Ali Bilge’yle 1999 depremlerinden bu yana devletin benimsediği tutum, yapılması gerekenler ve yapılmayanlar üzerine konuştuk
Ömer Madra: Bugün, UNESCO’nun ilan ettiği Dünya Radyo Günü kutlama imkânına sahip olamadık maalesef. Ama barışçı çözümlerin getirilmesinin ne kadar önemli rolü olduğunu da bir kez daha UNESCO’nun bildirisinde hatırlamış olduk. Onun için de böyle bir giriş yapmayı tercih ettim.
Ali Bilge: Bugün aynı zamanda 2. Dünya Savaşı’nın bitimine 3 ay kala gerçekleşen Dresden bombalanmasının da yıldönümü. Deprem bölgesi görüntüleri Dresden bombalanması sonrası görüntülerini hatırlattığı için tarihine baktım. 6 Şubat depremi de Dresden bombalanması gibi bir duruma yol açtı. Taş taş üstünde kalmadı. Dresden’i müttefikler savaşın sonuna yaklaşmışken göz dağı vermek için gereksiz bir şekilde bombaladılar. 10 binlerce sivil öldü. Kimse bunun hesabını vermedi.
Bombalanma öncesi ve sonrasında Nazi yönetimi, başta Goebbels olmak üzere muazzam bir algı oyununa girişmişti. Öncelikle düşmanın şehri bombalayamayacağı haberlerini yaydılar. Oysa trajedi yaşanıyordu, şehir kuşatılmıştı, herkes açlık ve susuzluk içindeydi. Nazi yönetimi müttefiklerin kapıda olduğunu gizliyordu. Halk, hava savunması olmaması nedeniyle öfkeliydi, Hitler’e nefret de artıyordu.
Her şey halktan gizlenirken müttefiklerin bombalaması başladı, Dresden yerle bir oldu. Bombardımandan sonra Nazi yönetimi algı operasyonuna, propagandaya girişti ve müttefikleri teröristlikle, terör saldırısı yapmakla suçladı. Bitik Alman halkını birlik olmaya çağırdı. Hem düşmana/müttefiklere karşı önlem almadı, hem de yüzbinlerce insan öldükten sonra Alman halkını birlik olmaya davet etti. Taş taş üstünde kalmayan Dresden’in o halinden yararlanmaya çalıştı.
Türkiye’de de 20 yıldır ülkeyi yöneten iktidar, deprem bombalarına karşı halkını uyarmadı, depremin işbirlikçisi olan yolsuzluğa karşı durmadı, göz yumdu, yüzyılların felaketine sebep oldu. Yüzbinlerce insanın evsiz kalmasına, sakat kalmasına, yaralanmasına ve iktidarın deyimiyle etkisizleştirilmelerine neden oldu. Dresden’in neden bu şekilde bombalandığına ilişkin değerlendirmeler ve yargılamalar uzun süre devam etti. Üstelik müttefikler bombalamalar esnasında kendi askerlerini de öldürmüştü.
Aslında Dresden’i hatırlatan depremlere hiç yabancı değiliz. Biz bunları pek çok kez yaşadık, daha önce gördük, konuştuk. Sayısını hatırlayamadığım programlar yaptık. 17 Ağustos deprem yıldönümlerinde ve arada gerçekleşen depremler sonrasında çok program yaptık. 1999 Gölcük ve Düzce depremleri sonrasında, Elazığ, İzmir, Van, Bingöl, Karlıova gibi, 6 şiddetinin üzerinde 6-7 deprem oldu, 5’in üzerinde 15 tane deprem var.
17 Ağustos depremi deneyimi var arada, sayısız afet var. İlk defa karşılaştığımız bir durum değil. Deprem bölgesinde halk “devlet nerede?” diye soruyor. Devlet deprem karşısında yapması gerekenleri yapmadı, devletin afetlere karşı kapasitesini kaybetmiş olduğunu gördük. Bu arada devlet deyince, deprem bölgesine gitmeyen isimlerden biri Devlet Bahçeli. Üstelik kendisi Osmaniyeli. Deprem bölgesinde devletin çöküşüne tanık olduk ve Osmaniyeli Devlet’in, devlet çökerken memleketine bile gitmediğini tanık olduki
Ö.M.: Osmaniye de önemli deprem bölgesine çok yakın yerlerden biri.
A.B.: Çok hasar görmüş. Valiler nerede? Kaydırılmış valileri de göremiyoruz. Diğer bir husus gerçekten OHAL ilan edilmesi! OHAL ilan edilmesine gerek var mıydı? OHAL aslında medyaya, bize ilan edildi. “Afet bölgesi” ilan edilmesi yeterliydi. Afet bölgesinde valilerin olağanüstü yetkileri vardır; madenlere, fabrikalara, makinalara, araçlara, özel sektöre, el koyup deprem için çalıştırabilirler. Askerî birliklerin seferber edilmesi de buna dahil. Bakanları da göremiyoruz, 99 depreminde bakanlar bölgede arabalarında yatıp kalkmışlardı. Bakanlar bugün konu mankeni gibi Erdoğan’ın yanında duruyor.
Diğer bir husus TBMM’nin tatil edilmesi, meclis OHAL için toplandı ve kapandı. Bölge milletvekillerinin bölgeye gitmesi çok normal ama TBMM niye tatil ediliyor? Deprem bölgesi dışındaki üniversiteler neden tatil ediliyor? Cuma günü TBMM’ye gittim, kütüphanesinde bir işim vardı, uzun süredir gitmemiştim. Meclis, felaket günlerinde bomboş, içinde bulunduğumuz tek adam rejiminde, içi boşaltılmış bir yasama örgütüne sahip olduğumuzu biliyoruz elbette ama felaket günlerinde meclisi neden tatil edersiniz? Ülke yönetimi muazzam bir zafiyet içinde bulunuyor.
“Ordu nerede?” diye soruyor herkes. Doğal felaketlerde dünyanın her tarafında kasırgalarda, depremlerde ordu görevlendirilir. Neden ordu yok? Bu sorunun cevabını da bulamıyoruz, neden geç intikal ettirildi? Kimisine göre, TSK bu alandaki kapasitesini kaybetti. 15 Temmuz’dan sonra ordunun altı üstüne geldi, bilgi tecrübe vs. kayboldu gitti. Kimisine göre güvenlik bürokrasisi arasındaki ilişkiler bozuk, kopuk. İleri sürülen bir hususta şu: Türkiye’de her 7 askerden 1’i yurt dışında bulunuyor. Suriye ve Irak içinde sınırda konuşlanmış çok asker var. “Kaydırılacak yakın birlikler harekâtların, savaşın içinde bulunuyormuş”, malum eller tetikte bekleniyor. Depremde Irak’ta harekatlar devam ediyordu, Suriye için harekat hazırlığı içinde olduğumuz biliniyordu. Sonuçta ordu dahil devletin tümü zafiyet içinde kaldı. Mevcut durumun 1999 depreminden farkı nedir? 99 depreminde otokratik bir yönetim içerisinde değildik, meclis güçlüydü, kuvvetler ayrılığı vardı, başbakanlık müessesesi vardı. 99’da OHAL ilan edilmedi, basın ve sivil toplum bugünle ölçülemeyecek düzeyde özgürdü.
Üzerinde durmamız gereken ülkenin yönetim sistemiyle devletin zafiyeti arasındaki ilişkidir. 99 deneyimine sahip devlette kimi arayabilirim? diye düşündüm. Bürokraside 99 depremine tanık olan, müdahale eden kadro kalmadı. Üzerinden çeyrek asır geçti ama esas mesele devletin içinde hafızanın, belleğin aktarılmamasıydı. Neden yok? Çünkü Başbakanlık müessesesi ortadan kalktı. Beğenmediğimiz, çok eleştirdiğimiz Başbakanlık müessesesi, 200 yıldır, Osmanlı’dan Cumhuriyet'e ülkenin hafızasını oluşturuyordu. Şimdi bu hafıza da ortadan kalktı, yok. Afet zamanlarında Başbakanlık müessesesinin, bakanlıklarla, silahlı kuvvetlerle olan ilişkileri çok önemliydi. Deprem refleksi tüm taraflarıyla, arama kurtarma gücü dahil, bu hafızada kayıtlıydı. İşte bu hafıza, dünyada pek örneği olmayan Türkiye’nin otokratik rejiminde ortadan kalktı. Dolayısıyla, 99 depremine ilişkin hafıza kiti de kayboldu.
Geçen 20 yılda deprem üzerine her şeyin konuşulmuş olduğunu görüyoruz. Bakın 6 Nisan 2019’da Antakya’da İnşaat Mühendisleri Odası’nın bir çalıştayı yapılıyor. Çalıştayın konusu deprem ve yapı denetimi. Bildirilerine ulaşamadım ama oda başkanı Cemal Gökçe’nin konuşmasına ulaştım, içinde her şey var. Ülke depremlerinin büyük 99 depremi dahil analizi yapılıyor. Nedenlerini ortaya koyuyor, Antakya’nın yaşamış olduğu depremleri de anlatıyor.
Antakya’da 1997 yılında da bir deprem oldu, ciddi yaralanmalara ve bina hasarlarına sebebiyet verdi. Büyüklüğü 5.7’idi hatırladığım kadarıyla. Sürekli fayların hem Maraş’ta, hem Antakya’da hareketliliğinden söz ediliyor çalıştayda. Konuşmasında Cemal Bey: “Türkiye’nin yapı stokunun depreme hazır olup olmadığını sorguluyor: ‘Kentleşme ve imar konularında yapılan rant odaklı uygulamalar, doğal ve öngörülebilir olan deprem ve su taşkınlarını afete dönüştürüyor… Yapı stokumuz çok zayıf… kaçak yapılaşmanın olağan sayıldığı ülkemizde, ağır hasarlı binaların arasında devlet daireleri, hastane ve okulların da bulunması sorunun sadece bir imar sorunu olmadığını, daha farklı boyutlarının da olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Açıktır ki Yapı Denetim Yasası`nda gerekli değişiklikler, ihtiyaç duyulan düzenlemeler yapılmaz ise, on yıl sonra aynı sorunlarla karşı karşıya kalınacak, olası bir depremde başta kamu binaları olmak üzere konutlar, işyerleri ağır hasar görecek, çok sayıda bina yıkılacak, can ve mal kayıpları yaşanacaktır…Türk imar tarihinin bugüne kadar ki en kapsamlı (2018) imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talep de edilmeyen yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmaktadır.” diyor.
Türkiye yapı stokunun zayıf olduğunu özel sektör temsilcileri de hazırladıkları raporlarda ortaya koyuyorlar. Hazır beton üreticilerinin raporları da, bu durumu net bir şekilde ortaya koyuyor. Takip ederim bu raporları, inşaat sektörünün durumunu, beton endeksine bakarak analiz etmeye çalışırım. Bu raporlar, sürekli olarak Türkiye’nin yapı stokunun yarıya yakınının değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. İnşaatlarda kullanılan malzeme doğru değil, kaçak yapılaşma var, ağır hasarlı binalar çoğunlukla kamuda bulunuyor. AKP iktidara geldiğinden bu yana rahatsız olduğu mesleki örgütlerin, TMMOB’un, İnşaat dahil mühendis odalarının yetkilerini tırpanladı. İnşaatları, denetim yetkileri kalktı.
Ö.M.: İstanbul Tabip Odası başkanıyla konuşurken de aynı noktaya değinilmişti.
A.B.: Mühendis odaları bir şekilde bu yapı denetiminde rol oynuyorlardı, bu roller gitti. Şantiye şefi uygulaması inşa edilen yapılarda, yapı denetiminde çok önemli bir görev. İnşaat Mühendisleri Odası hep uyarıyor, “bir kişinin 5-6 yere şantiye şefi olmasını yasaklayın, bu olmaz, yanlış” diyor. En önemlisi imar barışı dedikleri aflarla felaket davet edildi. Depremde yıkılan binaların analizi yapılmaya başlanınca imar affının sonuçları görülecek. Türkiye’de 99’dan sonra imar mevzuatında yapılan düzenlemelerin hiçbirinin uygulanmadığı görülecek. Türkiye tarihinin en büyük affı olan 2018 imar affında sadece yapı sahibinin beyanı, imzası arandı. Hiçbir mühendislik hizmeti alınmadan bu af uygulandı. Affa giren bina için sadece yapı sahibinin beyanı istendi. O beyanla oturulabilir belgesi verildi.
Ö.M.: İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Nergis Erdoğan’la yaptığımız konuşmada da sizin biraz önce sözünü ettiğiniz bu yetki meselesini önemle vurguladı kendisi. Yani “karar verici mekanizmalarda olmak dileği kabul edilmedi, depremlerde yani doğal afetlerde en önemli şey bu, tıpkı koruyucu hekimlik gibi” demişti. “Önleyici önlemleri, hazırlık aşamalarını çoktan geçmiş durumdayız çünkü yer bilimcilerin uyarmasına rağmen olayın büyüklüğü ortada. Bundan sonrası için de biz o masalarda olmalıydık ve afet gerçekleştikten sonra biz de o masalarda olmalıyız ama bu yönde de hiçbir inisiyatif yok” demişti.
A.B.: Bakın o dönemin şehircilik bakanı Özhaseki, 2018’de uyguladıkları imar affında aynen şunu söylüyor: “Mühendislere para verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık.” Bu kadar! 2018’de seçimleri kazanmak için yapılan bu af, dağa-taşa, dere yatağına, hazine arazisine mühendislik, mimarlık desteği, standartları, yasaları, yönetmelikler hiçe sayılarak yapılan tüm binaları kapsadı. Gerçekten söyleyecek söz bulamıyorsunuz, inanılır gibi değil.
Özdeş Özbay: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2019 yılında yaptığı Maraş mitinginde söyledikleri geçtiğimiz birkaç günde sosyal medyada da çok yer aldı. İmar barışı yasasını överek “imar barışıyla 144,556 Maraşlı vatandaşımızın sorununu çözdük” cümlesi paylaşıldı.
A.B.: Geçen 20 yılda mühendislik diploması veren kaç fakülte kuruldu? Bunların eğitim kalitesi ve mezun olanların yaptıkları işler nelerdi? Programlarda 20 yıllık iktidarın ekonomi politiğini anlatmaya çalışıyoruz, geçen yıllar içinde Türkiye’de bir zenginleşme modeli yaratıldı? Bu model inşaat sektörüne dayalı olarak gelişti. Geçen hafta alınan dış borçların miktarını ve bu kaynakların özel ve kamu bankaları aracılığıyla alt ve üst yapı inşaatlarına harcandığını anlatmıştım.
İnşaata dışında nerelere harcandı? Neyle övünüyoruz? 2 gün önce, Türkiye’nin dronları ile övünüyorduk. Başka nerelere para harcadık, ne aldık ? Kullanmadığımız S400 füzeleri aldık, her gün bir doğalgaz müjdesi konuştuk. Yahu bizim yerin altındaki çocuğu kurtarmak için dinleme aletimiz yok, aleti Fransızlar getiriyor. Depremle iç içe yaşayan bir ülkenin, dronu mu üretmesi lazım? Dronlar depremin fotoğraflarını, görüntülerini çekmek için gerçekten çok işe yarıyor, gerçek durumu gösteriyor. Senin, deprem öncesi ve sonrasına ilişkin bir teknolojik yatırımın oldu mu? Trilyonlarca dolar borçlandın. Büyük depremler yaşamışsın, yaşıyorsun. Deprem öncesi ve sonrasına yönelik ya da inşaat teknolojisine ilişkin bir yatırımda bulundun mu? Tam tersi, hep çürük bina dikmeyi teşvik ettin. İmar barışları ve yolsuzluklar ile depremi karşıladın. Nereye koyacaksın şimdi hurdadaki S400’ü? Tanesi 2,5 milyar dolardı. Dronlar mı kurtarıyor yerin altındaki insanları? Yerin altına ulaşabilecek, koku alan köpeklerimiz bile yok.
Ö.M.: Asrın felaketi diye sunulan bu depremlerdeki yıkımı yorumluyor Ajay Chibber ve Türkiye’nin geçmişin derslerini almadığını söylüyor. Sizin de söylediğiniz, bizim de zaman zaman altını çizmeye çalıştığımız bu imar aflarına dikkat çekiyor. CNN International’a konuşmuş ve bilinçli bir tercihin sonucu olduğunu söylemiş. “Bu binaların bu kadar kolay çökmesinin bir sebebi yok, daha 1 veya 2 yıl önce yapılmıştı. Şimdi gördüklerim o dönemin tekrarı” diyor. Siz beraber de bulunmuştunuz değil mi?
A.B.: Ajay Chhibber, uzun süre Ankara’da Dünya Bankası temsilciliği yaptı. 99 depreminde Türkiye, IMF ve Dünya Bankası ile yakın bir işbirliği içerisindeydi, yakın izleme anlaşması yapılmıştı. Yine ekonomik kriz vardı, tam onun üzerine deprem geldi. Chhibber ve Dünya Bankası uzmanları deprem bölgesine pek çok kez gitmiştir. O zamanki IMF Türkiye masası şefi Cotarelli buradaydı, ilk gidenlerdendir. Carlo Cottarelli daha sonra İtalya’da cumhurbaşkanı adayı oldu. Ajay, Türkiye’yi yakinen bilen bir insandır, ciddi gözlemleri oldu. Türkiye’de müteahhitlik sektörünün ne durumda olduğunu, nasıl çalıştığını çok iyi bilen bir uzmandır. Dünya Bankası kendi adına da çok önemli dersler çıkarttı. Deprem için verdikleri kaynakların ihale edilmesini bizzat kendileri yönettiler. Türkiye gibi yolsuzluğa batmış ülkelerde böyle yaparlar. Dünya Bankası’ndan 1.7 milyar dolarlık bir kaynağın geleceğinden söz ediliyor. İzmit’te Dünya Bankası kaynaklarıyla bir uydu kent yapılmıştı, bizzat her aşamasını Dünya Bankası uzmanları yönetmişti. Belediyelere ve merkezi yönetime bırakmadılar.
Deprem Türkiye’de bilinmeyen bir şey değil. 84 yılda 3 büyük deprem var. Son depreme kadar tam sayıyı bilmiyoruz ama 150 bine yakın insan ölmüş Çok geçmişe gitmeyelim: 1963-68 Birinci Kalkınma Planı sonrasına bakalım, ne yapıyoruz? Kamu ve özel sektör sanayiyi Marmara bölgesine, fay hattına kuruyor. Peki ya donanma nerede? Gölcük’te kurulmuş, fayın üstünde. Devlet ilk rafineriyi fayın üstüne kurmuş. Gölcük depreminden sonraki 20 yıl, tek başına bir iktidar dönemidir. Bu iktidar tarafından, 99 depremleri sonrasında yapılan yasalar, yönetmelikler, düzenlemeler kenara atıldı ve uygulanmadı. Türkiye’de her şeyin bir ruhsatı var ama müteahhitliğin ruhsatı yok.
Deprem sonrası tablo havuz sisteminin yerelleşmesinin sonucudur. 10 ildeki mali kaynakların dağılıma baktığımızda, hangi ilişkilerle bu tablonun ortaya çıktığını görmek mümkün olacak ve mesele çok iyi aydınlanacaktır. Havuz sistemi yerele, muhtarlıklara kadar yansıdı.
1999 depremlerinde, deprem uzmanı üç isim tanıdık, bugün onlar yok. Onları anmak istiyorum: Aykut Barka, Ahmet Mete Işıkara ve Oğuz Gündoğdu. Aykut Barka’yı bilimsel çalışmalarıyla tanımıştık, pür bir bilim insanıydı. Uzmanların açıklamalarıyla, çalışmalarıyla kamuoyu ve medyada deprem bilinci yükselmeye başladı. Aykut Barka deprem bilimciler arasında çok önemli, saygınlığı olan bir kişiydi. Bugün medyada görüyorum, bazı bilim insanları sürekli aynı şeyleri konuşuyorlar ve hatta birbirleriyle de rekabet içerisindeler. O nedenle Barka’yı hatırlamak istedim. Açık Radyo, Barka’yı konuk etmiş bir medya kuruluşudur. Gerçekten namuslu bir bilim adamı. Son olarak deprem haberciliği üzerine bir şeyler söylemek istiyorum: Deprem haberciliği sadece enkazın başında durup, nasıl kurtarıldığı da belli olmayan insanları haber etmek değildir. Zaten görüntüler de çok kötü. Bağırışlar, çağırışlar, tekbir sesleri, alkışlar… Enkazdan çıkarılan insanlar, üstelik bir de çocuksa, inanılmaz bir şok yaşıyor. Yaralananların nerelerde oldukları, nasıl oldukları, giden yaralıların ve kurtulanların kaçta kaçının öldüğü hakkında yeterli haber yapılmıyor. Ayrıca bu yaralı ve ölüm rakamlarını kim veriyor? Nasıl tutuluyor bu rakamlar? Deprem haberciliği üzerinde de önümüzdeki günlerde durmamızda fayda var.
Ö.M.: UNESCO’nun ilan ettiği Dünya Radyo Günü’nde tam da bunun üzerine bir bildiri yayımlandı. Doğru haber ve bilgilendirmenin çatışmaları, felaketleri önlemekteki hayati önemini de bir kez daha vurguluyordu. Biz de elimizden geldiği, dilimiz döndüğünce buna uğraşıyoruz.