. Bütün vatandaşlıklarımızı, sınırlarımızı, tel örgüler, beton duvarlar, bütün bunları korumak için öğrenmiş olduğumuz ulus bir türlü kendini sorguluyor. Suriyeliler, Osmanlıların vatandaşı olan insanlar, o sınırı aşıyorlar ve geliyorlar. Tamam, o zaman sizin ulus dediğiniz şey bozuluyor. Bunu, ulus meselesinin ötesinde pratikler olarak da taşıyabilirsiniz. AB ile olan ilişkiler, Avrupa’nın Türkiye’ye bir tür jandarma görevi veriyor olması, para verip ‘sen bu işleri yap’ diyor. Son olarak bağlamı da genişletmek için bu örneği de vereyim; Sovyet’in Stalin döneminde Sibirya kayıp edilme yeriydi. Sovyet rejiminin en dikkat çekici özelliklerden biriydi. Sürekli birtakım küçük muhaliften dolayı da kayıp oluyorlardı. Hitler dönemi de benzer bir durumdu; göçmenler, eşcinseller, sağlığı yerinde olmayanlar toplama kamplarına gönderiliyorlardı. Ya da Arjantin, özellikle bu kayıp etme konusunda en meşhur ülkelerdendir. Askeri diktatörlük rejiminde, çok miktarda insanı kayıp ediyorsun ve başa çıkamıyorsun. Bu aslında böyle bir şey.
Bakın, çok büyük meselelerle uğraşamıyorsunuz, ekonomiyi düzeltemiyorsunuz. Depremde 50 bin insanı kayıp ediyorsunuz. Naci Görür’un sözlerini dinledim yani 50 bin insan yok edildi, yok oldu. Doğal afet denen ama bizzat altyapısını beceremediğimiz bir memlekette oldu bu. ‘Doğal afet kaderdir’ diye çıktık. Başa çıkamadınız depremle, aslında sorun bu. Bu kadar büyük meselelerle başa çıkamıyorsunuz ama bununla beraber küçük insanlarla uğraşıyorsunuz. Bu, aslında o rejimin felsefesinin, kurulumunun, ilkelerinin bütün bu anlattığı ideolojileri olabilir; çağdaşlık, modernlik, dindarlık, muhafazakarlık fark etmiyor. Ama çok cilalı cilalı anlatıyorsunuz bir devlet olarak. Bütün bunların altının boş olduğunu, siz insanları es olarak koruyamadığınızı, siz küçük insanları, gündelik hayattaki insanları, okula giden, işine giden veya gidemeyen insanlarla başa çıkabiliyorsunuz. Gerçekten çok acıklı bir durumu gösteriyor bu diye düşünüyorum.
W.A.S.: Evet, hiç unutamadığım bir söz daha aklıma geliyor, zellikle James Baldwin’in çok sıklıkla kullandığı bir söz; ‘Benim ne istediğimi sen biliyorsun; aslında senin istediklerin neyse benim istediklerim de o.’ Bütün o eşitsizlikler içinde nedense bir hiyerarşik düzen fazlasıyla var veya ‘Sen kim oluyorsun ki bunu hak edecek?’ ya da ‘Sen kimsin?’ sorusu da ortaya girebiliyor. Ama Lacan’ın yani benim programın başında söylediğim şey, aslında kafasına tutarak soruyor bu soruyu; ‘Ne yaşadım ben az önce?’ Başka bir ruh hali var bu sorunun arkasında ve orada bir yerlerde - geçen yayında kaçırdım onu söylemeye - kimlik politikalarının da oluşma tehlikesi olabiliyor ama yine de bunun üzerinde düşünmek bana fena gelmiyor. Özellikle bu ‘duygu halleri’ üzerine düşünmek, Taha’nın da bıraktığı yerde; bekleyenler var ve unutamıyorsunuz ve aralarında herhalde arzular, istekler var.
Ö.M.: Ben de ufak bir ilavede bulunayım izninizle. Şu sıralar yakından takip etmeye çalıştığımız ve yüreğimiz paralanarak izlediğimiz İsrail ordusunun Gazze saldırıları. Orada şimdi tümüyle artık yeni bir göç dalgası yani İsrail’in ana hedefinin doğrudan doğruya tüm Gazze şeridini boşaltıp, güneye düşürmekle yetinmeyip, oradan da Mısır ile bir şekilde anlaşma yapıp, Mısır’a, hatta oradan çöle yerleştirmek gibi bir plan içinde olduğu sık sık dile getirilen bir şey. Burada, şu anda Democracy Now!’ın da belirttiği gibi, iki milyondan fazla insan 90 metrekarelik bir alanda aktif olarak İsrail ordusunun bombardımanına maruz kalıyor. Onların tamamen bir şekilde ikinci defa göç dalgasına tabii tutulacağı ve dünyanın en büyük göç felaketine gidebilecek durumla da karşı karşıyayız. Bunu göç programında bir kere daha söylemek istedim. BM’nin üç ayrı yetkilisinin ısrarla, insanların çok karanlık bir noktaya doğru sürüklendiğine dair demeçleri vardı ve bugün onlara da değinme fırsatı bulduk.
F.K.: Pardon, buraya küçük bir not düşeyim; öyle bir güç ki o silahlar, bombalar, füzeler; güvenecek tek şey bu, yoksa bütün meşrutiyetinizin olamayabileceğini insanları ikna edemeyeceğinizden - başta devlet rejimi - bahsediyoruz. İsrail için kendi vatandaşları - kendi bile aslında zor – Ortadoğu’nun en demokratikleridir ama o bile değil. Şu anda yapmış olduğu şey, açıkçası umalım da dünyaya örnek olarak gelişmez bu pratik.
W.A.S.: İnsanlıktan çıkma halleri meselesi yani ‘dehumanizing’ diye bir şey doğrudan geliyor aklıma. Ömer Abinin de bahsettiği, olağan bir göçe - ben İngilizce kavramdan rahatsız oluyorum ama – dün, Ferhat Hocayla ne olabilir düşündük ve herhalde bu insan dışı veya insan kavramı da hepimizi bir yerlerde rahatsız ediyor artık. Her türlü her şey yaşanıyor şu an. Öyle değil mi, Ferhat Hocam? Yani, bu insanlıktan çıkma halleri.
F.K.: İnsanlığı yeniden tanımayla başka bir insan olmak mümkün. Doğayla, başkalarıyla geçişkenliği olan dediğimiz anda, hümanizm ve bütün modernizmden birlikte çıkmış olan kibirli kavramları indirip daha mütevazi insan olarak çıkmak. İnsanlıktan çıkmak derken de bu insanlıktan çıkmak şöyle olur; ben, bir Türkiye vatandaşı olarak mütevaziyim ve mültecilerle hemhal olmak istiyorum ve gerekiyorsa üç kuruş var ise bir buçuk kuruşu onunla paylaşmak istiyorum. Bu, yeniden insanlık tanımı olabilir. Devletin de burada yapacağı - burada uzun uzun spekülasyonlara girmek istemiyorum - dünya kadar harcamadığım para yok, ziyan edilmemiş kaynak yok zaten, bu kaynakları daha rasyonel, daha akıllı bir şekilde, daha insani bir şekilde organize edilmesiyle, paylaşmasıyla, birlikte yaşayabiliriz. Birlikte yaşamak mümkün, bu dille bağırmak lazım. En azından sivil toplumun bir yerlerde söylemesi lazım ki devlet içindeki hükümet ve diğer siyasi otoriterler için de bu laflar duyulabilsin.
Ö.M.: Evet, insanlık niteliği üzerinde konuşurken, şu an uluslararası konularda hiç konuşmayan Kızılhaç Örgütü’nün sözcüsü Mirjana Spoljaric Egger, Gazze’de gördüklerinden sonra bayağı ilk defa uluslararası adına konuşma yaptığını gördük. “Burada içinde bulunduğumuz durum uluslararası camia önünde tam anlamıyla insanlığın iflasıdır, çuvallanmasıdır,” diyor Mirjana Spoljaric Egger ve ekliyor, “Yaralı çocuklar var. Ne anneleri var, ne babaları var ortalıkta. Bunlar göç etmekte ve kim bakacak bunlara? Bilinmiyor. İnsanlık durumunun bundan daha vahim olan başka bir halini düşünemiyorum.”Kızılhaçın kurulmasından bu yana ilk defa bu açıklama geliyor. Bu da ilginç siyasi bir konu.
F.K.: Bir de bazen şöyle düşünüyorum; konuşuyoruz ve üzerine analiz ediyoruz. Burada galiba analizler önemli değil, burada gerçekten Kızılhaç’ın o insanın ettiğini bütün dünyaya, kamuoyuna anlatmaktan başka bir çaresi de yok galiba. Çünkü hatırlıyorum; Gazze’nin bombalanması sırasında İsrail’de tepelerin üstünde romantik İsrailli çiftler, battaniyelerini sarmışlar ve Gazze’nin üstündeki bombaları seyrediyorlar. Bu nasıl bir şey, bu nasıl bir duygu hali? Hangi duygulardan geliyor bu birtakım insanlar? Başkalarının üstüne atılan bombaları bir takım romantik seyire dönüştürebiliyor veya o İsrailli askerler veya pilotlar, füzeler kullanan adamlar bunu nasıl bir ruh haliyle yapıyorlar? Aklıma hep şu geliyor, - bunu sadece İsraillilere özdeşleştirmeyelim - birtakım evlere girilip duvarlardaki, okullardaki fotoğrafların indirilmesini bizim burada da bayağı göründüğünü biliyoruz. Türkiye’nin birtakım yerlerinde, Diyarbakır’da, Sur’da oldu bunlar. Yani bunu genel bir şekilde söylüyorum ama böyle bir duygu halinin başkalarını asla ciddiye almayan, başkalarını görmeyen bu duygu halini, açıkçası ‘Milgram Deneyi ile anlatılmıştı. Bir Milgram Deneyi yapılmıştı ve Nazi Almanya’sında nasıl bu kadar ikna oldular, nasıl bu kadar kolayca emirleri yerini getirdiler? gibi sorular inceleniyordu. İsrail de savunmasında demiş, ‘Ben söylenenleri yaptım.’ İşte bu, elektro şok, fırsat olduğunda tekrar konuşuruz bunu çünkü çok vaktimiz kalmadı. Ama insanların bu hale geçmeleri, insanlıktan çıkmaları, söylem, dil, dekor, slogan, marş vb. ile aslında çok kolay, büyük ölçüde kolaylıkla en azından elinde güç olan birtakım kampanyalarla bu hale dönüştürebiliyorlar. Dolaysıyla alternatif kampanyalar yapmamız lazım. ‘Beni insanlıktan çıkarıyorsunuz, ben de insanım. Mülteciler de insan, aynı benim gibiler’ diyecek bir takım etkileyici laflar üretmemiz lazım.
W.A.S.: Tam tersine çevirmek bence, evet. Özellikle iyi gelmeyen şeylerin karşısında iyi gelecek ne ise onlar ile birlikte düşünmek belki bir ihtimal olarak işe yarayabilir. Birlikte yaşamak için, bir arada yaşamak için diyelim.
F.K.: Bu arada bugün Taha Elgazi, mülteci hakları savunucusu Ahmed Katie’nin kayıp edilmesiyle ilgili İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nde (MAZLUMDER) bir basın açıklaması yapıyor. Dolaysıyla aramızdan ayrılmak zorunda kaldı, onu da paylaşalım.
Ö.M.: Evet, bu şekilde bitiriyoruz herhalde.
W.A.S.: Çok teşekkürler herkese, Ömer Abi, Özdeş, Ferhat Hocam.
F.K.: Çok teşekkürler.
Ö.M.: Görüşmek üzere.
F.K.: Hoşça kalın