Açık Gazete’nin köşelerinden Ekonomi Politik’te Ali Bilge gündeme yönelik yorumlarda bulundu.
(17 Ağustos 2020 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Özdeş Özbay: Merhabalar Ali Bey, günaydın!
Ali Bilge: Günaydın Özdeş, günaydın Can, günaydın Feryal, iyi yayınlar!
ÖÖ: Teşekkür ederiz.
CT: Günaydın Ali Bey, merhaba!
AB: Ömer Madra bu hafta da aramızda yok, sanıyorum önümüzdeki haftalarda birlikte olabileceğiz.
ÖÖ: Büyük ihtimal öyle olacak, göreceğiz.
AB: Bugün 17 Ağustos 1999’da yaşanan ve büyük kayıplara neden olan depreminin 21.yıldönümü. Sanıyorum bu konuya değindiniz ama ben de bir iki şey eklemek istiyorum. Depremden sonraki yıllarda yaşanan, özellikle AKP iktidarı boyunca (2002 -2020) yıllarında gerçekleşen inşaat furyasına pek çok yayınımızda değindik, değiniyoruz. Türkiye’nin elde ettiği kaynaklarla 2,4 trilyon dolarlık bir harcama yaptığını, bu harcamanın çok önemli bir kısmının (yaklaşık 1,3 trilyon dolarlık) inşaat sektörüne yönelik yatırımlar olduğunu defalarca dile getirdik. Bu harcamalar, Covid-19 döneminde kesintiye uğramasına rağmen, temmuz ayında yeniden artışa geçmiş olduğu ortaya koyulan rakamlarla anlaşılıyor. “Hazır beton endeksi” isimli bir endeks var, temmuz ayında verilen inşaat-konut sektörüne teşvikler nedeniyle endekste ciddi bir yükseliş olmuş. Hazır beton üreticileri derneği yayınlıyor bu endeksi. İktisadi büyüme sağlamak için bankalara zorla ve ucuza vermeleri istenen krediler ciddi artış gösterince, inşaat faaliyetleri de artışa geçmiş. Nitekim o krediler nedeniyle de kur patladı. Ayrıca, “pandemi sonrasında büyük bir çıkış yapacağız” diyen, hazır beton üreticileri ve inşaat sektörü temsilcileri açıklamaları ile karşılaşıyoruz, doyulmuyor anlaşılan, 99 depreminden bu yana yapılan inşaat harcamaları ortada. Aynı sektör temsilcileri; Türkiye’deki inşaat ve bina stokunu, envanterini veriyorlar, ülke bina stokunun %35’inin depreme dayanıksız olduğunu ifade ediyorlar. Pek çok bilim adamı, üniversite temsilcisi, uzman bu tehlikeli duruma işaret ediyor. Aslında değişen pek bir şey yok. 99 deprem sonrası slogan neydi? Hatırlayın; “depremden sonra her şey eskisi gibi olmayacak!” denmişti. İstanbul’da herhalde 6-7 katı kapalı alan inşaat yapıldı, belki 10 katı inşaat yapıldı, tam bilmiyorum, takip edemedim. Yani durum hiç parlak değil. Deprem 7,5 şiddetinde bir depremdi, depremle birlikte neyin farkına vardık? 60’lı yıllarda planlı dönemde Türk sanayisin fay hattı üzerinde kurulmuş olduğunu gördük. İlk büyük rafinerimiz TÜPRAŞ yanıyordu, siz benden gençsiniz o günleri belki hatırlayamayabilirsiniz, depremden özel sektör fabrikaları etkilendi ve silahlı kuvvetler, donanma etkilendi. Türkiye’de donanma Gölcük’te tam fayın üstünde kurulmuştu, sanayiyi ve donanmayı fay üstüne kuran bir ülkeyiz biz. O günlerde de, Türkiye çok ciddi bir ekonomik darboğazdaydı, stand-by’e dönüşmemiş olan yakın izleme anlaşması dediğimiz, IMF ile bir anlaşma içindeyken deprem yaşandı.
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında, büyük acılar yaşadığımız günlerde, Cumhuriyet tarihi boyunca en dişli dış politika sorunu yaşadığımız Yunanistan’la ilişkilerimize yumuşama başladı. Yumuşama sürecinin başlamasından bugüne kadar yaşananları anlatarak, bugün yaşanan Doğu Akdeniz- Yunanistan gerilimine girmek istiyorum. İşte, o dönemde yardıma koşan ülkelerden biri de Yunanistan’dı. Destek önce STK’lar aracılığıyla başladı, dönemin Yunan başbakanı Simitis ve dışişleri bakanı Papandreu’nun yumuşamada etkisi çok önemliydi. Simitis’in Başbakanlıkta ikinci dönemi yaşanıyordu.
Biliyorsunuz, Türkiye ile Yunanistan arasında halihazırda ciddi bir sorun stoku var. Sorunların birikimini 1970’li yıllardan itibaren getirdiğimizde, karşımızda başlı başına esaslı bir Kıbrıs sorunu çıkıyor, Ege denizinde kıta sahanlığı sorunu var, halen devam ediyor, uluslararası mahkemelere intikal etmiş durumda. Yunanistan’da batı Trakya Türkleri sorunu var, müftülük, seçme ve seçilme haklarına ilişkin başlayan devam eden sorunlar bulunuyor, Ege hava sahası problemi var, Ege’de ve Akdeniz kıyılarında adacıklar ve kayalıklar sorunu var. Zaman zaman karşılıklı yumuşamalarla çeşitli biçimler alan Heybeliada ruhban okulu konusu var, Fener Rum Patrikhanesi meselesi var, ayrıca bu yıllarda Öcalan sorunu yaşandı, pek başka sorunlar da yaşandı..
ÖÖ: O da 99’du zaten.
AB: Evet o da 99’du zaten o gerilimin üzerine, Kardak’ta iki taraf savaşın eşiğine gelmişti Kardak 1996-97 olması lazım.
ÖÖ: Evet.
AB: Her iki ülke sorunlarına şimdi Doğu Akdeniz petrol ve doğalgaz alanlarına ilişkin sorun da eklendi. Tabii sorunların sonuncusu, sadece muhatabı Yunanistan olan sorun olmanın ötesinde, çoklu bir muhatabı olan bir sorun halinde.
CT: Ali Bey bir ekleme yapabilir miyim?
AB: Tabii.
CT: Bugün bu Açık Kitap üzerinden depremle alakalı durumu hatırlatırken dinleyicilerimize de aktardık, deprem anında Türkiye’nin ilk yardımına koşan ülke Yunanistan, bundan 2 hafta sonra da deprem olduktan sonra yani 17 Ağustos depreminden 2 hafta sonra deprem olduğunda da Yunanistan’ın yardımına koşan bir ülke Türkiye oluyor. Yani ilişkiler eskide sürekli bu şekilde gitmiyordu, şu anda baktığımız zaman gündeme Türkiye yıllardır kanlı bıçaklı bir şekilde gösterilmeye çalışılsa da Yunanistan’la ama tarihin bazı dönemlerinde birbirlerine en zor anlarında en yakın olan ülkeler olarak da biliniyor. Benim sorum “bu noktaya nasıl geldik?” Yani bu bir anda ortaya çıkan bir durum mu? Yapay bir durum mu?
AB: Aslında şöyle, hep inişli çıkışlı oldu ilişkiler, Yunanistan’la yakın tarihimiz içinde çok ilginç gelişmelerde yaşandı. Konuyu uzatacağız ama şimdi sırası anlatmanın, bu anlatacağım pek bilinmez. 2. Dünya savaşında Naziler Yunanistan’ı işgal ettiğinde, Yunanistan’da o zaman Başbakan dede Papandreu’dur. İşgal sonrasında Papandreu hükümeti Mısır’a sürgüne gider, taşınır. Nazi kontrolünde bir hükümet kurulur Yunanistan’da. Türkiye’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’dür, İnönü; dönemin Atina’daki Türkiye büyükelçisini, “senin yerin artık Mısır’dır, biz sürgündeki hükümeti tanıyoruz” diye bir talimatla Mısır’a gönderir. Dolayısıyla o dönemde, Kahire’de 2 büyükelçimiz vardır. Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde yakın tarihin bu önemli hususu pek bilinmez. Nitekim, 80’li yıllarda Başbakan olan oğlu 2. Papandreu da bunu bilmiyordu.
1987 yılında gene Yunanistan’la bir savaşın eşiğine gelmiştik, o günlerde ilk Davos yapılıyordu. Davos kurucusu Klaus Schwab yaşanan gerilim nedeniyle, her 2 ülke başbakanını Papandreu ile Özal’ı yan yana getirdi. Dünya basının ilgisini çeken bir buluşmaydı. Başbakan Özal; görüşme esnasında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün imzasıyla Büyükelçiye yazılan talimatı, “senin yerin Mısır’dır, Papandreu’yu biz resmi Başbakan olarak tanıyoruz” içerikli mektubu, dönemin Yunan Başbakanı ortanca Papandreu’ya gösterdiğinde, bir şaşkınlık yaşanır. “Bak ne dostluklar yaşanmış, neler yaşanmış” şeklinde girişle, savaşın eşiğine gelmiş olan 2 ülke arasında yumuşama başlamıştır. Atatürk ve Venizelos arasında yaşananlarda önemlidir. 1924’te düşman 2 ülke 1930’da dostluk kurmuşlardır. İlk büyükelçi atanmaları sonrasında ciddi gelişmeler oldu. Sanıyorum ilk büyükelçimizde Enis Bey’dir, Enis Bey 2 kez büyükelçilik yaptı, ikinci dünya savaşındaki büyükelçi de Enis Akaygen’di.
Türkiye-Yunanistan ilişkileri böyle zaman zaman yakın dostluklar içermesine karşın, hep sorunlu oldu. İşte, böyle bir bunalım yaşanır, patlama- gerilim yaşanır. İşler patlamaya gelince uluslararası kuruluşlar, büyük devletler araya girer, -ki Kardak’ta da olduğu gibi- ve sorun tekrar kendini diyaloğa bırakır. Türkiye-Yunanistan ilişkileri, inişli, çıkışlı, çöküşlü, patlamalı, içinde zaman zaman çok iyi diyalogları barındıran bir ilişkidir. Ancak böylesine yüksek bir sorun stoku da bırakmış durumdadır. Mesela Balkan devletleriyle Yunanistan problemlidir -ki bu Erdoğan döneminde daha fazla gerçekleşti. Türkiye aktif Balkan politikası izler. Yani uzunca bir süre diyalogsuzluk, gerilim sonrasında yaşanan bir bunalım, sonra tekrar bir diyalog başlatmak, dostluk başlatmak suretiyle gelişir. Her iki ülke arasındaki ilişkiye bu çerçeve, çevirim içerisinde bakmak lazım.
Aklıma gelen çıkış patlama yumuşama ilişkisine örnek, -sanırım orta sondaydım- 1974 harekâtı sonrasında Yunanistan demokrasiye geçmişti. O zaman ‘albaylar cuntası’ devrildi biliyorsunuz, albaylar cuntasının uzantısı faşist Nicos Samson darbesi oldu Macarios’a karşı Kıbrıs’ta, bunun üzerine Türkiye garantör devlet hakkını kullanarak savaşa girdi. Samson darbesinin arakasındaki Faşist askeri cunta bu gelişmeler üzerine çöktü, sonrasında da Yunanistan yeniden demokrasiye kavuştu. Karamanlis sürgünden döndü, bu gelişmelerde bir yumuşama sağlamıştır. Elbette kısa bir süre sonra muazzam bir gerilim başladı. Sonuçta dediğim gibi böyle inişli çıkışlı bir diyalog içerisinde olduk tarihimiz boyunca.
Hatırladığım 1974 sonrasında Doğu Akdeniz değil de Ege’de bir gemimiz dolaşırdı, onlarında gemisi dolaşırdı, bizim geminin adı Hora idi galiba, Hora1, Hora 2, MTA’nın gemileriydi, TRT haberlerinde bunları dinlerdik. Elbette 1981 yılında Yunanistan’ın AB’ye girmesi, daha sonra bizim Güney Kıbrıs diye nitelendirdiğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesi ile sorunlara yaklaşımda bazı değişiklikler oldu. Bu değişim daha çok Başbakan Simitis’in dönemine rastlar, özellikle 2’nci dönemine. Simitis demokrat bir Yunanlı siyasetçidir. Hatırladığım kadarıyla Murat Belge hocamızın da okul arkadaşı olması lazım. O dönemde Simitis usta bir politika izledi aslında, Yunanistan’ın Türkiye ile olan sorunlarını çoklu tarafa indirgedi, dedi ki “aslında bunlar artık Yunanistan’ın sorunu değildir, AB’nin sorunudur.”Dolayısıyla bir süre sonra Türk-Yunan sorunları AB içine çekilmiş oldu. Türkiye’nin karşı muhatapları çoğalmış oldu. Yunanistan açısından ustaca bir siyaset oldu. Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarda AB liderleri, AB bürokrasisi ile muhatap olmaya başladık.
AKP iktidarının ilk yıllarında durum çok farklıydı ama sonra dış politikada yanlışlar zinciri başladı. Geçen haftalarda Türkiye ekonomisinin nasıl bir çöküş süreci izlediğini anlattık. Bu çöküş, Türkiye’nin dış politikasında da yaşandı, özellikle son 10 yıl, yani Türkiye’nin hem dış politika konuları hem askeri sorunları devasa boyutlara ulaştı. Türkiye şu anda bildiğim 5 ülkede asker bulunduruyor, o ülkelerin içişlerine müdahil oluyor. Libya ve Irak’ta var, Suriye’de 3 bölgede bulunuyor, düşünün Suriye’de TL kullanılır hale geldi. Türkiye bu ülkelerde çok etkin ama bunun karşılığında dostlarını, ittifaklarını kaybetmiş durumda, İslam dünyasıyla, Arap dünyasıyla, Batı dünyasıyla olması gereken ittifaklardan yoksun ve yalnız durumda. Üç ülkede; Mısır’da, Suriye’de ve İsrail’de büyükelçiliğiniz yok, Libya’da taraf olduğunuz gruplara ihvancı. İhvancı gruplarla işbirliği içerisindesiniz, dünyanın gözünde ihvancı görünümde bir Türkiye bulunuyor. Türkiye, Rusya ve ABD arasında gelgitli politikaların da sonuna geliyor; işte gidiyor S400 alıyor, geçen sene konuşuyorduk, S400 montajı başlamıştı, galiba S400’lere arma bile yaptırılmıştı hatırlıyor musun Can?
CT: Evet efendim.
AB: Şimdi S400’lerin montajı durmuş vaziyette, dış politikada, dış ilişkilerde ekonomisinde olduğu gibi, nereye elinizi atsanız, elinizde sorunlar yumağı kalıyor. Tabii dış ilişkilerin ekonomiyle bağlantısını kurmak durumundasınız, dış politikada yaptığınız tüm aksiyonları borçla yapıyorsunuz, ülke ekonomisi borçla ayakta kalan bir ekonomi.Komşu ülkelerde aktif politikalar izlemek, asker bulundurmak, savaşmak, çatışmak, taraf olmak hepsi borç ekonomisi üzerinden yapılan işlemler. Dolayısıyla bir ayağınız çukurda, çünkü TL Dolar’a karşı 10 Kuruş değer kaybettiğinde Türkiye’nin borçları 43,5 milyar TL artıyor. Havuz sermayesine bahşettiğiniz Kamu-özel yatırımlarının yükümlülükleri de 13, 14 milyar TL artıyor.
Uçurumda ve bedbaht durumda bir ekonomiye sahipsiniz, üstelik yöneticilerinizde hiç güven vermiyor, “çokomel iktisadı” bilen bir ekonomi bakanınız var, siyasi güvenilirliklerini yitirmiş yöneticileriniz bulunuyor.Ülkede uygulanan baskıcı rejime güven duyulmuyor. Ülke değerini yitirmiş vaziyette. Üstelik rejimin sahibi konumundaki yöneticileriniz şöyle bir özlem içerisinde oldular. Erdoğan özellikle 2 konunun çok üstünde durdu, birincisi Türkiye’nin enerji kaynakları meselesi, Türkiye enerjide fakir bir ülke, kıt bir ülke, dolayısıyla Erdoğan enerji kaynaklarını bir şekilde kontrol etme, sahip olma arzusu içinde oldu. Bunun için de aktif stratejiler geliştirdi, sıfır sorun politikası bitti. Erdoğan ikinci olarak füze meselesinin üzerinde durdu. Uzun menzilli füzelere sahip olmak arzusu yüksek bir yönetici.
Yunanistan’la sorun stokuyla karşı karşıyayken Doğu Akdeniz meselesine nasıl geldik? Nasıl gelişti bu süreç? 2000’lerin başında doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının tespit edilmesi üzerine sahildar ülkeler, bunların başında da Kıbrıs Cumhuriyeti var, pozisyon almaya başladı. Etraftaki sahildar ülkelerle, hem kıta sahanlığıyla ilgili hamlelerde bulundu, hem de münhasır ekonomik bölgelerini ilan etmeye başladı. Bazı ülkelerle ittifak ilişkileri içerisinde oldu ve anlaşmalar imzalamaya başladı. Sahildar ülkeler aktif politika izlerken Türkiye de bu hidrokarbon kaynaklarına ilişkin çok pasif davrandı. Türkiye’nin hidro-karboncuları, 2002 – 2018 arasında Türkiye’nin bu konuda fazla bir şey yapmadığını, yapması gereken işleri yerine getirmediğini iddia ediyorlar. Bunların başında, özellikle münhasır ekonomik bölge ilanına ilişkin hususlar var. Türkiye’nin, Ege’de bir sorunu var, Yunanistan’la mahkemelik, Karadeniz’deki petrol boru hatları nedeniyle 80’lerde münhasır ekonomik bölgesini ilan etti ama doğu Akdeniz ve Akdeniz’de bunları yapmadı. Akdeniz’ de kıyısı en yüksek ülkelerden biri olan Türkiye’nin, 2002-2019 döneminde uluslararası deniz hukukunu ilgilendiren hususlarda atması gereken adımları atmadığını, geciktiğini görüyoruz. Neden sorusunun cevabı önemli. Türkiye’nin bu dönemin 2’nci yarısında doğu Akdeniz’de İslam ve Arap dünyasında ve genel olarak dış politikasında bir çöküş dönemine girdiğini görüyoruz. İlişki kuracağı ülke kalmadı. Erdoğan reel politikçiyim havasında oldu ama böyle gelişmedi durumlar, hep kaybetti. Reel politikçi Erdoğan, “çıkarlarım neyse ‘kazan-kazan’ politikası izlerim” diyen Erdoğan, Suriye ile ilişkilerini koparmış durumda, Mısır’la ilişkileri yok, İsrail’le ticari ilişkileri gelişiyor ama siyasi ilişkileri yok. Bu arada bölgeye müdahil olan ülkeler var, Fransa var, AB var, ABD var, Rusya ile Libya da başka bir pozisyonda karşı karşıyasınız, Suriye’de Rusya ile problemleriniz var, çatışmadasınız, ancak ülkenize Rusya nükleer santral yapıyor, S400 füzesi alıyorsunuz, S57 uçak yapım projelerine gireceğiz diyorsunuz, bir yandan F35 projeleriniz iptal oluyor, Trump bir tweet atıyor “mal varlığını açıklarım!” diyor, geri dönüyorsunuz Rahip’i veriyorsunuz. Bunları uzatmak mümkün, neresinden tutsanız dökülen bir dış politika içindeyken doğu Akdeniz’deki durumlarla yüzleşiyorsunuz. Bölgedeki enerji kaynaklara ulaşmaya çalışıyorsunuz fakat ilişki hazneniz boşalmış durumda.
Geçen bu süre boyunca, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan belirledikleri bölgelerin parsellerini uluslararası enerji şirketlerine ihale ettiler. Dünyanın önemli hidrokarbon şirketleri bu ihalelere girdiler ve sözleşmeler imzaladılar. Türkiye bu sure içerisinde 2004 ve 2013 tarihlerinde sadece BM’e koordinat bildiren bir notalar verdi, bir de 2011’de KKTC ile kıta sahanlığı anlaşması imzaladı. Şimdi aklıma geldi, geçen hafta Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı KKTC’yi ziyaret ettiler, KKTC Cumhurbaşkanı Saray arasında ciddi sorunlar yaşanıyor malum. Bu ikili, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’yı ziyaret etti mi, bilmiyorum pek duymadım. Bu hususa da bir dipnot verelim, Türkiye’nin KKTC yönetimiyle olan ilişkileri fevkalade kopuk ve gergin durumda.
Şimdi kıta sahanlığı nedir? Münhasır ekonomik bölge nedir? Bunlar nasıl ilan edilir uluslararası anlaşmalar çerçevesi içerisinde Türkiye’nin yapması gerekenler nedir? Bu tanımları be kavramları daha önceki programlarımızda anlatmıştık, Özellikle bu işi takip eden Türkiye’nin hidrokarboncuları ve Türkiye’nin” ulusal çıkarlarını” gözeten malum çevreler, yeterince yayın yapıyorlar Türkiye’nin çok ıskaladığı hususları anlatıyorlar. Peki, ıskalayan Türkiye daha sonra neler yapıyor? Öncelikle Libya’daki içi savaşa dahil olmaya başlıyor ve Libya ile bir kıta sahanlığı anlaşması imzalıyor. İç savaştaki bir ülkede taraf oluyorsunuz, karşınıza aldığınız düvel-i muazzama var, pek çok ülkeyle aynı düşünmüyorsunuz, evet BM tarafından kabul edilen ama ihvancı olduğu söylenen hükümetle kıta sahanlığı ve işbirliği anlaşması yapıyorsunuz. Neden? Doğu Akdeniz’de yapmanız gerekenleri yapmamışsınız, işbirliği yapacak ülkelerle bozuşmuşsunuz, artık müdahil olmak istiyorsunuz, doğu Akdeniz’deki kaybettiğiniz pozisyona ulaşmak için Libya işine bulaşıyorsunuz. Aslında yapılması gereken işlem diplomasi, ancak diplomasi yapacak ilişkiniz kalmamış, bölge ülkeleriyle diplomatik ilişkilerinizi bitirmiş durumdasınız ve düşman ülke kategorisine girmiş durumdasınız. Ülkeler arasında diyalog yok, ya da siz bu diyalogun dışında kalıyorsunuz.
Evet haklı olduğunuz konular var -ki Meis adası meselesi önemli - Mısır dahil pek çok ülke tarafından bile Meis’in kıta sahanlığını gözeterek Türkiye’nin sadece Antalya körfezine hapsedilmesi yanlış bulunuyor, bu konu Mısır tarafından bile önemseniyor. Halihazırda Yunanistan ile Mısır’ın 6 Ağustos’ta yaptıkları anlaşma henüz Mısır parlamentosundan geçmedi, Mısır parlamentosu onaylamadı. Meis meselesinin itilaflı bir sorun olduğunu gören Mısır hükümeti o konuyu Yunanistan’la yaptığı anlaşmanın içine de dahil etmemiş gözüküyor. Hala Türkiye’ye bir açık kapı bıraktığı gözlemleniyor, bu mesele itilaflı bir sorun ve bu hidrokarbon yataklarına Türkiye’nin bu kadar uzun sahildar ülke olmasına karşın dahil olmaması, en azından uluslararası mahkemelerde Türkiye lehine pozisyon olabilecek bir duruma işaret ediyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin hidrokarbon kaynaklarına ulaşması tezi ve bu konuda yapılması gerekenler, Türkiye’de iktidar ve muhalefet tarafından, hidrokarboncular tarafından ele alınıyor.
Aslında Doğu Akdeniz’deki kaynaklar, iklim yıkımı yaşayan gezegenin de, Doğu Akdeniz’in de, bitişini ilan eden kaynaklar. Aslında tümüyle hidrokarbon kaynaklarından çıkılması gerekirken, dünyanın özellikle büyüklerin, bir ittifak içinde olması gerekirken, bölge ülkeleri ve büyükler Doğu Akdeniz kaynaklarının da işlenmesi istiyorlar, “reel politik” kapsamında değerlendirdikleri bir proje. Ancak kimi küresel güçlere göre burası çok da kuvvetli kaynaklar değil ama iştahlı çok. Hidrokarbon iştahı bitmiyor. Türkiye’de iktidar ve muhalefette bu iştahla dolu.Ancak iştaha uygunda hareket edilmemiş olduğu anlaşılıyor.
Siz dış politikadaki açmazlarınızla bu aşamaya geliyorsunuz, Libya ile olan ilişkinizle, bu işe dahil olmaya çalışıyorsunuz. Halbuki yapılması gereken dış politikada ilişkinizi kaybettiğiniz ülkelerle diplomatik ilişkilerinizi ve barışçıl ilişkilerinizi geliştirmek. Bu anlamda bir netlik kazanmak gerekiyor, ama ekonomide gelinen aşamada iktisat bilimi nasıl ‘çokomel bilimi’ olduysa ‘ahmak bilimi’ olduysa, çok yanlışlar yapıldıysa, dış politikada aynı durum var, geldiğimiz platoda da yapılan yanlışların bir birikimiyle karşı karşıyayız.
Evet doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının aranması için yoğun çalışmalar var, ancak bu bölge aynı zamanda savaş gemilerinin cirit attığı bir bölge. Rusya’nın savaş gemileri orada, Amerika’nın savaş gemileri, uçak gemileri, Fransa’nın en son savaş gemileri, uçak gemileri orada, böylesi bir kaotik durumla karşı karşıyasınız. Bulamadım notlarımı, eğer Kardak krizi sırasında iki ülke donanması çarpışsaydı ne olurdu diye bir çalışma yapılmış. Tam hatırlamamakla birlikte, iki ülke de donanmalarının yarıdan fazlasını biri %40’ını, biri %60’ını kaybedecek duruma gelirmiş.
Bugüne kadar 1974 Kıbrıs harekâtı dışında bir çatışma yaşanmadı. Genelde Türkiye -Yunanistan ilişkilerinde söylediğim çizgi gerçekleşti, yani gerilim, büyük bunalım, bunalım sonrası araya devletlerin girmesi ve diyalog, duruma göre dostluk, yeniden buluşmalar, sonra tekrar bir problem ama bir sorun stokunun üzerinde yürüyen bir ilişki. Tabii burada Yunanistan’ın AB’ye girmesi, Güney Kıbrıs’ın AB’ye girmesi, Türkiye ile Yunanistan arasında olan bu çoklu sorun stokunun, tek taraflı değil çok taraflı olmasına yol açtı. Bu yüzden, hem Yunanistan, hem AB, hem de NATO ile karşı karşıya kalınıyor.
Bana soracak olursanız, “bugün Türkiye ile Yunanistan’ın bir çatışmayı göze alacak, kaldıracak durumdalar mı?” diye. Tüm değişkenlere başta ekonomilerine baktığımızda ve bugüne kadarki tarihe baktığımızda, böyle bir duruma işaret etmediğini görüyoruz.Böyle parlamalar oluyor, gemiler sürtüşüyor, kayalıklar üzerine bayraklar dikiliyor, o onunkini indiriyor, bu bununkini indiriyor. Sonradan tekrar “çiftetelli bizim, domates sizin”, yabancı damat dizilerine dönülüyor. Böyle gelgitlerle yaşanan bir ilişki içerisindeyiz ama bütün bunlar büyük harcamaları gerektiriyor. Türkiye hem Irak’ta hem Suriye’de, hem Libya’da, hem doğu Akdeniz’de askeri varlık sürdürüyor. Bütün bu işlemler, paradır, harcamalardır arkadaşlar. Türkiye ekonomisinin bu işlere ne kadar para harcadığını maalesef bilmiyoruz. Tüm bu askeri faaliyetler borçla yürüyen bir ekonomi ve rejimin de otokratik olduğu bir ekonomi üzerinden yapılıyor. Yunan ekonomisinde de parlak durumda olmadığını biliyoruz, 10 yıl olmadı Yunanistan bir AB ülkesi iken, AB’ye Dünya Bankası’na ve özellikle de IMF’ye ülke ekonomisinin gerçek bilgilerini veremediği ortaya çıktı ve sonra battı. Ekonomileri güçlü olmayan bu iki ülke arasında silahlanma yarışı halihazırda gene devam ediyor. Böylesine bir tarihin içinden gelerek doğu Akdeniz meselesi içinde düğümlenmiş durumdayız. Tabii Doğu Akdeniz sorunu her iki ülkenin içinde, milliyetçi ivmeyi önemli ölçüde pompalayan bir durum.
Buna Erdoğan’ın ihtiyacı var mı? Var, Erdoğan her türlü dış gerilimi içeride kullandı ama onun da sonuna yaklaşmış durumda. Dediğim gibi büyük bir sarmal içerisinde, dünyadan ekonomik ve siyasal anlamda kopan bir Türkiye manzarasıyla karşı karşıyayız.
ÖÖ: Evet süremizi bu sefer biraz aşmış olduk Ali Bey, teşekkür ederiz. Bu gelgitler belli ki daha devam edecek, biz de herhalde bunu konuşmaya devam edeceğiz. Çok teşekkür ederiz.
CT: Çok teşekkürler efendim.
AB: Ben teşekkür ederim, size iyi yayınlar. Ömer Madra’ya da selamlarımızı iletiyoruz.
ÖÖ: Tabii ki, görüşmek üzere.
CT: Görüşmek üzere.