Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle, 24 Haziran erken seçimlerine 28 gün kala, Türkiye'nin içinde bulunduğu ciddi ekonomik sorunlardan ve 16 yıldır iktidarda olan AKP'nin seçim beyannamesindeki bu konuya dair yaklaşımından başlayarak genel bir değerlendirme yaptık.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey!
Ali Bilge: Günaydın Ömer Bey! Günaydın Can!
Can Tonbil: Günaydın Ali Bey, merhaba!
ÖM: Yine çok yoğun bir hafta, hatta 27 gün kala seçimlere de ciddi bir ekonomik problemler de var, isterseniz önce ekonominin durumuyla bir başlayalım?
AB: Başlayalım ama ben sabah erken bir haberle karşılaştım ve haberi de eski ekonomi yöneticileri, gazeteci dostlarla paylaştım. Biraz ondan bahsederek gireceğim, çünkü müthiş bir –deyim yerindeyse- geyik muhabbeti de döndü. Türkiye’yi 2001 krizi öncesi, 99’da IMF ile yakın izleme anlaşması imzalamıştık 99 depreminin hemen sonrasında. Bu dönemde IMF Türkiye masası şefi vardı çok popüler bir isimdi, Türkiye’de böyle bakanlardan çok tanınmaya başladı Carlo Cotarelli diye hatırlarsınız belki?
ÖM: Evet gayet iyi hatırlıyoruz.
AB: Cotarelli döneminde aynı zamanda IMF birinci başkan yardımcı Stanley Fisher idi. Stanley Fisher de çok önemli bir liberal iktisatçı ekolüne mensip bir kişidir, ders kitapları Türkiye’de okutulur. Onların döneminde Türkiye’ye bir program yapıldı döviz kuru rejimine uygun olan, esaslı, çapalı. Türkiye malum 2001 yılında muazzam bir krize girmişti ve Cotarelli’nin Türkiye masası olduğu dönemde, Fisher’in de birinci başkan yardımcısı olduğu dönemde uygulanan kur rejiminin de ne kadar geçersiz olduğunu ilişkin daha sonra makaleler yayınlandı. İtalya’da büyük bir sorun yaşanıyor malum, bizim Carlo Cotarelli ki biz Türkiye’de biz onu neredeyse bir manken haline getirdik, Galatasaraylı yaptık, Galatasaray fularları hediye ettik, İtalya’ya başbakan oluyormuş da.
ÖM: Carlo Cotarelli mi?
AB: Evet.
ÖM: Ooo çok güzel bir haber!
AB: Yaa! Bu haberi paylaşınca bu adam bir şey oldu, tabii ilk tepki ‘vay İtalya’nın haline!’ şeklinde gidiyor. İtalya’ya çözüm bulmak üzere Cotarelli, yani 20 yıl olmadı, neredeyse 20 yıla yaklaşmış, kendi halimiz çok farklı değil çünkü gerçekten Türkiye 99-2001 yılları içerisinde büyük ekonomik sorunlar yaşıyordu ama bir taraftan da kurumlar vardı. Yani eleştiriyorduk, yetersiz buluyorduk, demokrasimizin kısıtlarınızı ortaya koyuyorduk ama bir şekilde Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, parlamento, hükümet ve Merkez Bankası gibi kurumlar üzerinde tartışmalar, bu kurumların yetersizlikleri devam etse de bunlar çalışıyordu. Bugün geldiğimiz nokta bu kurumların yani Türkiye tarihinde -bunun altını özellikle, bilhassa çizmek istiyorum- biz genelde iktisadi krizleri, finansal krizleri bu demokrasimizin ve kurumların bir şekilde ayakta olduğu dönemlerde yaşadık. Otokratik bir düzen içerisindeyken ve onun diktatörlüğe dönüşmesine ramak kala bir finansal krize ilk defa giriyoruz. Biz genelde finansal ve iktisadi krizleri yaşarken bir askeri darbeyle otoriter bir rejime geçeriz geçici bir süre, genelde işte 58 devalüasyonu, 70 devalüasyonu, 24 Ocak kararları sonrasında askeri darbelerle devalüasyonlar ve iktisadi krizler arasında bir ilişki malum kurulur. Biz şu anda bir otokratik rejim içindeyiz, işte Merkez Bankası bağımsızlığından, bağımsız idari otoritelerin rekabet kurulu gibi sektörel kuruluşlar gibi onların bağımsızlığından söz edemeyeceğimiz, parlamentonun minimize olduğu, hukuk sisteminin yerle bir olduğu otokratik bir rejimden önümüzdeki bir ay içerisinde yapılacak seçimlerle bir diktatörlüğe mi geçeceğiz yoksa yapay denilen topraklarımızı geri alabilecek, en azından 2011 ayarlarına geri dönebilecek miyiz arifesindeyiz. Böyle bir ortamda biz halk dilinde döviz krizi, ödemeler dengesi krizi, işte finansal kriz yaşıyoruz ve kur bir türlü dikiş tutturamıyor ve yılbaşından bu yana %15-20 oranında bir artış sergiledi. Sonuç olarak da kur politikası, yani kur, faiz, enflasyon ilişkisinin siyasetçiye genel olarak anlatılması, siyasetçinin anlamak istemediği bir husustur ama tarihinde herhalde, dünya tarihinde de iktisat teorisini alt üst eden ve yangına benzin döken bir anlayışı bu kadar sahip olmamıştır hiçbir ülkenin başkanı.
ÖM: Siz öyle diyorsunuz ama “ne kuru ya hepsi hikaye!” demişti Erzurum’daki mitingde. Ayrıca “üstesinden gelemeyeceğimiz bir sorun yok, kurda yaşanan kısmi dalgalanma kesinlikle Türkiye’nin ekonomik gerçekleriyle uyumlu değildir” dedi. Bunu sormak istiyordum; ne demek bu? “Dalgalanmanın ekonomik gerçekliğiyle uyumlu olmadığı ve dedikodulara kimse itibar etmesin” demişti cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan. Başbakan Binali Yıldırım da “kurdaki hareketlilik konusun geçicidir, akla ziyan dedikodular almış başını gidiyor, Türkiye bunu hak etmiyor. Konulara hakimiz, hükümet işbaşında; ilave tedbirlerimizi alıyor demiştik”. En önemli son açıklama olarak da “Dolar ve altınlarınızı Türk Lirası’na çevirin!” dedi Cumhurbaşkanı Erdoğan Erzurum mitinginde. “Bu oyunu hep beraber bozacağız, 28 gün sonra ülkemizin kaderi değişecek” dedikten sonra ekonomi bakanı da “10 güne kadar rahatlarız” diye Cumhurbaşkanı’ndan bile öne aldı Nihat Zeybekçi. Ne diyorsunuz?
AB: Bu sözleri ciddiye alan ciddi insanlar yok. Yani uluslararası piyasaların verdiği tepki, Başbakan’ın son İngiltere gezisinde yaptığı açıklamalar, yatırımcılarla biraraya geldi, sonra tekrar mesajlar verdi. Şunun da altını çizeyim, Merkez Bankası’na ilişkin, yani çok uzunca süredir ben “Erdem Başçı sonrasındaki yönetimle birlikte Merkez Bankası Saray’ın merkez bankası oldu” diyerek altını çizmiştim. Türkiye’de Merkez Bankası’nın bağımsızlığından söz etmenin imkanı yok, üstüne üstlük AKP’nin son seçim beyannamesinde Merkez Bankası bağımsızlığına ilişkin bir ifade de yok.
ÖM: Öyle mi?
AB: Evet. Daha önceki seçim beyannamelerinde bu 2002’den itibaren altı çizilen bir husustu, Merkez Bankası’nın 2001 krizinden sonra bağımsızlığına ilişkin Merkez Bankası yasasında bir takım değişiklikler, araçsal bağımsızlığının altı kalın harflerle çizilmişti. Bu konuda zaten Erdoğan başkan olduğundan itibaren bunun altını kendisi de belirtti ama son seçim beyannamesinde artık bu uçmuş durumda. Böyle bir ifade söz konusu değil çünkü Londra’daki konuşmasında da “başkan olarak ben faizlerle enflasyon ilişkisine inanmıyorum” diyor, böylece iktisatta Fisher denklemini de ortadan kaldırıyor. Bu kadro içerisinde aklı başında olan hiç kimse bu şeylere gerçekten inanmıyor, bunların başında Mehmet Şimşek geliyor. Eğer doğru bir şey yapmış olsalardı, ikinci bir heyet bugün gidiyor, Merkez Bankası başkanı ile ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek ki ekonomiden sorumlu bakanların hiçbiri önümüzdeki dönemde milletvekili olamıyorlar.
ÖM: Evet onun haberini Cuma günü vermiştik.
AB: Bunun da altını çizelim. Dediğim gibi seçim beyannamesinde Merkez Bankası’nın bağımsızlığına ilişkin bir ifade söz konusu değil. Londra’daki açıklamaları sonrasında Financial Times, Foreign Policy, IMF başkanı Lagarde’nin açıklamaları, başkalarını sıralamıyorum. Yani zaten bunun karşısında Türkiye’ye borç veren kurumlar, piyasalar iki gözden bakmaya başladılar, birincisi gerçekten islami bir faiz anlayışı üzerinden mi söylüyor bunu? Çünkü şöyle bir durum var, malumaliniz 16 yıldır AKP’nin iktidarı boyunca Türkiye tarihinin en büyük dış borçlanmalarını yaptı ve en fazla dış borç faizi ödedi. Yani siz faiz politikasında, bunu da nereye yatırdı, aslında biraz da o tarafa girelim isterseniz yani 16 yıl boyunca bir model uygulandı, bu model klasik model, yani Türkiye gibi sermaye hareketini serbest bırakmış ekonomilerde ve cari açığı, kaynak açığı olan ve ekonomik aktivitesini, büyümesini dış kaynaklara, dış tasarruflara bağlı olarak sürdüren ülkeler gidiyor hem borç yapılandırmalarını, borçlarını tazelemelerini hem cari açık finanslarını, artı büyüme performansı gösterebilecek ek kaynaklarını uluslararası piyasalardan sağlıyorsunuz. Siz öyle bir durumdasınız ki milli gelirinizin yarısı kadar bir dış borcunuz var, artı yıllık borçlanma ihtiyacınız milli gelirinizin ¼’ü kadar, bunun büyük bir bölümü özel sektör borçları ve siz bunu sağlamadan otomobilin marşı çalışmıyor yani, motor dönmüyor. Bu 16 yıl boyunca bu kaynaklar Türkiye’ye çok ucuz olarak geldi, uluslararası piyasaların, gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde yaşanan durum, sıkıntılar bir para bolluğu yarattı. Bir de bu para bolluğunun faizler üzerine sıfır faiz, negatif faize falan düştü bu ülkeler, dolayısıyla bu paranın büyük bir kısmı gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye’ye aktı. Bakın daha önce de altını çizmiştim, bir akademik çalışmadan alıntılandırıyorum Aralık ayındaki Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunulan tebliği dinlerken açıklandı, yazarlarını şu an hatırlamıyorum, özür dilerim, 1 trilyon Dolar’lık bir inşaat yatırımı yapıldı Türkiye’de bu 15-16 yıl boyunca.
ÖM: Ben de şunu ilave edeyim, Birgün gazetesinin Cuma günkü nüshasında manşet haber ‘yandaş şirketler’ diye vermiş onlar, yani kamu ihale kanununda 2002’de gidilen değişikliğin ardından kamu ihalelerinin neredeyse tamamını toplayan inşaat şirketleri Makyol, Cengiz, Kalyon ve Kolin Dünya Bankası’nın 1990’la 2017 arasındaki tüm dünyada devletten en çok ihale alan şirketler sıralamasında ilk sıralara yerleştiğini, yani listenin tepesinde yer alan, bir numara olan Suez’in 5 farklı kıtada yaptığı işlerin toplamı 60 milyar Dolar iken sadece Limak inşaatın Türkiye’de yürüttüğü projelerden kazancı 50 milyar Dolar’a yaklaşmış durumda. Yani hemen her ihaleyi bu şirketlerin kazandığı Limak, Cengiz ve Kolin’in devletten aldıkları ihalelerin toplamı 150 milyar Dolar civarında olduğunu söylüyordu Dünya Bankası’nın verileriyle yani. Limak ikinci, Cengiz dördüncü, Kolin 5. Sırada.
AB: Bu 16 yılın tarihine baktığımızda yani ağırlıklı olarak zaten bunu başımızı pencereden çıkarttığımızda büyük şehirlerde görüyorsunuz bu harcamanın nerelere gittiğini. Türkiye’de de AKP Erdoğan liderliğinde iktidara geldiğinden itibaren kendi bir sermaye kesimini de beraberinde hazırlamak çabası içerisinde oldu, bu 2010’dan sonra hızla arttı. Şunun altını çizmek lazım, AKP Türkiye’de büyük sermayenin desteğiyle gelmedi, büyük sermayenin mesafeli duruşu söz konusu. Dolayısıyla geçen 16 yıl içerisinde buna ‘havuz sermayesi’ adı da takıldı, kendi sermaye gruplarını da ki sayın Erdoğan “ben bir CEO gibi ülkeyi yöneteceğim” dedi ve bu var olan kendine yakın şirketlerle ya da kendine yakın şirketlerin oluşumuyla bir sermaye grubu teşekkül oldu. Bu sermaye grubunun yönetimi de ve buna kaynak dağıtılması da kamu yoluyla oldu. Şöyle söyleyeyim, Türkiye’de GSMH’nin % 25-30’unu bizzat hükümet harcayabiliyor, başbakan ve bakanlıklar harcayabiliyor. Dolayısıyla bu dönemde seçilerek böyle bir kamu ihale sistemi düzeni oluşturuldu ve hukuk sisteminin alt üst olduğu, sayıştayın esamesinin okunmadığı, denetim mekanizmalarının olmadığı ve bir kaynak yaratma politikası, yen bir zengin sınıf yaratma politikası ve var olan zenginleri daha da büyütme politikası inşaata dayalı harcamalarla söz konusu oldu. Bunu TOKİ’lerle gördük, kamu yatırımlarıyla gördük, bu sağlanan 16 boyunca ucuz kaynaklar inşaat harcamalarıyla ekonomiye enjekte edildi. Bu inşaat harcamaları da büyüme performansını sağladı. Şimdi bunun sonucunda Türkiye hep bunun altını çiziyoruz, bu kadar parayı teknolojide bir üretime, enerjide dışa bağımlılık yerine temiz enerjilere ya da dışa bağımlı olduğumuz sektörlerde bağımlılığı azaltacak alanlara falan yatırmadı. Uzun bir siyasi ömre yatırımda bulunuldu, popülist yatırımlara ayırdı dolayısıyla bu da inşaat harcamaları olarak betona dayalı bir Türkiye ile karşı karşıyayız.
ÖM: Ben bir de şu ilavede bulunayım, Mustafa Mert Bildirci’nin Birgün’deki haberi önemliydi Dünya Bankası’na göre, tüm dünyada devletlerin en çok ihale alan şirketler sıralamasında ilk 5’e 4 Türk şirketinin girdiği. Bir de dün Cumhuriyet gazetesinde Cumartesi günü Emre Deveci haberi vardı, o da “kurdaki artış iktidara yakın şirketleri uçuruyor” diye ‘büyük vurgun’ başlığıyla verilmişti. Yani “gelir ve borç garantisi verilerek yaptırılan kamu-özel işbirliğinin sayısı 158’e toplam değeri de 135 milyar Dolar’a ulaştı. Yani Türk Lira’sı eridikçe dövizle sözleşme yapan şirketler kazanıyor” diyordu. Pek çok örneğini de vermiş, sizin de sözünü ettiğiniz KOİ (Kamu Özel İşbirliği) yöntemiyle inşaat özellikle, köprüler, vs. vaziyeti anlatıyor, Avrasya tüneli ve diğerlerinden bahsediyordu.
AB: Biz 2001 yılına geldiğimizde kamunun özellikle garanti verdiği projeler muazzam bir yükümlülük getirdi. Şu anda bu yükümlülüklerin maalesef toplam değerini bile doğru dürüst bilmiyoruz çünkü açıklık, şeffaflık söz konusu değil. Milyarlarca Dolar’lık yükümlülük söz konusu bu kamu özel işbirliği denilen modelde, bu modelin teferruatları ve yükümlülükleri üzerine dediğim gibi bir açıklık söz konusu değil. Bunlar krizin yaratacağı muazzam bir mali problem söz konusu ve buna IMF de dikkat çekti son raporunda, başka uluslararası kuruluşlar. Yani Türkiye ekonomisinde ciddi kur problemlerinin arkasında 16 yıl boyunca uygulanan politikaların sonuna gelinmişlik yatıyor. Artık buradan çıkış için çok ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor. Isınan bir ekonomide ekonomiyi soğutmak için bir takım tedbirlerin alınması lazım o da faiz politikası ve Merkez Bankası’nın politikalarında bağımsız olmasını gerektiriyor bugünkü kapitalist entegre olduğumuz sistem içerisinde. Bununla para politikası araçlarını başkan kullanmaya başlayınca iş tatsızlaşmaya başlıyor. Çünkü entegre olduğunuz uluslararası finansal sistemin kuralları buna uygun değil. Dolayısıyla Merkez Bankası başkanı, başkan yardımcıları, banka yönetiminin karar alması süreçlerindeki müdahaleler herkes tarafından görülüyor. Son şeyde de görüldü, faiz arttırılmasının istenilen zamanda istenilen seviyede yapmazsanız dikiş tutmadığını, yetmiyor, başka müdahalelerin gelmesi gerekiyor ve bu müdahaleler Türkiye’nin ekonomisini alt üst ediyor, fiyat mekanizması tümüyle çöküyor ve gerçekten yani IMF bu konuda geçen raporunda uyardı dedi ki “böyle devam ederseniz siz de benim kapıma geleceksiniz”. Yani Arjantin gibi ki Arjantin bazı önlemleri, özellikle bu faizle ilgili önlemleri Türkiye’den daha çabuk ve daha istenilen seviyede yapmasına rağmen. Dolayısıyla bugün yaptıkları müdahale Merkez Bankası’nın belli bir 300 baz puan artırımı yaptı 16,5’a çekti, zaten Türkiye’de muazzam bir yani başkanın istediğini tatmin etmek için bir faiz isimlendirilmesi söz konusu, burada da sadeleştirmeye gideceğiz diyorlar. Yani gerçekten kaotik bir duruma hızla girdik. Bu beklenilen bir durum muydu? Evet beklenilen bir durumdu, yani geçen seneki ekonomideki alınan önlemler daha çok kamu kaynaklı garantilerle büyümeye sevk ediyordu, şu anda döviz borçları olan küçük firmalara ilişkin kısıtlamalar getirildi. Bu bir kambiyo kısıtlaması, yapılması gereken bir kambiyo kısıtlaması, büyüklere ilişkin önlemler var ve işin önemli noktası reel sektörün borcunun çok yüksek olması ve bu borçların ödeme sıkıntısı içerisinde karşı karşıya kalınması ile Türkiye büyük bir problem eşiğinde. Tabii altını çizmemiz gereken husus şu, Türkiye bir otokratik yönetim esnasında bir finansal kriz eşiğinde bulunuyor. Bunun altına özellikle çizmek istiyorum, bunun beraberinde iki şey var, niye baskın seçim oldu? Baskın seçim olmasının nedeninin en birinci faktörlerinden biri ekonomik göstergelerdeki zayıflama ve bu durum. Bu 2019’da olsaydı bu soğutma, durgunlaştırma, yavaşlatma eğilimleri siyasetçi olarak Erdoğan’ın hiç arzulamadığı bir durum çünkü iktidarı elden bırakmak istemiyor. Dolayısıyla hem OHAL rejimi içinde, otokratik bir rejim içerisinde biz bir finansal kriz yaşıyoruz, bir ödemeler dengesine ilişkin problematik, borçlanmayla ilgili problematik söz konusu. Dolayısıyla bunun altını özellikle çizmekte fayda var, bütün uluslararası kuruluşlar, yayınlar Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun ve ekonomideki karar alma süreçlerinin zayıflığından söz ediyor. Şimdi otokrasiyle yani otokratik rejimlerin ekonomi yönetimi, ekonomik rejimi var mı? Ben epeydir bunlar üzerinde bakıyorum ama gerçekten bu otoriter faşist rejimlerine özgü bir ekonomi rejimi söz konusu mudur? Bir ortak özellikler alınabilir mi? Buradaki ortak özellik şu, gerçekten özel sektöre de müdahale eden bir durumla, piyasalara müdahale eden bir anlayışla cereyan ediyor. Bu anlayış tabii şöyle, siz ekonominizi hem otokrat olacaksınız, hem sermaye hareketleri serbest olacak, hem cari açığınız bu kadar yüksek olacak, enerjide bağımlı olacaksınız ve kamu kaynaklarını da verimsiz alanlara inşaata gömmüş olacaksınız ve otokrasinizi sürdürebilme imkanınızı daha da fazlalaştırmak istiyorsunuz. Bunlar zor bir denklem. Hem bu kadar problemleri olan bir ekonomide otokratik rejimi sürdürmek ancak bir 15 Temmuz şeyine sığınarak sürdürülebilme gayreti içinde olarak mümkün olabilir ya da zayıf bir muhalefet üzerinden olabilir. Yani cari açığınızda bu kadar probleminiz var, enerjide bağımlısınız, dış borçlarınız sadece yıllık geliriniz, milli gelirinizin ¼’ü toplamda yarıya yakın bir borçlanma şeyi içesinde, milli gelirinizin yarısı kadar borç yükü içerisindesiniz. Dediğim gibi yeni borçlanma yapmadan büyümenizi arttıramıyorsunuz ve 16 yıl boyunca aldığınız borçların tamamını inşaat sektörüne gömmüşsünüz, endüstrilere falan çıkış yapmamışsınız, popülist refah projeleri içerisinde bulunmuşsunuz, onda da yoksulların oylarını ipotek altına alıp yoksulları illüzyona bağlamışsınız. Bu devam eden ekonomik modelin sonuna geldi, şimdi Erdoğan “faize karşıyım” falan şeyleri kimse inandırıcı bulmuyor, çünkü 16 yıl boyunca faiz ödedi bu ülke. Bu 16 yıl boyunca da iktidar oldu. 16 yıl boyunca bu imkanlar sayesinde otokrasisini kurdu. Bundan sonrası gerçekten dünyada da tartışmalı bir husus, yani bu otokrasiyle dünya finansal sistemine serbest bağımlılık ilişkisi üzerine nasıl sürdürülebilirlik bir iklimi söz konusu olabilir. Bu herkesin konusu ama herşeyden evvel şunu söylemek lazım, Türkiye’de bir yönetim problemi var, saray diye bir konseptte gidiyoruz, sarayın bazı danışmanları var 40 tane, bir bakanlar kurulu var, bir ekonomi yönetimi var, sarayda ekonomi yönetimi var, bütün bunları topladığınızda bir yönetim sorunu ile de karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Herşeyden evvel de bağımsızlığı, mesela 97 krizinde Malezya devlet başkanı Maastir bir dönem sermaye hareketleri için ülkedeki IMF, Dünya Bankası ve uluslararası piyasa yöneticilerini ülkesinden kovmuştu, belli düzelmeden sonra açtı. Türkiye’de dediğim gibi bir otokrasi içindeyken finansal içerisine giriyoruz, bunun altını bilhassa çizmek istiyorum. Ayrıca döviz kuruna hakim olmayan bir ülkede finansal krizi de selamlıyoruz ve seçime de gidiyoruz ve OHAL’de seçime gidiyoruz. Ben daha önceki konuşmalarda ‘ekonomide lastik patladı jant üzerinde gidiyoruz demiştim’ gerçekten jant üzerinde giden bir ekonomiyle seçimlere giriyoruz. Bu seçimlerin OHAL içinde yapılacağına dikkat çekmek istiyorum, 25 Haziran’da biz OHAL’de olacağız, 9 Temmuz günü de OHAL içinde olacağız. Erdoğan da iktidarı bırakmak her hal ve şartta istemiyor.
ÖM: Bir küçük husus daha sorayım, yani Foreign Policy çok etkili bir dergi, her zaman görüşlerine önem verilen bir dergi ABD’de, o ekonomistlere Türkiye’nin durumunu sormuş çeşitli uzmanlara ve Türkiye’de ekonomi yönetiminde 6 temel hata sıralandığı belirtiliyor. Duvar internet gazetesinden aldığımız bir şey bu, Duvar çevirmiş bunu. Erdoğan’ın ekonomideki 6 hatasını şöyle sıralamışlar, bir tanesi ‘faiz bütün kötülüklerin anasıdır’ diye bu “ekonomi 101 dersinden sınıfta kaldı”, ikincisi büyümeyi tutturması, inşaat patlaması işte sizin de sözünü ettiğiniz gibi, “hiçbir yan etkisi olmadan %7 oranında büyüyebileceğine inanıyor Erdoğan ama bu mümkün değil, resesyon ortasına atar” ve %4’den fazla büyümemesi gerektiğini IMF söylediğini söylüyor. Üçüncü hata olarak yatırımcının her ne pahasına olursa olsun gelmeye devam edeceği anlayışı diye bir şey. Orta sınıfı vergilendirmek meselesi, yani yoksul tüketiciler ve memurlar pahasına “yoksullarla zenginleri ödüllendiren regresif vergi politikalarına sahne oldu” demiş, beşincisi “Türkiye’nin ekonomik sorunlarının arkasında dış güçler olduğuna dair komplo teorileri”, altıncısı da belki de en önemlilerinden bir tanesi “devleti güçlendirme şeyinde varlık fonu gibi şeyler kuruldu, aynı zamanda sermaye edinmek için ülkenin havayolları THY ve posta hizmetleriyle de oynuyorlar. Türkiye’nin cari hesap fazlası yok ve en önemlisi de S. Arabistan gibi ülkelerin aksine Türkiye’nin büyük projeleri finanse edecek devasa bir petrol zenginliği ve döviz fazlası yok” diyorlar. Yani böyle bir çöküş ifadesi var genel olarak.
AB: Son söz olarak şunu söyleyeyim, yani bütün bu alabora oldu ortalık, bunun sonunda bunu kim ödeyecek bu yükü? Bir kere enflasyon artacak, bu tüketiciye yansıyacak, çalışanlar, tüketici üstlenecek, büyük bir çoğunluğu geniş toplumsal kesimler ödeyecekler. Dolayısıyla bunun yansıması zaman içerisinde iktidar partisinin desteğinin azalmasına sebebiyet verecek. Şu anda da zaten baskın seçim olmasının en birinci sebeplerinden biri. Bu arada bankalar sistemi de çok zayıflıyor, çünkü biliyorsunuz ki konut satışları, bakın %33 oranında yapı ruhsat izni azaldı Nisan ayı itibariyle. Bu inşaat sektörünün ne durumda olduğunu gösteriyor. Bütün inşaat istatistikleri durumun vahametini ortaya koyuyor zaten. Bu stokla karşı karşıya. Bankalara talimat veriyorsunuz “konut faizlerini indirin! Vergileri almayın dayanıklı tüketim mallarından!” Bu kamu mali sistemini de alt üst ediyor, bankaların zararları söz konusu oluyor. Bunun yükünü de geniş toplumsal kesimler ödeyecek, ödemeye de başlıyor, önümüzdeki dönemde de hafriyat artışlarıyla da görülecek bu.
CT: Ya da başbakan Binali Yıldırım’ın dediği gibi “arkalarındaki 81 milyon ödesin, geri kalanı ödemesin!”
AB: Arkalarındaki 81 milyon öder mi diyor?
ÖM: 81 milyon arkamızda demiş ama sosyal medyada da ‘ben yokum’ kampanyası büyük bir başarı kazanmış.
AB: Yok yok Carlo Cotarelli’yi bir daha çağırsınlar!
ÖM: Peki çok teşekkür ederiz.
CT: Görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın!