“CHP kurultayının otoriter rejimden çıkış için ittifaklar politikasını ortaya koyması lazım”

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete’nin köşelerinden Ekonomi Politik’te Ali Bilge gündeme yönelik yorumlarını paylaştı. 

(13 Temmuz 2020 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Özdeş Özbay: Merhaba Ali Bey, günaydın.

Ali Bilge: Günaydın Özdeş, merhabalar, iyi yayınlar. 

ÖÖ: Teşekkürler.

Evrim Kepenek: Günaydın

AB: Merhaba.

ÖÖ: Evrim bizimle beraber olacak bu hafta.

AB: Merhaba, hoş geldin diyoruz Evrim Kepenek’e de. 

EK: Teşekkürler.

ÖÖ: Evet bu hafta ne konuşuyoruz Ali Bey?

AB: Bugün 13 Temmuz, 2 gün sonra 15 Temmuz 2016 ‘da gerçekleşen darbe girişiminin sene-i devriyesi. Son haftalarda yaşadığımız başlıklardan öne çıkartacaklarımız olursa Ayasofya meselesi var, barolarla ilgili yasa düzenlemesi var, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali meselesi var, Sakarya havai fişek patlamaları var. Ayrıca önümüzdeki günlerde CHP’nin kurultayı var, ona bağlayarak bu haftaki yayını tamamlamış oluruz vaktimiz yettiği ölçüde. İsterseniz böyle bir gezintiye başlayabiliriz.

ÖÖ: Tabii tabii.

AB: 15 Temmuz 2016 öncesinde, 11 Temmuz günü bir program yapmışız, “neler konuşmuşuz” diye notlarıma baktım. Seçim yasalarını, seçimlerde yaşanılan suiistimalleri konuşmuşuz. “Alacakaranlık kuşağı devam ediyor. Anayasa ve kanunlar çiğneniyor, fiilen rejim değişiyor” demişiz. Rejimin değişme sürecine girdiğini, konuşmuşuz, meclis iç tüzüğü yine elden geçiriliyormuş, yenileniyormuş “iç tüzük düzenlemeleriyle yasamanın gücünün azaltılması hedefleniyor” demişiz, bir yargı paketi ile, hukuk alanında yer yerinden oynamaya devam ediyormuş, Danıştay ve Yargıtay’da başkan ve başkan vekilleri haricindeki herkes görevlerinden alınmış. 

Roboski ve Gezi sonrası Türkiye anti demokratikleşme sürecine girmişti, hatırlayın hemen sonrasında 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları ile 4 bakan istifa etmek zorunda kalmıştı, MİT müsteşarının görevinden alınma hadisesi yaşanmıştı. Darbe öncesinde, 2002 den itibaren iktidarda olan 2 iktidar ortağının, ‘Gülen Cemaati’ ile AKP liderliği arasındaki çatışma devam ediyordu. İki dini ortağın, Sünni olan iki dini grubun çatışmasının sonuçlarını konuşuyormuşuz. Otoriterizmin başladığı ve kuvvetler ayrılığı da değindiğimiz hususlardan. Tarhan Erdem Bey’in “seçimler gayri meşru artık oy vermeyeceğim!” beyanatı yayınlanmış. “Kurulan sistem demokrasi dışıdır” diyor Tarhan Bey; 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinin yasal ilkelere uyulmadan yapıldığını” söylüyor. https://t24.com.tr/haber/konda-yonetim-kurulu-baskani-tarhan-erdem-tekrar-secim-beklemiyorum,659767 

Otoriter rejime ilişkin adımların atıldığı bir atmosferde biz bu darbe girişimiyle karşı karşıya kaldık. 2012 ile 2016 arasında Türkiye otoriterleşme yoluna girmişti. Önceki dönemlerde yaşanan demokratikleşeme ve AB uyum yasaları gibi gündemler kaybolmuştu. Gezi ve Roboski sonrası bir yandan da ‘çözüm süreci’ balonu vardı ama onunla anti demokratik düzenlemelerin sık sık yapıldığı bir Türkiye’de yaşamaya başlamıştık. Notlarıma bakıyorum Azerbaycan anayasasını gündeme getirmişim, “benzer birtakım düzenlemeler oluyor” demişim. Gezi sonrasından bugüne kadar dile getirdiğim “demokrasi cephesi ile çıkış olur” vurgusuna bu program da değinmişim. Bu vurgum bermutat devam ediyor. Dolayısıyla, darbe girişimi gününe kadar rejimin niteliğinin değiştiğine ilişkin biriken problematik ortadaydı. 

15 Temmuz’a bugünden baktığımızda muhteşem soru işaretleriyle kaplı bir alan, biliyorsunuz bu konudaki hâlâ meclis darbe araştırma komisyonu raporu elimizde değil. Ayrıca dönemin çok önemli iki bürokratı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın hatırladığım kadarıyla hâlâ dinlenmediğini biliyoruz, onların şahitliğine başvurulmadı. 15 Temmuz’u araştıran meclis araştırma raporu bu nedenle tatmin edici olmadı, bu raporu muhalefet sözcüleri ziyadesiyle gündeme getiriyorlar. Gerçekten o gece çok insan öldü, “bu kadar insan ölmeden önlenemez miydi “ sorusu yanıt bulamadı. Dünya ve Türkiye tarihindeki başarısız darbe girişimlerine baktığımızda elbette başarısız bir örnek 15 Temmuz ama şöyle aydınlık bir durum göremedik, mesela darbeyi yapanların hiyerarşisini bilmiyoruz, ‘yurtta sulh’ konseyi kimlerden oluşuyor, kimler emir verdi, meclisin bombalanması nasıl bir hiyerarşik düzen içerisinde oldu? 

Talat Aydemir 1962-63 yıllarında 2 kez darbe girişiminde bulundu ama yapanlar ortada, 1 numaralı sanık Albay Talat Aydemir, 2 numaralı sanık Binbaşı Fethi Gürcan, ortaya konur bunlar davalar sürerken insicamı öğrenilir. Böyle bir açıklık meclisin raporunda var mı, bilmiyoruz? Zaten elimizde değil, halkın meclisinin raporu medya ve kamuoyu tarafından bilinmiyor, bildiğim kadarıyla bir kez İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bir konuşmasında elinde gösterdi. 15 Temmuz’un açıklanmaya muhtaç iç ve dış bağlantıları var. Tabii ki pek çok sorulardan biride salıverilen Adil Öksüz vakasıdır. Madem adam bir numara, neden serbest bırakılıyor? Halihazırda Türkiye’deki bu darbe girişiminden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “bu Allah’ın bir lütfudur” demişti. Neden bir darbe girişimi Allah’ın bir lütfu oluyor. Darbe girişiminden sonra anayasa ve kanunlar kenarda durdu, hayatımıza bir Olağan üstü Hal Yasası (OHAL) girdi, olağan üstü yasalarla, kararlarla yönetildik, demokrasi sona erdi, sonrasında bir anayasa değişikliği yapıldı, OHAL düzenlemeleri anayasanın içine derç edildi, gömüldü ve Türkiye otokratik rejime geçti. 

Dönemin 2 safhası var, 15 Temmuz’a kadar gelen safhada da, mevcut anayasanın etrafından dönülerek çeşitli kanunlarla ve bazı düzenlemeler yapılmak suretiyle anti demokratik fanus örülmeye başlamıştı. Darbe girişiminde 251 insanın öldürülmesi, o gece İstanbul ve Ankara ağırlıklı olmak yaşanan çatışmalar ve elim hadiseler sonrasında ilen edilen OHAL ile Türkiye demokrasisi devre dışı bırakıldı. OHAL dönemlerini hep birlikte yaşadık, daha sonra OHAL devam ederken seçim ve referandum oldu bu ülkede. Bugün Türkiye, uluslararası kuruluşlar tarafından da artık demokrasi dışı bir rejim olarak adlandırılıyor. Darbe girişimi sonrası demokratik rejim kriterlerine uygun bir anayasa ve anayasa bağlantılı düzenlemeler yapılmadı, tersine rejim değişti bugüne kadar geldik. 2018 seçimlerinden itibaren de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi tam anlamıyla uygulamaya geçti. Bu uygulama ile –o zaman da söylemiştik- ülkenin yürümesi mümkün değil demiştik, “bu lokomatifle Türkiye’nin vagonlarının taşınması mümkün değil” demiştik. Nitekim Türkiye kötü yönetiliyor, yönetilemiyor. Yönetilememe krizi, kötü gidişat, otoriterleşmenin de beraberinde daha da artmasını getiriyor. 

15 Temmuz’un öncesi ve sonrasının bir bütün halinde ele alıp, evrelerle değerlendirmemiz. Derin bir analize muhtaç bir konu 15 Temmuz ama programı bütünüyle de ona hasretmek istemiyorum. Demokrasi dışı bir rejime geçmemizin çeşitli merhaleleri, aşamaları oldu, bu aşamalar silsilesinde 15 Temmuz içinde barındırdığı soru işaretleriyle, bu geçişi kolaylaştıran bir süreçtir. Türkiye’nin kadim Kürt sorununun da, muazzam bir bölgesel sorun haline dönüşmesini bu evreler içinde yaşadık. Türkiye’nin yaşadığı rejim değişikliği aynı zamanda dünya, AB ve bölgesel aktörlerle olan ittifaklarının da muazzam değişken bir süreç girmesine, batıyla olan ilişkilerinin aşınmasına, zaman zaman kopmasına sebep oldu. İsterseniz bu aşamada Ayasofya meselesine geçebiliriz. Bu arada senin ya da Evrim’in ekleyeceği şeyler var mı? 

ÖÖ: Belki bir hatırlatma, hani sizin de vurgu yaptığınız gibi Türkiye’nin Batı’yla arasının bozulma sürecinde önemli bir köşe taşıydı. Bunda da özellikle ‘bu darbe girişiminde Batı’nın parmağı var mı yok mu?’ tartışması vardı. Ben hatta şunu çok net bir şekilde hatırlıyorum, NATO üssünden kalkan uçak ikmal araçlarının kullanıldığını, yani bizim İstanbul’da dolaşan F16’ların havada ikmal yaptıkları yakıt aldıkları ortaya çıkmıştı. Bu uçakların NATO üssünden, hem de Türkiye’deki İncirlik NATO üssünden kalktığı söyleniyordu. Bunun NATO emri dışında olup olamayacağı da başlı başına bir soru işaretiydi. Bu andan itibaren böyle sert bir gerilim halinde hükümet Amerika ile de.

AB: Açıklamaya çok muhtaç konular, kendi hayatımdan hareket ederek örnekler vereyim doğumumla birlikte 1960’lar darbesi yaşanıyor, ilk okuldayken 12 Mart, üniversitedeyken 12 Eylül gibi pek çok darbeyle yaşadım. Hayatımız darbeler, darbe girişimleri, askeri cuntaların varlığı, vesayet rejimi içinde geçti. Sosyal bilimci ya da gazeteci olarak bu tarihe bakmaya çalıştık. Darbeler ve gizli servisler ilişkisi her zaman bakılması gereken bir alandır Türkiye’de.

ÖÖ: Siz 1960 deyince şunu hatırladım, orada da 27 Mayıs darbe sürecinde Menderes’e istihbarat verilmedi, ABD’nin destek verip vermediği bilinmiyordu darbeye ama “istihbarat vermedi” deniyordu. Çok benzer şey hatta bu 15 Temmuz’da da yaşanmıştı, Rusya’nın verdiği Doğu Perinçek üzerinden söyleniyordu, vs.

AB: Evet.

ÖÖ: Erdoğan “eniştemden öğrendim!” demişti.

AB: Bu konuya girersek çok anlatacak şeyler var ama bir kitap tavsiye ederim, zaman zaman bu kitabı programlarda tavsiye ederim ‘Darbeler ve Gizli Servisler’ isimli kitap, müteveffa gazeteci Cüneyt Arcayürek abimizi de anmış olalım. Arcayürek’in Türkiye siyasi hayatını çok yakından izlediği bir gazetecilik geçmişi vardır, Cüneyt beyin kitapları arasında en az satan kitaptır Darbeler ve Gizli Servisler’, ne hikmetse. Senin dediğin Menderes ve istihbarat örgütü ilişkisini Cüneyt bey çok ayrıntılı yazdı bu kitapta, gerçekten çok etkileyicidir. O zaman Türkiye’de istihbarat örgütünün adı MAH’tır. (Milli Amele Hizmet Teşkilatı) MİT’in müsteşarlık olarak 1965 yılında yasalaştı. O zaman Başbakanlık müsteşarına bağlı bir daire başkanlığı. 

Arcayürek; 1957 yılında Başbakan Menderesin, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’dan, “MAH’tan pis kokular alıyorum, şunları araştır dediğini “yazar. Korur, raporu hazırlar ve Başbakan Menderes’e sunar. Durum vahimdir. Raporda, “teşkilatın yabancı istihbarat kuruluşları tarafından ele geçirildiği, çalışanların İngiliz, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları tarafından maaşa bağlandığı” yazılıdır. Hatta MAH’ın Küçükesat’taki binasının kirasını da CIA tarafından ödendiğini Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur Başbakan Menderes’e rapor eder. Yani dehşettir bizim istihbarat tarihimiz akabinde 27 Mayıs darbesi geliyor. 12 Mart için, İhsan Sabri Çağlayangil’in İsmail Cem’e anlattığı çok önemli hususlar vardır. Çağlayangil, “CIA altımızı oyuyormuş haberimiz yok!” demiştir. Uluslararası istihbarat örgütlerinin 15 Temmuz’daki vaziyeti, konumu da araştırmaya muhtaç, aydınlatılması gereken bir konu, aynı zamanda ulusal istihbarat teşkilatının başındaki kişi ve genelkurmay başkanı, o gün saatlerce görüştüklerini, kendileri ifade ettiler. Bu süre içerisinde darbe girişimi söz konusuydu, bunlar farkındalar ama bu kişiler ifade vermiyorlar. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Akar ve Fidan hakkında bir tasarruf düşünüyor musunuz?” sorusuna “Hayır, dere geçerken at değiştirmem!” demişti. Bu kişiler hakkında hala bir değişiklik söz konusu değil. Dolayısıyla 15 Temmuz, iktidar tarafıyla, uluslararası tarafıyla, bürokratik tarafıyla, tüm taraflarıyla derin araştırılmaya muhtaç bir konu. Türkiye’nin rejimi değişti, Türkiye az demokrasiydi, geniş demokrasi istiyorduk ama “hiç demokrasiye” geldik.

ÖÖ: Ama ‘ileri demokrasi’ diye söylendi.

AB: Evet ‘yeni Türkiye’ diye söyleniyor.

ÖÖ: Hatta bu bence Ayasofya meselesinin de şey yönlerinden bir tanesi.

AB: Evet.

ÖÖ: Hani vaatleri bitti diyorduk hükümetin, ileri demokrasi demek zaten ‘artık daha fazla demokrasi beklemeyin, daha fazla reform beklemeyin’ anlamına geliyor belki de. Dolayısıyla böyle bir dizi vaadi, Kürt sorunu yoktur, siz de başlangıçta söylemiştiniz ya, bütün sorunlarına rağmen bir çözüm süreci vardı, en son bundan birkaç yıl önce bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kürt sorunu bitmiştir, çözdük bu meseleyi, terör sorunu kalmıştır” dedi. Bu eski devlet geleneğine dönüş demek, yani gene vaatler

AB: Bugünkü rejimin pek çok refleksi ve pek çok yaklaşımı, zaman zaman değiniyorum, Takrir-i Sükun dönemini anlatmaya çalışıyorum ya, o dönemden pek çok alet edevat alınarak düzenleniyor bazı yapılar. Tek parti döneminde Kürt meselesine nasıl yaklaşıldıysa, benzer yaklaşım tekrarlandı demek, pekala mümkün. 

 Ayasofya meselesine girerken önce -Evrim ve sende belki hatırlarsınız -, medeniyetler ittifakı diye bir proje var, ona değineyim.. Eski İspanya Başbakanı Zapatero ve Erdoğan birlikte öncülük ettiler bu projeye, medeniyetler ittifakı projesi 2005 yılında başladı. Medeniyetler ittifakının amacı T.C. Dışişleri Bakanlığı sitesinde şu şekilde tarif ediliyor.

“Müslüman ülkeler ile Batılı toplumlar arasında görülen karşılıklı şüphe, korku ve kutuplaşma ortamının, çeşitli aşırı unsurlarca istismar edilmesi karşısında İttifak, ilk aşamada uluslararası istikrarı tehdit edebilecek dereceye yaklaşan bu durumun daha da kötüleşmesini ancak kapsamlı bir koalisyonun önleyebileceği anlayışından hareket etmiş ve kültürler arasında karşılıklı saygı yoluyla bu eğilime karşı koymayı amaçlamıştır.Girişim, tüm toplumların kalkınma, güvenlik, çevre ve refah konularında birbirlerine bağımlı oldukları hususunu esas almakta ve öncelikle önyargı, yanlış algılama ve kutuplaşmayla başa çıkmak amacıyla ortak siyasi bir irade oluşturmayı hedeflemektedir. Başlatıldığı günden bu yana artan bir görünürlük kazanan girişim, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında kabul gören öndegelen bir proje konumuna ulaşmıştır.”

Müslüman ülkeleriyle batı arasındaki gerilimleri ortadan kaldırmaya dönük bir ittifak girişimi, iki kültürün, medeniyetin barışması için kuruldu, bu işte öncü bir rol oynadı Erdoğan Zapatero ile birlikte. Şimdi, Ayasofya’yı cami yapmak bu ittifakın neresinde duruyor! Hem medeniyetler arası ittifak kurmaktan, dinle arası diyalogdan bahsedeceksin, hem de Ayasofya’yı tamamıyla cami yapacaksın. BM çatısı altında kurulmuş olan Medeniyetler İttifakının ülkelerden ve uluslararası kuruluşlardan oluşan 146 üyesi var. Temsilcileri eski cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerden oldu. Portekiz cumhurbaşkanıydı galiba ilk yüksek temsilcisi. Kültürler arası, dinler arası gerilimleri halletmesi için medeniyetler arası ittifakın iki kurucusundan biri olacaksın, sonra da gerilim üreten ülke olacaksın! Psikolojide bunun bir adı var..

Ayasofya’nın tamamıyla ibadete açılması sadece iç politik malzeme için yapılmış bir konu değil. Biz geçen haftalarda üstünde durduk, baro düzenlemesine nereden başlandı? Baro düzenlemesi korona nedeniyle Hacıbayram camiinde Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı bir konuşma, hutbe sebebiyle başladı. Hutbede ne diyordu LGBT’ler için? “LBGT, korana ve zina” deyince, Ankara Barosu DİB’e “sen bu işlerle uğraşamazsın!” dedi. Hatırlayın, gerilim ilk öyle başladı.

ÖÖ: Evet.

AB: Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 laiklik kontratımıza göre Diyanet İşleri Başkanlığı İslam hukukuyla ilgili işlerle uğraşamaz. Nasıl yaşayacağımıza karar veremez; o konu medeni hukukun alanıdır. Bu tartışmaya hemen sonra Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı, AKP ve saray sözcülerinin girdi ve “DİB İslam Hukuku hakkında söz söyleyebilir” dediler. Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, Ankara Barosunun DİB için yaptığı açıklama üzerine soruşturma açmasıyla barolar yasasını değiştirme sürecine girdik. Uzunca bir süredir izlemeye çalışıyorum anti-laikleşme sürecini, Türkiye’nin 1924 laiklik kontratına göre durumunu ölçmeye çalışıyorum. Elimde bir ‘laikmetre’ yok ama yapabiliriz. Nasıl anlayabiliyoruz bunu? Laikliği ölçmeye öncelikle Milli Eğitim üzerinden girebiliyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında sayısız yapılan protokoller var. Ben sayısını bulamadım, düşünün ilçe müftülüğü ilçe milli eğitim müdürlüğü düzeyinde protokoller var. Okulların açılması nedeniyle sonbaharda yaptığımız programda bahsetmiştim bunlardan. Arkadaşlar, anayasasında 'laiklik' yazmakla birlikte laikliğinin çok önemli bir bölümünü yitirmiş bir ülkedir Türkiye şu anda, evet adında İslam cumhuriyeti yazmıyor ama çok önemli bir yitiklikle karşı karşıyayız. Laiklikte kalan kısım niye duruyor? Onu ayrı analiz ederiz, ama bir cümle cevap vereyim çünkü dış dünya ile finansal temas halindesin, borç arıyorsun, ama yetmiyor. 

Ayasofya meselesini de Türkiye’nin laiksizleştirme sürecinin bir parçası olarak görebiliriz pekâlâ. Türkiye’de 86 bin tane cami var, Ayasofya tam kapasite ile camii olmasına mı ihtiyaç var? Bakınız, Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimizden bu yana, Türkiye devlet yönetiminin çok önemli bir motor gücü, eksen kurum haline geldi. Sağlık bakanlığı, adalet bakanlığı, milli eğitim gibi neredeyse tüm bakanlıklarla ilişki halinde bir kurum. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin 1924 kontratına göre oluşan laiklik anlayışına aykırı bir Diyanet İşleri bulunmakta. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri din ve ibadet işlerinin tanzim edilmesiyle ilgilidir, hukukun girdiği alanda söz söyleyemez, o TBMM’nin işidir. Biz bu meseleleri analiz ederken, İstanbul sözleşmesinin iptalini, baroları parçalama yasasını, Ayasofya’yı anti-laiklik üzerinden değerlendirmek, bu konsept içinde, bu paket içinde bakmakla mükellefiz, şayet doğru siyasi değerlendirme yapmak istiyorsak. 

Şimdi muhalefetin bu konuda izlediği tavra geleceğim. Muhalefetin, özellikle CHP’nin Ayasofya hususunda izlediği tavır, daha önceki benzer tavırlarına uygun oldu. Nasıl? CHP dokunulmazlıkları kaldırdı “içimiz ağlaya ağlaya” dendi. Hukukun üstünlüğünün terk edildiği bir ülkede, yasamanın en büyük gücü olan enstrümanı ortadan kalkmasına “içim kan ağlaya ağlaya” “anayasaya da aykırı! ama yapıyorum” dedi. Hatırlayın lütfen, ardından tezkereler konusundaki tavrı, ardından kayyımlar konusundaki tavrı, HDP ile yan yana gözükmeme, Kürt sorununa buzdolabında yaklaşmak. 

Bütün bunlara baktığımızda CHP ve genel olarak da muhalefete, yeni kurulan partilerde de görüyorum bu tavırları. Nedir bu tavır? İktidarın ayarına uygun ayar çekmek! Yani ‘Greenwich’, zaman ayarı Erdoğan ve Saray-AKP oluyor. Başka bir zaman dilimini üretemiyor muhalefet, Greenwich’e yakın gözükmek istiyor, Greenwich’e göre kendine ayar veriyor. Neden? Halkımızda dindar ve milliyetçi eğilimler çok yüksek, buna yanaşmak durumundayız! Halbuki Türkiye’nin altındaki halı kaydı, artık demokratik bir ülke değiliz, laikliğimiz önemli ölçüde bitmiş durumda ve Türkiye çok kötü yönetiliyor. Bu tavır Kürt sorununda da yaşanıyor, HDP ile birlikte görünmek istemiyor, yanaşmıyor ama ona da muhtaç!

 CHP’nin problemi eski, 1995’te yeniden CHP kuruldu daha önce SHP vardı, 95 yılında 12 Eylül’ün kaldırıldığı partilere izin verildi. AP, MHP, MSP ve CHP’nin kurulma hakkı doğdu. O sırada Baykal ayrıldı CHP’nin başına geçti. Demirel’e sorduk “niye Adalet Partisi’ni devam ettirmedin?” “O tarihte kaldı!” dedi. CHP devam etti ve sonra bazı ataklara şahit olduk, CHP’de iki tane eğilim çıktı, bir tanesi neo liberalizm, yani Tony Blair’cilik, o kongreyi hiç unutmam Ricky Martin gibi inmişti sahneden Deniz Baykal, ikincisi de Anadolu İslamcılığı, çarşaflı kadına rozet taktı CHP. Temelde baktığımızda DSP ‘de o eğilimdeydi, o zaman Bülent Ecevit bana söylemişti “ben sağdan adam devşireceğim!” demişti. Türkiye toplumunun muhafazakarlığını veri kabul etti, sosyal demokrat ‘demokratik sol’, çok ciddi sağa kayış başladı, sağa ve devlet ideolojisine yoğunlaşmaya doğru gelindi. Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi bu çizginin devamcısı oldu. 

CHP’nin Ayasofya’da meselesindeki tavrı, iktidar ayarı ile meselelere yaklaşmak tavrıdır. Hiçbir CHP linin ağzından “bu uygulama laiklik kontratına aykırıdır” sözü çıktı mı? Türkiye’nin laiksizleştirilme süreciyle ilgili bir söz çıktı mı? Peki üstünde durduğum, 1924 laiklik kontratı doğru bir kontrat mıdır? 1924 kontratı, Anglo Sakson ve kıta Avrupası’nın dışında bir kontrattır elbette, Türkiye tipi laiklik kavramı da buradan geliyor zaten. Bu kontrat ilişkin bazı düzenlemeler yapılmalı mıdır? Elbette, bunu tartışmıştık, 2002- 2011 arasında bu programlarda. Şimdi lüks bir tartışma. Çünkü Türkiye şu anda, laiksizleştirme süreci içinde, 3 Mart 1924 düzenlemelerinin dışına çıkmış bir ülke. Bunu nasıl yapıyorsun? Anayasanda laiklik yazıyor ama kanunlarla dolanıyorsun, hiçleştiriyorsun.

ÖÖ: Benim anladığım herhalde CHP bu Ayasofya meselesini daha popülist bir şey olarak görüyor. Çünkü şöyle bir çelişki var hükümette, biliyorsunuz şu anda eskiden ‘Ergenekoncu’ dediğimiz askerlerle, bürokratlarla yan yana, hatta Metin Feyzioğlu filan bunlar çok koyu laik kesimler ve hükümetin ortağı konumundalar. Dolayısıyla böyle bir laik rejime yönelik doğrudan bir saldırı olarak herhalde anladığım kadarıyla muhalefet böyle pek görmüyor meseleyi. Bu yine kutuplaşma AKP’nin %40’ın altına inen oy oranını böyle bir minik zafer ‘ekonomi kötü, her şey kötü ama böyle bir zafer kazandık!’ 20 yıldır zaten iktidar Ayasofya’yı istediği zaman açabilirdi.

AB: Tabii canım!

ÖÖ: Dolayısıyla bunu bir popülizm olduğunun farkında sanki buna düşmemeye çalışıyor gibi algıladım ben.

AB: Pek çok veçheden bakılması gerektiğini düşünüyorum bu konuya, ama bakın iktidar da bu işi Danıştay’a yıkarak yaptı. Kendi siyasi tasarrufunun gerekçesi sözde hukuka dayandı. Konuştuğumuz meseleler sonuçta Türkiye’nin ileriye gittiğini göstermiyor, daha da geriye gittiğini gösteriyor. Ülke iyi durumda değil, kötünün ileri evrelerinde. Açık Radyoda yayınlara başladığımda Türkiye heyecanlı bir evreye girmişti, demokratikleşme, askeri vesayetin kaldırılması, AB süreci kapsamında ilerleniyordu, beklenti çok yüksekti. Galiba ilk konuşmalarımdan birinde “Türkiye devleti, toplumuyla eskiyen kontratlarını yenileme aşamasına geldi” demiştim. Şimdi tam tersi bir durumla karşı karşıya kaldık. Eski demokrasiyi ve laikliği arar durumdayız

ÖÖ: Şimdi Türk usulü başkanlık sistemine geçtik.

AB: Önümüzdeki günlerde CHP’nin genel kurulu var, kurultayı var, izleyeceğiz toplantıyı muhtemelen basında internet üzerinden izleyecek. Ama altını çizelim ve CHP’den beklentilerimizi açıklayalım. Bir; CHP’nin hem muhalefete hem de siyasette kendisinin Greenwich olması lazım. Ayarları başkasına göre başka bir yeri kerteriz alarak değil, kendi duruşuna ona göre bir ayar vermesi lazım. Bunun yolu da “ittifaklar politikasından “geçiyor. Bu konuyu önümüzdeki haftalarda izleyeceğiz. CHP kurultayının; otoriter rejimden çıkış için Türkiye toplumunun önüne ittifaklar politikasını ortaya koyması lazım. Buradan söyleyelim. Biz yorumcuyuz, gazeteciyiz, analiz ederiz, öneride bulunuruz. Aksi takdirde, ittifaklar politikasını ortaya koymazsa, başkalarının ayarlarına muhtaç bir muhalefet olmaya devam eder. Zamanımız bitti mi? Evrim seni hiç fazla katamadık. 

EK: Hocam ben konuk programcıyım ve dinleme odaklıyım birazcık. Sadece size şunu söyleyebilirim, 1924 kontratıyla ilgili İstanbul sözleşmesine yönelik saldırıları da ben bu kapsamda yorumluyorum birazcık.

AB: Tabii tabii söyledim zaten! Son olarak, Türkiye bir çıkış süreci yaşamak istiyorsa, bu CHP kurultayı önemlidir. Umalım, CHP kurultayı Türkiye’ye ‘korkma Türkiye!der,moral veren bir kurultay olur. Türkiye toplumunun önüne bir politika setiyle çıkar, çünkü bir taraftan sertleşen bir iktidar var, daha da otoriterleşiyor, daha da laiksizleşiyor ama bir taraftan da eriyen bir iktidar var.! Bunları siyaseten iyi yorumlamak, denklemin içine iyi oturtmak gerekiyor. Burada kapatıyorum süremi aşmış olmayayım. Teşekkürler Evrim, tekrar görüşmek üzere.

EK: Görüşürüz hocam sağ olun!

ÖÖ: Görüşürüz Ali bey. 

AB: Hoşça kalın, iyi yayınlar diliyorum!

ÖÖ: Çok teşekkürler.