"Neo-liberalizm ve otokrasi tarımı yıktı"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik programında Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.

(26 Ekim 2020 tarihinde Açık Gazete'de yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar.

Ali Bilge: Merhabalar herkese. İyi haftalar!

ÖM: Bugünkü programda biraz tarım meselesini, tarım dosyasını ne zamandır konuşuyorduk açacağız diye şimdi açabiliyoruz herhalde, değil mi?

AB% Evet epeydir erteliyorduk yaşanan iktisadi ve siyasi gelişmelerden dolayı. Birkaç ay önce başladım okumaya, derlemeye, bilgileri güncelleştirmeye. Türkiye tarımı ne durumda? Belli başlıklar çerçevesinde meseleye girelim, tabii birkaç hususu hemen belirtelim; dünya tarihine baktığımızda büyük salgınlar, savaşlar ve kıtlıklar iç içe geçmiş bir vaziyettedir. Bugün, dünya tarihinin ve 21. yüzyılın en önemli salgınlarından biriyle karşı karşıyayız. Salgın, kıtlık, açlık ve savaşlara, 21. Yüzyılda doruğa çıkan iklim yıkımının etkilerini de eklemek lazım. İşte tüm bunlar tarım üretimini, tarımı etkiliyor. Türkiye ve dünya, işsizlik, yoksulluk, açlık ve tarım açığıyla karşı karşıya

Tabii bu çerçeveye şunları da eklemek lazım. Uzun yıllardır dünya ekonomisine hakim olan zihniyet; “neo-liberalizm” diye adlandırdığımız zihniyet, özellikle tarım üzerinde muazzam bir tahribat yarattı. Türkiye özelinde, 2001’de yaşanan iktisadi krizin sorumlusu sanki tarım sektörüymüş gibi Türkiye tarım politikasına yanlış uygulamalar devreye girdi. Neoliberal tarım politikaları ile Türkiye tarımında devletin varlığı minimize edildi. Serbest piyasaya ve dış rekabete terk edildi. Malum, o günlerde Dünya Bankası ve IMF’nin Türkiye’ye dayattığı, 15 günde 15 yasanın biri, tarım politikasının neoliberal tarzda değiştirilmesiydi. Tarımda neoliberal politikalara geçiş Türkiye tarımını bugün yaşadığımız devasa sorunlar içine kıvranmasına yol açtı. Neoliberal tarım politikası uygulamalarıyla geçen 20 yıla, otokrasinin feci yaklaşımları ve yanlışlıklarını da eklenince, muazzam bir yıkımla karşı karşıya kaldığımızın altını çizerek dosyamızı başlamış olalım. Evet neo-liberalizm ve otokrasi tarımı yıktı. Yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen, kendinden menkul bir başkanlık sistemi, tek adam sistemi, ülkenin iktisat politikalarını, sektörel politikalarını yönetilememezlik içine, kaosa sürüklemiş durumda. Başlangıçta bunları ortaya koyalım. Ayrıntılara bundan sonra girmeye çalışalım. Bir de şu notu ekleyelim; tarım dosyasına çalışmaya 2-3 ay önce başlarken çok çeşitli raporlardan yararlandım. Bunların içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Okan Gaytancıoğlu’nun hazırladığı notlar var. TUSİAD raporları, hububat konsey raporları, dünya tarım raporları vbg çok değişik alanlarda sektörel çalışma yapan kurumların raporlarından yararlandım. Tabi Dünya gazetesinde, Türkiye'de tarım gazeteciliğinin öncüsü rahmetli Fasih İnal abimizden sonra tarım konusunda en önemli yazılar yazan Ali Ekber Yıldırım arkadaşımızın yazılarından da yararlandığımı, pek çok kaynağı taradığımı belirteyim. Ayrıca çiftçilikle uğraşan arkadaşlarımdan da yararlandığımı söyleyeyim. Bundan sonra da konuya geçelim isterseniz.

ÖM: Evet, lütfen.

AB: Şimdi Türkiye çiftçileri neden şikayet ediyor? Türkiye'de çiftçilikle uğraşan insanlar işlerini terk ediyorlar, yıldan yıla iş bırakanların sayısı artarak devam ediyor. Şimdi şöyle bir rakam vereyim; son 12 yılda Türkiye'de çiftçi sayısı %48 azalmış, yarı yarıya neredeyse. Tarım alanları 18 sene içerisinde %13 düşmüş. 18 yılda tarım sektörüne istihdam edilen kişi sayısı da %44 azalmış, tarım işçilerine mevsimlikler dahil bu rakama. SGK verileri düzenli olarak çiftçi sayısındaki azalışı zaten bize gösteriyor. Sürekli bir düşüş var. Bir yıl içinde, on binleri, bazen yüzbinleri bulan tarımdan çıkan, çiftçiliği bırakan insanlarla karşı karşıyayız. Şöyle söyleyeyim, çiftçi kayıt sistemine geçişten itibaren bu sonuç yarı yarıya bir azalmaya karşılık geliyor. Tarım alanları da azalıyor. Çok rakamlara boğmak istemiyorum ama 2002'de, 26 milyon 600 bin hektar olan tarım arazisi, 23 milyon hektara düşmüş durumda. Tarım alanları azalıyor. Tarımdaki emekçiler çalışan işçiler azalıyor. 

Ekranlarda atıp tutan o kadar çok ki; Türkiye’yi analiz ederken, siyasal analiz yaparken, özellikle oy verme eğilimlerine bakarken bu değişimi göz önünde bulundurmak gerekiyor. Soma'ya bakarken de tarıma bakmak gerekiyor. Şimdi böyle bir durumda pandemiye girdik.Pandemi öncesinde, pandemi ilan edilmeden, 15 Aralık 2019 tarihinde bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi yayınlandı. Karara göre Toprak Mahsulleri ofisinde -ki Türkiye'nin tarım politikasındaki en önemli kurumu- 1,5 milyon ton buğday ithalat yetkisi veriliyordu. Pandemiye girince nisan ayında yetkililer dedi ki “Bir sorunumuz yok buğdayda ithalata gerek yok ama biz buğday ithalatında gümrük vergisini sıfırlıyoruz. Toprak mahsulleri stoku yeterli, yeni hasat dönemi de başlayacak ithalata gerek yok” dendi ama baktık ki ocak ayında, şubat ayında, mart-nisan ayında sürekli ithalat yapılmış. 25 Ağustos tarihinde de bir ilan gördük; 500 bin ton buğday ihalesine çıkılıyor! Aynı durum geçen sene de oldu. Şimdi Türkiye son yıllarda buğday ithalatı yapan bir ülke konumuna geldi ama bunu neden yapıyor, neden ithalata başvuruyor? “Bunu gıda fiyatlarının enflasyona etkisini azaltmak için yapıyoruz” diyorlar. Yani yerli üretimde girdi maliyetleri nedeniyle yüksek fiyata çıkınca bunu “dizginlemek üzere ithalata başvuruyoruz” diyorlar ama garip bir durum var. Elbette ithalat kullanılan bir enstrüman olabilir zaman zaman, ama ithalat ucuzsa bu doğru bir politika olur, bir süre için yapılabilir. Oysa ithalat hiç ucuz değil, mesela 25 Ağustos 2020 tarihli buğday ithalatında ton başına ekmeklik buğday için 230, makarnalık buğday için 320 $ fiyat verilmiştir. Yani, bugünkü kur ile ekmeklik buğday için ton başına 1830 TL makarnalık buğday için 2540 fiyat verilmiştir. Hasat döneminde aynı TMO, çiftçiden ekmeklik buğdayı ton başına 1.650 TL’den, makarnalık buğdayı da 1.850 TL’den satın almıştı. Yani yerli üretimden daha pahalı olan ithalat tercih edilmektedir. Akıllara ziyan bir durumdur. Asıl yapılması gereken girdi maliyetlerini ucuzlatacak önlemeleri almaktır. Girdi maliyetlerini ucuzlatacaksın ki, tarımı destekleyeceksin ki, koruyacaksın ki, ithalata başvurmadan ülkeni doyurabilesin, buğdayı ithal etmeyesin. Yerli üretime verdiği ton başı fiyattan pahalı bir ithalat yapıyor Türkiye, biliyor musunuz? Hasat döneminde verdiği fiyatın üstünde ithalat yapıyor. Yani kendi üreticisine vermediği, yüksek bulduğu parayı başka ülkenin üreticisine vermiş oluyor. Böyle bir gariplik var. Peki bunu niye yapıyor? Temel savunma ; “enflasyonda gıda ürünlerinin sepetteki etkisini azaltmak için yapıyoruz” şeklinde oluyor. Ayrıca bu ithalattan gümrük vergisi de almıyor. Bir de özellikle, bu ithalatla değirmen sektörüne ve makarna sektörünün ihtiyacı olan buğdayı sağladıklarını çünkü bunun ihraç edildiğini söylüyorlar. O zaman, ya ucuz üretmenin yolunu bul, ya da ucuz ithalat yap…

Şimdi bunların hepsi aslında kur politikanızla döviz politikanızla ilgili hususlar. Şimdi siz bir kur politikası benim derdim değil derseniz, o zaman çiftçi de sizin derdiniz olmaktan çıkıyor. Çünkü çiftçinin kullandığı bütün girdiler dövize bağlı girdiler. Özellikle, mazot girdisi var, gübre girdisi var, tohum girdisi var, kullandıkları tarım ilaçları denilen zehirler var, dövize göre fiyatlanıyorlar. Bugün Türkiye, bir tarım politikası uygulamaktan tamamen uzak bir ülke . Günübirlik anlayışla bodoslama gidiyor. Yazdım ve dile getirdiğim bir kavram var, son yıllarda ekonomide tanık olduğumuz durum, ekonomik dirijizm dediğimiz durum, yani devleti ele geçiren grubun sektörleri de ele geçirmesi. https://t24.com.tr/haber/turkiye-de-hakim-duzen-ekonomik-dirijizmdir,829849 Şimdi olayımızda da, otokrasiyle bağlantılı olan yapılanmaların olduğunun, otokrasiye eklemlenmiş tarım ithalatçısı kesiminde olduğunun altını çizelim. Bunların da gemilerle taşındığının altını çizelim. Şimdi tarımda ithalata teslim olmak akıl alacak bir durum değil. Bu topraklar, insanlığın yerleşik düzene geçtiğinden beri dünyada en eski tarım yapıldığı bir coğrafya ; Mezopotamya ve Anadolu, çağlar boyunca tahıl üretimi yapılan bir ülke. 

2015 yılında 78,6 milyon dekar buğday üretimi yapılırken, 68,5 milyona 2019’da inmiş. 10 milyon dekar buğday ekilmediği için, saman olmuyor, yetmiyor, bu nedenle saman ithalatı yapılıyor. 2015 verileriyle baktığımızda 22,6 milyon ton buğday üretimi olduğunu, bunun 19 milyon tona 2019 yılında gerilediğini görüyoruz, 2020 hasadının bu 2019 seviyesinde olacağı tahmin ediliyor. 2019 yılında cumhuriyet tarihinin en fazla buğday ithalatını yaptık. 2,5 milyar dolar karşılığında 10 milyon ton buğday ithal ettik. 

Buğdayın önemli bir bölümünü biliyorsunuz Rusya’dan alıyoruz. Rusya’ya sadece S-400'lerle, doğalgazla, turizmle bağımlı değiliz, buğdayda da bağımlıyız. Biz buğdayı Ukrayna’dan, Rusya’dan, Meksika'dan da alıyoruz. Hatta Yunanistan’dan bile aldığımız oluyor. Sırbistan’dan da ithal ediyoruz. Venezuela’dan da tarım ve hayvancılık ürünleri ithalatı yapıyoruz son dönem, biliyor musunuz? Toplamda baktığınızda, yıllık hacim 10 milyar dolar civarında tarımsal hububat dahil tarım ithalatı yapıyoruz. Yapılan ithalatın tamamının neredeyse Türkiye’de üretilebilir ürünler olduğunun altını çizelim.

Üretim fiyatlarının artışı sonucunda, ithalatı devamlı bir terbiye unsuru olarak görmek, bir iktisat politikası, bir tarım politikası yürütmek değildir, gerçekten içler acısı bir durum demektir, çünkü asıl meseleye işaret etmiyor demektir. Kaldı ki yapılan ithalatta ucuz değil. Enflasyonu düşürmek için başvurulan ithalat ile koskoca bir sektörü çöktürüyorsunuz. Türkiye’de düzenli olarak son yıllarda ithalatçı bir ülke oldu, 10 milyar dolar civarında ithalat yapıyor. Şimdi aklıma geldi, bir dipnot verelim. CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu’nun geçen hafta bir açıklaması vardı. “18 yılda Türkiye dış piyasalardan aldığı borcun faizi olarak 510 milyar dolar ödedi” diye. Yıl başına, neredeyse 30 milyar dolar civarında bir ödeme düşüyor, yılda 30 milyar dolar civarında faiz ödemesi yapan borçluluk zinciri içinde bir ülkeyiz. Neyse şimdilik bunu geçelim .2020 tarım ürünleri ithalatına baktığımızda da buğdaydan arpaya, soyaya kadar, pirince kadar yapılan ithalat var. Çok ciddi bir para ödenmiş yılın ilk 7 ayında da. Muhtemelen bu da 10 milyar dolarlara yaklaşacaktır tarım ithalatı bu yıl içerisinde de, çünkü buğday, arpa, mısır, ayçiçeğine ilk 7 ayda 4 milyar dolara yakın bir döviz ödemesi olmuş. 

Türkiye geçmişte de tarımda kendi kendine yeten bir ülkeyken bu hale nasıl geldi? Elbette, 2001 den bu yana uygulanan neo-liberal politikalarla, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen otoroksiyle, sektörel politikalarda otokrasi içinden yakın kişilerin, grupların gözetilmesi ile bu duruma geldi. Elbette yanlış politikalar uygulandı. Bunların başında destekleme politikaları geliyor. Şimdi dünyanın her tarafında tarım, üstelik bizim gibi orta gelir durumunda olan ülkeler için desteklenmesi gereken bir alandır. Ben ömrü hayatımda 2-3 kez Yüksek Planlama Kuruluna katıldım. Yüksek Planlama Kurulları vardı bu ülkede, eski Türkiye’de, beğenmediğimiz Türkiye’de.. İşte bu toplantılarda hükümete, başbakana, bakanlara bir sunum yapılırdı, özellikle Devlet Planlama Teşkilatı bu çalışmaları hazırlardı. Kamu dengesinden tutun, bütçe rakamlarına, büyüme ve dış ticaret, enflasyon, döviz kuru politikaları, hangi kesime ne kadar kaynak tahsis edilecek vbg konular gündeme gelirdi. Şimdi Devlet Planlama Teşkilatı yok. Kalkınma Bakanlığı diye bir bakanlık kuruldu, onun içine atıldı ve biz eski devlet planlama performansının zerresini göremiyoruz bu bakanlıktan. Zaten CHS de bakanlıklar silindi, her şey saraydaki komitelere bağlı olarak yürütülüyor. Tarım Bakanlığının haberi olmadan saraydaki komite tarım üzerine karar alabiliyor. Neyse konumuza dönelim. YPK toplantılarında başbakanlar, özellikle bu Demirel, Özal, Ecevit kategorisindeki siyasi liderler şöyle bir bakardı, derlerdi ki; “şimdi bu yıl biz fakire fukaraya ne veriyoruz? Köylüye, çiftçiye ne veriyoruz? Gayrisafi Milli Hasılanın ne kadarını, yüzde kaçını çiftçiye dağıtacağız, vereceğiz?” Çünkü bu adamlar, yılların tecrübesiyle bir oranı bellemişlerdi, bilirlerdi, destek GSMH nın %4’ün altına düşerse, kendileri için orada bir sorun var demektir, oy istemeleri zordur. Şimdi bu rakam yani tarıma verilen destek nedir biliyor musunuz? GSMH’ın %2’sinin altında ve ayrıca nasıl, nereye, ne verildiğini bilmeden yapılan desteklemeler haline gelmiş durumda. Desteklemeler düşmüş durumda ve gerçekleştirilmiyor. 

Yılda 30 milyar dolara dış borç faizi ödüyorsunuz ama tarımı desteklemiyorsunuz.. Neoliberal politikalarla tarımı piyasaya açmak ve ithalatla terbiye etmek ve ardından eklenen otokrasinin yönetilememezliği eklenince, büyük bir açmazla karşı karşıya kaldık. Mesela yumurta fiyatları yüksek seyrediyor çünkü yumurtanın yemi zamlanıyor sürekli. Düşünün yıl içinde kur ne kadar arttı? O kadar da girdi maliyetleri arttı. Dolayısıyla esas değinilmesi gereken yere dokunmuyorsunuz, bunu ithalatla dengeleyebileceğinizi düşünüyorsunuz. O zaman ithalata bağımlılık artıyor, çiftçilik azalıyor. Bakın Türkiye’de çiftçi yaşı 55 olmuş. Gençler çiftçilikle uğraşmıyor. 55 yaş çiftçilik için oldukça yaşlı bir yaştır. Kopuyor insanlar çiftçilikten. Kur artışı nedeniyle girdi maliyetlerinin yükselişinin sonucunda fiyatlar yükseliyor. Fiyatlar yükselince girdi maliyetlerini ucuzlatmak, çiftçinin ayakta kalmasını desteklemek yerine ne yapıyoruz? İthalata başvuruyoruz. Yaptığın ithalatta da pahalı ödüyorsun. Bu arada Dünya Ticaret Örgütü’ne verdiğimiz tarifeleri de deliyoruz. %130’dan 45 oradan 0’a çekiyoruz.

Sonuçta tarımda ithalatın da dağılımı şehir hastaneleri dağılımı gibi. O ithalatı yapan grupları da şeffaf şekilde bilemiyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de bu ülke coğrafyasında üretilen bu ürünler için ithalata başvuruluyor, üretim, üretici desteklenmiyor. Destekleme doğru dürüst yapılmıyor. Ayrıca bir sulama sorunu var, yerli tohum meselesi son derece önemli, tohumda da ithalata bağlısınız. En önemli sorunlardan biri de borç. Şimdi bakın, 2019 verilerine göre, çiftçi kayıt sistemine kayıtlı olan 2 milyon 260 bin çiftçinin 120 milyar TL bankalara borcu var. Kooperatiflere de 10 milyar TL tarımsal kredi borcu var. 130 milyar TL borcu var çiftçinin. Üstelik 2019 rakamları bunlar. Bu arada kooperatif deyince aklıma geldi. Türkiye’de kooperatif üzerinden tarımsal işleyiş %4’lere indi. Birleşik Devletlerde ve Avrupa’da %75-80 seviyesinde. Peki, çiftçi bankalara borcunu ödeyemeyince ne oluyor? Araziler bankalara ipotekli, sonuçta bankalara geçiyor bu araziler. Türkiye’de şu anda en büyük tarımsal arazi sahibi olan bir özel banka var mesela. Haydi, Ziraat Bankası devletin bankası ama sırada bir özel banka var. O bankayı da Rus’lardan sonra Birleşik Arap Emirlikleri satın aldı. Özel bankalar içinde çiftçilere en fazla krediyi bu banka verdi son yıllarda. Şimdi bu aslında bu topraklar bu bankaların arazisi haline gelmiş oluyor. 

Türkiye, finansal küreselleşmeye dahil olduğu 1990’dan itibaren borçla yaşayan, daha doğrusu finansal küresel sistemin borç halkalarından edindiği kaynaklarla büyüyebilen ekonomiye sahip bir ülke. Tarımı da buna entegre etmiş durumdasınız, diğer sektörleri de. İpin ucu kaçmış durumda. Dolayısıyla bugün pandemiyle birlikte tarımın içine girdiği girdap aynı zamanda bir borç girdabı. Dolayısıyla bu borcun yapılandırılması, sıfırlanması, çözümü gerekiyor. Konulardan bir tanesi bu. Çiftçinin tarlada çalışmasını, ürün elde etmesini istiyorsak girdi maliyetlerini azaltmak zorundayız. Orayı planlamak zorundayız ve de borçları yapılandırmak zorundayız. Borçlarını ödeyemiyor insanlar. Borcunu ödeyemeyince, sıraya giren, hapse girme sırası bekleyen insanlar biliyorum. Köyün kahvesine oturur, sırası gelir, ödeyemedi Ziraat Bankasına borcunu, hapis cezasına çevrilir. Gider şehrin hapishanesinde cezasını çeker. 

Şimdi tarıma yapılan transferlerin Gayrisafi Milli Hasıladaki oranı 1990’lardan itibaren gittikçe azalıyor ve bu azalma beraberinde tarımda çalışan insanların azalmasını beraberinde getiriyor ve pandemiye geliyoruz. Pandemide de baktığımızda en az kısıtlamanın olduğu yer tarım sektörü. Tarım sektörü çalıştı biliyorsunuz. Aynı zamanda en az da desteklendi. Başka sektörlere yapılan desteklerin %1’i yapıldı ya da yapılmadı. Sadece tarımsal kredi borçları 6 ay ertelendi, o kadar, bu arada çok büyük bir şey bulunmuş gibi sunuldu ; işte hazine arazileri tarıma açılıyor diye bir propaganda yapıldı. Halbuki o da açılmadı. 14 milyon hektar açıldı dendi öyle bir şey yok, yapılmadı. 

Tarım sektörünün en az desteklenen sektör haline geldiğini söyledim de, peki bu desteklemeler sınırlı ölçüde yapılıyor da nasıl yapılıyor? Şimdi bir çiftçi olduğunuzu düşünün, 2019 yılının başlarında diyorsunuz ki ben ne ekeyim? Şunu ekeyim. Peki ama ben bunu ekeceğim de, destek nedir buna? Bana devletim ne destek verecek? Tarım destekleniyor ya, buğdaya ne destek verecek? Soyaya ne destek verecek? İşte bunu bilmeden ekiyor çiftçi. Dekar başına ektiği ürünün ne olduğunu bilmeden ekiyor. Tamam ekiyor, hasat vakti geliyor. Yine bilmiyor. Ancak 22 ay sonra destekleme paralarını alabiliyor çiftçi. Şu anda 2020’nin hasadı oldu, iş bitti, çiftçiler ne kadar destekleme primi alacaklarını bilmiyorlar, açıklanmadı. 2019 ödemeleri yeni ödendi/ödeniyor, ekimden 22 ay sonrayı buluyor almaları, bunu da 4 eşit taksitle ödüyorlar. Bir de %4 vergi kesintisi var. 

Şu anda hasat bitti. Zararına da olsa sattı, işte şunu etti bunu etti, ama çiftçi 2020 yılının destekleme primlerini bilemiyor, bilmiyor, açıklanmadı, para yok, kaynak yok çünkü. Böyle bir çiftçilik olur mu? Avrupa Birliği 2027 yılına kadar yapacağı desteklemeyi açıkladı. Önünü 7 yıl görüyor çiftçi. Burada böyle bir şey yok. Türkiye Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemiyle, otokrasiyle neo liberal politikalarla otokrasiyle geldiği nokta tarımda bu, kırmızı alarm veriyor. 

ÖM: Fakat şeyi de ben ilave edeyim izninizle Ali Bey. Yani Avrupa Birliğinin KARP adı verilen tarım destekleme politikaları konusunda da büyük bir tartışma var ve bütün bu (…….) de dahil olmak üzere zararlı tarımsal uygulamaların toprakta verimlilik kaybının ve biyolojik çeşitliliğin de sürdürebilirlik yerine biyolojik çeşitliliğin yıkılmasına da yol açan şeyler üzerine büyük bir tartışma başladı. Hatta Avrupa Birliği liderlerine de şu anda görebildiğim kadarıyla 23 bine varan sayıları açık mektup yazan, imzalayan şeyler var ve çok bunun peşini bırakmayacağız. Avrupa Komisyonunun bunu değiştirmesi gerekiyor. Bütün bu yeni öneriyi tümüyle değiştirmesi gerekiyor diye bir baskı var. Öbür yandan da şeyi de söylemek lazım; İstanbul’da barajların mesela son 10 yılın en kritik seviyesine indiği, büyük bir kuraklığın da başını gösterdiği İstanbul’da ve belki Konya’da da daha sonra üzerinde konuşabileceğimiz kuraklık meseleleri var. Yani tek kelimede edilmiyor iklim değişikliği ya da biyolojik çeşitlilik konusunda sizin söylediklerinize ilaveten de onları eklemek gerekir diye düşünüyorum. Çok ciddi bir sorunla, yalnız insanlığın değil, yalnız Avrupa’nın da değil, bütün dünyanın sorunları olduğunu ve özellikle de başta yoksul çiftçiler olmak üzere en fazla bu iklim değişikliğinden etkilenen kişilerin en fazla vurulacak olduklarını da söylemek gerekiyor herhalde.

ÖM: Nitekim zaten salgın etkisini açlık ve yoksullukta gösterdi. Açlar ve yoksullar arttı. Bu sene 2020 yılı Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Birleşmiş Milletler’in Dünya Gıda Programı oldu. Örgüte bu ödül, çatışmalardan etkilenen bölgelerde yürüttüğü açlıkla mücadelesi nedeniyle verildi.

AB: Evet, evet verildi ve çok takdire şayan bir şeydi, unutuluyordu. Yani çok ağır bir durumla karşı karşıyaydı. Uzun vadede sürdürülebilir bir beslemeye yetecek miktarda sağlıklı gıda üretebilmenin tek yolu diyor mesela yeni bir kitap yayınlandı Martin Empson editörlüğünde. Çevre krizine devrimci bir yanıt diye. Z yayıncılıktan çıkan bir kitapta. Orada editör Martin Empson şöyle diyor; “Bütün dünyayı uzun vadede sürdürülebilir beslemeye yetecek miktarda sağlıklı gıda üretebilmenin tek yolu kökleri arazinin kolektif mülkiyetine ve bahsi geçen üretim araçlarına dayanan bir tarımsal yapılanmadır. Onun dışında bundan çıkış olamaz” diyor. 

AB: Son bir bilgi vereyim; malum buğday sorunu kuraklık ve kıtlık meselesi, Suriye’de Arap baharı denilen ayaklanmanın baş sebeplerindendi. Esed rejimi, yıl içinde YPG’nin kontrol ettiği bölgelerde çiftçilerden buğday satın almış. Bunları da silolarda depo etmiş. Esed rejimin kontrol ettiği Güney’de durum vahim tabi, özellikle bu buğdayda, rejim satın aldığı buğdayı Güneye nakletmek, taşımak istemiş. Bunun üzerine YPG’ de vergi almadan taşıtmamış. Ciddi çatışmanın eşiğine gelmişler. Suriye yetkilileri YPG’nin de kontrol ettiği bölgelerdeki çiftçilerden buğday satın alıyor, orada depoluyor. Bir gece bunları tırlarla taşımak isterken, öbürleri de diyor ki “taşıyamazsın” çünkü buranın da ihtiyacı var, taşırsan vergi ödersin”.. Yani durumun kötü feci noktalara gelmiş olduğu anlaşılıyor. Biraz önce söylediğiniz Avrupa Birliğinin üstünde durduğu toprağın zehirlenmesi meseleleri Türkiye’de bunlar konuşulmuyor bile. Toprağın ne hale geldiği konuşulmuyor bile.

ÖM: Aynen onu kast etmiştim ben de. Ne iklimden ne kuraklıktan...

AB: Dolayısıyla biz öyle bir noktadayız ki... Duyuyor musunuz? 

ÖM: Duyuyoruz. Süremiz de bitmek üzere.

AB: Tamam bitiriyorum aslında 5 program yapacak kadar bir çalışma yaptım. Gerekirse başka boyutlarıyla da bakarız, ilgili arkadaşları da çağırırız. Herkese iyi yayınlar diliyorum. 

ÖM: Çok teşekkür ederiz.