Ali Bilge, Ekonomi Politik'te Türkiye'de bugün yaşanan ekonomik krizi, para politikalarını ve enflasyonu değerlendirip bunların mevcut durumdaki siyasal rejime yansımaları üzerine yorumlarda bulundu.
(6 Aralık 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!
Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Özdeş, günaydın Feryal!
Özdeş Özbay: Günaydın!
ÖM: Gene dünyada ve Türkiye’de son derece hareketli, yoğun bir haftaya, birini geride bırakıp ötekine başladık. Neyle başlayalım? Ekonomi bakanının istifasıyla mı?
AB: Evet, geçen hafta Hazine ve Maliye bakanı istifa edebilir dedik. Bütçe görüşmelerini devam eden bir süreçte istifa geldi. Aslında, daha doğrusu istifa müessesesi yok artık, affedilme müessesesi var.
ÖÖ: Evet, affını diliyorlar.
AB: Bütçe komisyonundaki görüşmeler biter bitmez Maliye ve Hazine bakanı görevinden affedildi. Bana çok kişi ekonomide bundan sonra bir çıkış yolu var mı? diye soruyor. İsterseniz biraz böyle başlayalım; çıkış yolu var mı? Önce bir durumu yeniden tespit edelim: Geçen hafta da söyledik, ülke bir borç yıkımı altında ve borçlar döviz cinsinden, ülkenin bilançosu dolarize olmuş vaziyette. Çıkış için de içte ve dışta güven veren bir iktisadi programa da sahip değiliz. Bir döviz kuru politikası bulunmuyor. “Saldım çayıra Mevla’m kayıra” şeklinde bir döviz kuru anlayışı hakim. “Gideceği kadar gitsin” diye bakılıyor. Enflasyonla ilgili bir mücadele politikası da yok. Yüksek enflasyona doğru bir yolculuk içindeyiz. Tüm bunlara karşın iktidar “3-4 ay sonra, en fazla altı ay sonra her şey güzel olacak” demeye devam ediyor. Böyle devam ettiği müddetçe 2022 ve 2023 yıllarını çöküş yılları olarak yaşayacağız büyük bir olasılıkla.Büyük bir olasılıkla cumhuriyetin 100. yılına çökmüş bir ekonomi ve çökmüş bir siyasal rejimle gireceğiz. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan son bir pastırma yazı yaşamak istiyor. Pastırma yazını yaşama arzusunu şu şekilde kurguluyor: Düşük faiz, değersiz yerli para, döviz kurunun aşırı değerlenmesi, yüksek devalüasyon, rekabetçi bir kur yaratacak, bu şekilde cari fazla verilerek, ekonomik büyüme olacak, ekonomi büyüye büyüye fiyat istikrarı sağlanacak! Böyle bir zincir içinde, tutarlı olmayan, içerde ve dışarda iktisatçıların şaşkınlıkla izlediği bir söylemle “ekonominin içinde bulunduğu durumdan çıkacağını” söylüyor. Bu söylemin temelinde de faizle enflasyon arasında kendisinin belirlediği ilişki: Faiz sebep, enflasyon sonuç teoremi! Bu şekilde seçimleri kazanmak, bu şekilde reel ekonomiyi canlandırmak, büyüme sağlayarak iktidarını sürdürmek istiyor. Bu anlayışa göre, Merkez Bankası, merkez bankası işlevini yapamıyor. Döviz büfesi haline geldi, kurumlar iğdiş edilmiş vaziyette.
"Son gelişmelerden sonra Türkiye düşük değerde bir ülke haline geldi"
Ama hayat böyle değil. Günümüzde insanlar, vatandaşlar da sadece T.C. Merkez Bankası’na bakmıyor; gözler FED’e, Amerikan Merkez Bankası’na, Avrupa Merkez Bankası’na bakıyor, çünkü günümüz finansal sisteminde merkez bankaları, ülke ekonomileri, mali piyasalar birbiri ile entegre olmuş vaziyette. Böyle olunca da büyük güçlerin belirleyiciliği karşımıza çıkıyor. Üstüne üstlük 31 senedir sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir rejimdesiniz, büyümenizin kaynaklarını da dış piyasalardan temin ediyorsunuz. Dış piyasalardan temin ederken entegre olduğunuz sistemin hareketlerine ve aktörlerine de bağımlı oluyorsunuz. Günümüz finansal sisteminde her şey menkul kıymetleştirilmiş durumda. Ülkeler de menkul kıymet haline gelmiş durumda. Dış piyasalarda çalışan kişiler, ülkelerden sorumlu çalışanlar, ülkelerin tahvillerini alıp satarken günlük dilde Türkiye’yi aldım Türkiye’yi sattım, Çin’i aldım Çin’i sattım, Malezya’yı aldım Malezya’yı sattım diye konuşurlar. Bunlar için ülkelerin ekonomik durumları, performansları, özellikle borç ödeme kapasiteleri önemli göstergelerdir. Bunlara göre ülkelerin borçlanma faizleri oluşur, buna risk primi denir.
Son gelişmelerden sonra Türkiye düşük değerde bir ülke haline geldi; borç verilmesi mümkün olmayan, verilirse de yüksek bir risk primiyle fiyatlandırılan bir ülke haline geldi. Çokça duyduğumuz CDS pirimi -CDS, Credit Default Swap deyiminin kısaltılmış halidir- ülkelerin borçlanma maliyetlerini gösterir. CDS pirimi bir anlamda borç verenin borcu sigortalama maliyetidir. Eskiden senet kırdırılırdı hatırlarsanız; senet kırdırırken 100 liralık senedi 90’a kıran, 80’e kıran, 95’e kıran vardı. Bir anlamda bu iskonto senet sahibinin bir risk primiydi. CDS de onun gibi bir şey; borç verenin borç alana karşı sigorta maliyeti diyebiliriz. Türkiye’nin bu günlerdeki risk pirimi tarihinin en yüksek seviyesinde bulunuyor (537-42)!
Günümüz kapitalizminde gözler neye çevrilir? Sadece kendi ülkenizle yetinemezsiniz. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ülkede gözler uluslararası kuruluşlara, büyük merkez bankalarına, FED’e -FED’le yatıyoruz FED’le kalkıyoruz- Avrupa Merkez Bankasına, Japon Bankasına, İngiltere Merkez Bankası’na, mali piyasalara çevriliyor. Onların alacağı kararlara göre uluslararası ekonomik düzenin işleyişi gerçekleşiyor. Türkiye finansal anlamda küreselleşmiş bir ülke ve çok borçlu bir ülke. Türkiye’nin döviz yükümlülüklerini geçen hafta açıkladık: 622 milyar Dolar. Bu çok yüksek bir borç. Her yıl 150-200 milyar Dolar civarında yeni borçlanma yaparak vaziyeti kurtarmaya çalışıyorsunuz, bununla içeride de belli bir iktisadi büyüme yaratmış oluyorsunuz.
"İktidar, kendi seçmenini de uyguladığı politikanın altında eziyor"
Şimdi böyle bir ortamda pusulasız bir gemidesiniz, direk kırılmış, fırtınalı bir deniz, gemi savruluyor, üstelik kaptan da karayı gördüğünü iddia ediyor. Şimdi maalesef kaptan biraz önce anlattığım tutarsız söylemlere “yeni ekonomik program” diyor ve yaşanan olumsuzlukları dış güçlere bağlıyor, “dış güçler Türkiye ile uğraşıyor” diyor. Halbuki dış güçlerden alınan borçlarla 20 yıldır iktidarını sürdürdü. Geçen iki sene içinde, kuru baskılamak için dış güçlerden alınan 128 milyar Dolar satıldı. Madem kur hiç önemli değildi niye baskılamak için bu dövizler harcandı? Elbette bu sırada abad olanlar işin başka bir tarafı. 2002’den bu yana AKP iktidarını dış güçlerden oluk oluk gelen borçla sürdürdü. Bir anlamda otokrasiyi de borçla kurdu.
Peki böyle bir tablodan çıkış yolu var mı? 1980 sonrasında kitaplarını çokça okuduğumuz ünlü iktisatçı Galbright vardı. Sanıyorum “Kuşku Çağı” isimli kitabı Türkçe’ye ilk çevrilen kitaptı, Gülten Kazgan hocanın önsözüyle yayınlanmıştı. Galbirght’in karşısında neoliberalizmın babası, serbestinin tanrısı Freedman dururdu. İçinde bulunduğumuz düzenin en önemli ideoloğu, yaratıcısıydı ki en önemli müridi Alan Greenspan’dı. Greenspan, FED’i 2008’e kadar yöneten efsanevi, gaddar Merkez Bankası başkanıdır. Bunlar neoliberalizmin katı uygulayıcılarıdırlar.
Konumuza döneyim; Galbright’a sorarlar: “Milton Freedman’ın Şili’ye danışman olmasına ne diyorsunuz?” diye. Galbright şöyle yanıt veriyor “Prof. Freedman Şili hükümetine danışman olması nedeniyle çok eleştirildi. Ancak ben onun Şili’ye danışman olmasını savundum. Şili diktatörlüğünün sona ermesini isteyen birisi olarak Şili diktatörlerinin Milton Freedman’ın önerilerini harfi harfine uygulamasından daha iyi bir çıkış yolu göremiyorum” diyor.
ÖÖ: Halbuki tencere-kapak.
AB: Cumhurbaşkanı ekonomide böyle devam ederse, çıkış yolu böyle olabilir! İktidar, kendi seçmenini de uyguladığı politikanın altında eziyor ve çözülmeler beraberinde geliyor. Erdoğan, otokrasisinin de bitmesine yol açacak ekonomik bir felakete, Sarıkamış felaketine aday bir vaziyette ilerliyor. Bu söylemden başka ne yapılabilir? Zaman zaman gündeme gelen, Türkiye’nin kambiyo rejimindeki değişiklikleri yapıp yapamayacağına geliyoruz.
Ülkelerin Türkiye kambiyo tarihi çok önemli bir tarihtir, biraz uğraştığım için biliyorum. Kambiyo tarihi anlaşılmadan siyasi, iktisadi tarihimizi açıklamak zordur. 1923 Lozan sonrası 1930 dönemi, 1930-1989 ve sonrası… 1989 sonrasına naçizane yayıncı ve gazeteci olarak canlı tanık olarak bulundum. Henüz 1989 sonrası da izahatlı bir şekilde yazılmadı. 1980 öncesinde hem kur hem de sermaye hareketleri rejimi katıydı, katı bir rejime sahiptik. 1980-89’ arasında dış ticaretin liberalizasyonu nedeniyle daha esnek bir sisteme geçtik. Kambiyo tarihi ülkeleri anlamak için çok önemlidir. Kambiyo tarihi, sermaye birikim modelleri anlamında da bize bir tarih sunar, temerküz tarihinin evrelerini görebiliriz.
"Türkiye, döviz bulmadığı takdirde ithalat yapmakta bile zorlanabilecek bir ülke"
Şimdi soru şu: Mevcut kambiyo rejimi değişebilir mi? Sabit kura dönülebilir mi? Bu konuyu son yıllarda gündem getiren Bahçeli’ydi. Türkiye’nin kambiyo sisteminin değiştirilmesi gerektiğini birkaç kez öne sürdü, sanırım meclisteki grup toplantılarında dile getirmişti. Bu nedenle biz de buna Ekonomi Politik’te işaret ettik. Türkiye de iktisatçılar bu konuları geçmişte de çok tartıştı. Ancak şimdi öyle bir durumdayız ki demokrasiniz ekside, döviz rezervleriniz ekside, reel faizleriniz ekside olduğu, üstelik muazzam da bir dış borçla karşı karşıyayız. Borçlar, yeni borç ihtiyacı, sermaye hareketleri hesabını kafanıza göre yönetmeyi, neşter vurmayı kısıtlayıcı hale getiriyor. Hem otokrasinin sürmesini istiyorsun hem de 180 milyar Dolar yıllık borç bulmak durumundasın. Bulursan siyasal rejimini sürdürebiliyorsun. Borç tavan yapmış, borç faizleri arşa yükselmiş durumda, hem siyasal hem de iktisadi rejimine borç verenler sana güvenmiyor. Sonra ülke ülke gezmeye başlıyorsun. Bu durum muhalefete karşı sertleşme dozunun arttırılmasını da beraberinde getiriyor.
Sermaye hareketlerini açık bir ekonomide yönetmek çok zordur. Bu konular 90’ların ortalarından itibaren Tobin vergisiyle birlikte de gündeme gelen çokça tartıştığımız önemli bir konuydu. Mesele şudur: 2002’den bugüne uygulanan sermaye hesabı politikalarında bir düzenleme, bir politika yoktu. Değim yerindeyse serbestti, gemi azıya aldı, borçlanma çok ileri gitti ki şirketlere de dış borç imkanı tanıdıktan sonra ipini koparan gidip borçlandı. Esas yapılması gereken sermaye hesabı yönetimiydi. Yapılması gereken hareketler yapılmadı. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra, borçlar tavana dayandıktan sonra sermaye hareketlerine kısıtlamalar getirerek, sabit kur rejimini düşünerek ülkeyi Kuzey Kore gibi bir ülke haline getirebilirsiniz.
Son zamanda iktidar Çin modeli diye bir şey tutturdu. Çin sermaye hareketlerinin kısıtlandığı bir rejimdir. Çin’i de geçmişte çok inceledik. Çin trilyonlarca Dolar fazlası olan bir ülke, Türkiye eksi döviz rezervlerinde, bilançosu dolarize olmuş bir ülke ve döviz bulmadığı takdirde ithalat yapmakta bile zorlanabilecek bir ülke, swaplarla durumu idare etmeye çalışan bir ülke. Görüyoruz kaynak temin edebilmek için elde çanta ülke ülke dolaşıyorlar. Dolayısıyla kambiyo rejimini değiştirmenin muazzam bedelleri olacağı görülüyor. Bazı ülkelere örnek veriliyor. Bizim bildiğimiz dünya pratiklerine baktığımızda, 1997 yılında Asya krizi patlak verdiğinde Malezya bu konuda en başarılı örneklerden biriydi. O zaman panelini de yapmıştık. Sermaye hareketlerini bir yıllığına durdurdu ama Malezya’nın da dövizi vardı, böyle bir fecaat durumda değildi. Liderleri Mahattir ki o da otokrattı, ülkeyi baskı altında inletti, ancak çok tecrübeli biriydi, İslamcı bir adam, o da Soros ve Yahudi düşmanıydı, IMF’yi, Dünya Bankası’nı kovdu ülkeden. Bir seneye yakın, sermaye hesaplarında düzenleme yaptı, hatırladığım fazla süremedi kısıtlar ve sonra açtı. Latin Amerika’da, Kolombiya’da, Arjantin’de bazı düzenlemeler yapıldı ama başarılı olmadı. En başarılı örneği sözde Malezya ama yine de serbest bırakmak zorunda kaldı.
"TÜİK en şaibeli kurum"
Diyeceğim buradan böyle çıkış yolu pek yok. İktidarın mevcut anlayışıyla böyle bir düzenlemenin pek mümkün olmadığının altını çizelim. Normalde demokrasiye duyarlı bir ülkede iktidarın tutturduğu uygulamalar, sosyal patlamalara sebebiyet verir. Orta sınıf yoksullaşıyor, yoksul açlığa iniyor, 17 milyon civarında yoksulluk sınırında nüfus yaşıyor bu ülkede. Emekçilerin, ücretlilerin milli gelirden aldığı pay gittikçe düşüyor ama borçları yükseliyor. TÜİK’in son açıkladığı GSYH verilerine göre ücretlilerin Gayri Safi Katma Değer içerisindeki payı, 2019’un ilk çeyreğinde %36,8 iken, 2021 Eylül’ünde %29,8’e düşmüş.
İktidar ne yapıyor? İktidar, Milli Güvenlik Kurulu’nda ekonomiyle ilgili bir madde konuyor, çok rastladığımız bir durum değil. MGK bildirisinden anladığımız; “döviz kurumdaki gelişmeler dış güçlerin oyunu, dış güçler döviz operasyonu yapıyor, böyle görmeyenler dış güçlerin maşası oluyor, ekonomik durumu eleştirenler dış güçlerle iş birliği yapanlar” olarak değerlendiriliyor. Ekonomiyi eleştirmek yasaklar kapsamına alınıyor gibi bir izlenim ediniyorsunuz, parmak sallama görüyorsunuz. Bakın bu arada Lütfü Elvan’ın görevinden alınmasını konuşuyoruz ama -Merkez Bankasında önemli bir pozisyondur- para piyasaları genel müdürü de sesiz sedasız istifa etti. Çok önemli bir yerdir, paranın, dövizin vanalarıyla, musluklarıyla ilgilenen Merkez Bankası’nın en önemli genel müdürlüğüdür. Bürokraside durum içler acısı, diyecek bir şey bulamıyorum.
ÖM: Evet, Nurettin Nebati, işte Hazine ve Maliye bakanı yardımcısı iken Türk Telekom yönetim kurulu üyesi de olan bu bey… Hazine Bakanlığı koltuğuna oturan Nurettin Nebati’nin maaşını da CHP’li Deniz Yavuzyılmaz gündeme getirmiş ve aylık gelirinin 65,849 Lira olduğunu, bugünkü Dolar kurundan hesaplarsak yaklaşık 5 bin Dolar, 4.800 küsur Dolar’a geldiğini hesaplayabiliriz. Böyle bir durum var yani. Peki, diğer şeylere de bakalım, yani TÜİK meselesi var.
AB: Anlamadım?
ÖM: Kemal Kılıçdaroğlu’nun TÜİK’e alınmama meselesi var, çok ilginç bir şey.
AB: Bütün kurumlar şaibeli oldu ama TÜİK en şaibeli kurum. Ülkelerin istatistik kurumları siyasal rejimlerinin ne olduğunu ve kalitesini gösterir. Ülkelerin vitrin kurumlarıdır. Eski Devlet İstatistik Enstitüsü’dür. Türkiye OECD’ye katıldıktan sonra enstitünün hikayesini yıllar önce Büyükelçi Semih Günver’den dinlemiştim. Ana muhalefet liderinin TÜİK ziyaretinin engellenmesini, Milli Güvenlik Kurulu bildirisindeki ekonomik tedbirlere ilişkin önlem alma biçimi ile ilişkilendirerek bakmak lazım. Hep yıllardır söylediğim, bir ülkede hukuk güvenliği yoksa bilgi ve veri güvenliği de yoktur. Hukukun olmadığı ülkelerin dosyaları uluslararası kuruluşlarda çok zorlu dosyalardır, bilgi akışı söz konusu değildir. Bu ülke içine de akmamaktadır. O anlamda Kılıçdaroğlu’nun engellenmesi iktidarın daha da sertleşeceğini göstermektedir. Geçen hafta sormuştunuz Ömer bey, iktidarın sertleşmesini baskının artacağını konuşmuştuk. “Sertleşmenin devam edeceğini düşünüyorum” demiştim. Nitekim ardından MGK kararlarında ekonomiyle ilgili tedbir geldi. Kılıçdaroğlu engellendi. Devlet Denetleme Kurulu döviz araştırması yapmakla görevlendirildi.
"Bir taraftan iyi şeyler de oluyor..."
Şimdi bir taraftan da iyi şeyler de oluyor; Türkiye Barolar Birliğindeki değişim de çok önemli. Hepimiz bu değişimi sevinçle karşıladık doğrusu. Demokrasiye kavuşmak uzun ve dikkatli bir mücadeleyi gerektiriyor. CHP’nin Mersin mitingi de bu anlamda önemli. Ana muhalefet yıllardır çok hareketsizdi . Hep eleştirdik, adeta iktidarın belirleyiciliğinde giden bir muhalefet çizgisinde oldu. Son zamanlarda gördüğümüz hareketlilik önemli. Arkadaşlarım uyardı, son zamanlarda birkaç yerde de iktidarın adaylarının seçilmediği genel kurullar olmuş. Tarım alanında önemli bir kuruluş, şeker üreticilerinin üst kuruluşu Pankobirlik seçimlerinde iktidarın adayı kazanamamış. Sporda halter federasyonunun seçiminde de iktidarın adayı kazanamamış.
Türkiye’de özellikle iktisadi gelişmelere tepkilerin gelişeceğini beklemek durumundayız. 9-10 Aralık’ta Amerika’da demokrasi zirvesine çağırılmayan bir ülkesiniz. Burada yer almamak ne durumda olduğunuzu gösteriyor. Demokrasinizin bitmiş, tükenmiş olduğu tescil edilmiş oluyor. Hem Amerika ile ilişkileriniz kötü hem Rusya ile ilişkileriniz kötü. Son olarak yeni bir gelişme ile bitireyim: Rusya Karadeniz’de, Mısır ordusuyla tatbikat yapmış, gemiler Karadeniz’e boğazlardan geçerek gitmiş. Bundan haberiniz var mı?
ÖM: Hayır yok.
AB: Mısır yönetiminden ve liderinden hiç haz etmeyen iktidar, Mısır gemilerinin Rusya ile birlikte tatbikat yapmasını onaylamış.
ÖÖ: Engelleyemez ama.
AB: Engelleyemez tabii ama buna bir siyasi tavır alabilir, bir şey söyler...
ÖM: Evet.
AB: Ama son dönemde Mısır’la da bazı ilişkiler geliştirmeye çalışıyorlar. Sanıyorum süremiz de bitiyor. Ekonomik kurumlar, TÜİK, Merkez Bankası da dahil büyük bir kırımdan geçiyor. Türkiye mahkemeleriyle, yargı sistemiyle çok yıpranmış bir vaziyette, bu iktidarla salim bir çıkış yolu da gözükmüyor, krala da kimse söz söyleyemiyor. Dolayısıyla böyle devam edeceğimiz anlaşılıyor ama bunun sonunda kara gözükmüyor.
"Bundan sonra daha hareketli bir ittifaklar manzumesinin karşımızda olacağı anlaşılıyor"
ÖM: Evet yani Feyzioğlu’nun döneminin bitmesi, Metin Feyzioğlu döneminin kapanması Türkiye Barolar Birliği’nde önemli. Yapılan seçimde Feyzioğlu 156 oyda kalırken, delegelerden Erinç Sağkan 182 oy alarak yeni başkan seçildi. Bu önemli bir değişiklik. Bir de önemli görünen şey var, işte Mersin’de yapılan mitinge katılanların sayısı açısından önce şey verilmedi, orada “hükümet istifa” diye şeyler olmuş, yani CHP’nin Mersin’deki mitingine Mersin valiliği yaklaşık 21.500 kişi katıldı diye çok net bir rakam vermiş. Erdoğan da bunu “bugün Mersin’de bu kadar kalabalık toplayamadı” diye konuşmuş. Cumhurbaşkanı “Mersin’i bu kadar dolduramadılar, bak burası Siirt” diyor. Kılıçdaroğlu da cevap vermiş “daha büyük meydan verilseydi orayı doldururduk” demiş, “sen önce orayı doldur, resmi rakamlar elimizde” demişti. Aslında çok daha kalabalık oldu, yani 37 bin kişilik alanın tamamen dolduğuna ilişkin drone çekimleri de var. Fakat Kılıçdaroğlu Erdoğan’a bir cevap vermiş: “Rakamları TUİK'ten mi aldın?” demiş.
AB: Çok güzel. Kılıçdaroğlu’nun Mersin mitingi, İstanbul Maltepe’de izlediğimiz demokrasi mitingi sonrasını hatırlattı…
ÖÖ: Adalet yürüyüşü sonrası mı?
AB: Adalet yürüyüşü sonrası evet. Katılım çok yüksekti. Ancak ana muhalefet sonrasını daha iyi getirebilirdi, getiremedi, ittifakları geliştiremedi, denkleme HDP‘yi yazamadı. Ancak bundan sonra daha hareketli bir ittifaklar manzumesinin karşımızda olacağı anlaşılıyor. Çünkü çıkış yolu güçlü ve hareketli ittifak politikaları geliştirmekle mümkün. Sadece seçimlere dönük bir ittifak anlayışı içinde olunmaması gerekiyor. İktidar değiştiğinde Türkiye’yi tamir, onarım, bakım, yeniden inşa süreçleri bekliyor olacak.
Bugün bütçe meclis genel kurulunda olacak. Meclis, meclis olmaktan çıktığı, zayıfladığı için bütçe görüşmeleri eski öneminde değil ama yine de çok önemli platformdur. Muhalefetin iyi bir performans sergileyeceğini umuyorum. Tabii önümüzdeki günlerde ısrarla takip etmemiz gereken, Türkiye’nin iç siyasal dengeleri ve uluslararası ilişkiler açısından HDP’nin Anayasa Mahkemesindeki kapatılma davası çok önemli. Herhalde önümüzdeki haftalarda bu konuya değinme fırsatı buluruz. Süremizi doldurduk.
ÖM: Evet süreyi doldurduk. Peki, çok teşekkür ederiz Ali bey.
AB: Görüşmek üzere.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın!