Usta oyuncu ve sıkı bir Açık Radyo dinleyicisi olan Kenan Işık'ı bugün kaybettik. Kendisini 2012’de, tiyatro tutkusu üzerine Açık Radyo'da Eraslan Sağlam ile gerçekleştirdiği söyleşi ile anıyoruz.
Eraslan Sağlam: “Tiyatro öldü - Son yıllarda insanı usandıracak kadar sık tekrarlanan bir söz bu. Miladını doldurdu tiyatro. Öldü. Eğer öyleyse, gerçekten de iddia edildiği gibi öldüyse tiyatro, bugün Dünya Tiyatro Günü’nü kutlamak yerine yasını tutalım tiyatronun. Oyunları seyretmekten vazgeçip, alalım kazmaları kürekleri elimize ve bir mezar kazalım tiyatroya şöyle görkemli, geçmişine yakışır bir anıt mezar. Başta bütün zamanların en iyi yazarı William Shakespeare olmak üzere bütün oyun yazarlarını, oyunları, oyuncuları, rejisörleri, dekor, kostüm, ışık tasarımcılarını, sahne arkası teknisyenlerini topluca gömelim bu mezara.
Ve hazır elimizdeyken kazmalar, kürekler, tiyatro salonlarını da yıkalım. Yıkamadıklarımızı da çürümeye terk edelim ki oynanmasın için de seyircinin aklını çelip onları fitneye, fesada teşvik eden oyunlar. Yerle yeksan olsun daha çok özgürlük, daha çok demokrasi talepleri, barış ve adalet özlemleri. Merhamet ve vicdan çağrıları, çığlıkları kalsın, o enkazın altında ve işitilmesin. Tiyatro sanatının piri Shakespeare'in 66. sonesinde dediği gibi; çiğnensin inancın en seçkini. Mutluluktan nasibini almasın geniş halk kitleleri. Ayaklar altına alınsın insan onuru. O kız oğlan kız Erdem dağlara kaldırılsın, ezilsin, hor görülsün elemi göz nuru. Ödlekler geçsin başa, mertlik bozulsun. Ve korkup dilini bağlasın da sanat, çılgınlık sahip çıksın düzene. Doğruya doğru diyenin eğriye çıksın adı. Kötüler kadı olsun Yemen'e, Mısır'a, Tunus'a, Libya'ya, Yıkılsın, yok olsun tiyatroyla birlikte yerel kültürler, her ulusun, her etnik grubun kendi değerlerini tiyatronun ortak evrensel değerleriyle buluşturarak insanlığa sunma ve savunma hakları. Bir tek dünyayı bir satranç ustası gibi kendi çıkarlarına göre biçimlendiren egemenlerin tek elindeki o ucuz, sığ ve kovkültür yürütsün hükmünü televizyonlarda, sinemalarda, kitapçı vitrinlerinde, DVD raflarında. Popülerin bir narkotik gibi bizi uyuşturup aklımızı başımızdan alan o yapay keyfiyle sermest olup unutalım insanlığın selameti adına unutmamamız gerekenleri.
Unutalım tiyatroyu. Hayatı, insanı ve insanca olanı unutalım. Bırakalım. Kıyametini yaşasın dünya. Ve kıyametten sonra da dönmeye devam etsin bu mavi gezegen uzayın sonsuz karanlığında. İçinde bu kıyamet oyununu anlatacak hiçbir oyuncunun olmadığı hüzünlü bir tiyatro dekoru gibi” - Kenan Işık.
Kaleminize sağlık Kenan Bey.
Kenan Işık: Teşekkür ederim.
E.S.: Öncelikli olarak şunu dile getirmemde sanırım bir sakınca yok; şu ana kadar pek çok ulusal tiyatro bildirisiyle karşılaştık fakat sizin yazmış olduğunuz bildiri iki tarafıyla çok içime dokundu - hem var olan gerçekliği ve olumsuz anlamda romantik özellikleriyle dile getirmekten kaçınan bu anlamda gerçekçi bir tutum sergilemesi itibariyle ve diğer tarafıyla da bunu yaparken entelektüelitenin insani olanı kırmasının önüne geçen son derece hassas, yüreğimizi titreten bir şekilde kaleme almış olduğunuz için çok çok teşekkür ediyorum. Çok etkilendim yazmış olduğunuz ulusal bildiriden, iyi ki de bu sene siz yazmışsınız. Bunu söylerken de şunun adına söylüyorum, derdim size burada övgü dizmek değil - var olan, sadece Türkiye'nin değil, Türkiye'nin ve dünyanın içinde bulunduğu gerçeklere baktığımızda - Politikanın bir üst yapı kurumu gibiymiş görünen tiyatroyu nasıl iyi ilişkilendirdiği, nasıl ilgi kurduğuna baktığımız yerden de bu anlamda ferahlatıcı durumun vahametini ortaya koyması açısından ferahlatıcı bir unsur olduğunu görüyorum ve bunu yaparken de sadece tabii ki tiyatronun bulunduğu koşullar itibariyle bunu dile getirmiyorsunuz asla. Dünyanın gidişatı, kültürsüzlük ya da kültürün başka bir kof noktaya itilmesi anlamında da aslında bir dünya tahlili, dünyanın gidişatına dair bir tahlil yaptığınızı düşünüyorum. Benim okumam bu yönde.
Sizi buraya Dinleyici Destek Projesi Özel Yayını sebebiyle yine artık gelenekselleşmiş üzere aldık. Biz, Kenan Işık'la geleneksel olarak artık bu sohbetimizi gerçekleştirirken sizin yazmış olduğunuz bu bildiriyle ilgili nasıl bir okumanız var Kenan Bey?
K.I.: Aşağı yukarı tabii senin okumana çok yakın, çok paralel yani öyle anlaşıldığı için de çok mutluyum çünkü bunu anlamak da biraz zor - kimi sert diyor, kimi ne demek diyor ama tiyatro bağlamında yüksek sanatın hayattan çekilip de yerine popülerin ikame edilmesi aslında bilinçli bir proje bence. Çok bilinçli bir proje çünkü egemenlerin hükümlerini istedikleri gibi yürütebilmeleri için sanatın bu eleştirel tavrını, sanatın insanlık adına, insanlığın geleceği adına dünyayı yeniden biçimlendirmeye, daha özgür, daha adil bir dünya adına biçimlendirmek tavrını yok sayan ya da o tavrı hiçleştiren bir anlayış var.
Sanat artık sanat olmaktan neredeyse çıktı. Sanat artık belli mevcut postmodern, liberal ekonomik anlayışın bir misyonu haline dönüştü, bir iş kolu haline dönüştü. Yani çok para getiren bir iş kolu, bugün de görüyoruz - sinemalarda konuşulan şey sadece şu kadar para harcandı bu filme veya şu kadar seyirci geldi, şu kadar dikkat edildi vs. Evet, peki böyle bir durumda bu durumun gerekçesi nedir ya da niye bu böyle dediğiniz zaman altındaki derin anlamlar da çıkıyor bana sorarsanız. Tiyatroyu da bu anlamda yani öldürme teşebbüsü, yok etme teşebbüsü de tiyatro sözcüğünü kelime olarak zaten itibarsızlaştırma anlamında uzun yıllardır devam eden bir yapı var, bir anlayış var. Millet Meclisi’nde milletvekilleri birbirlerinin gırtlağına sarılır ve oradaki çekicini vurur ve ‘Bir dakika burası tiyatro değil’ der. Yani bu kadar ötekileri aşağılayan, sözcüğü bu kadar kirleten, bize göre, biz tiyatroculara göre bu kutsal sözcüğü ki bence hakikaten kutsal bir sözcüktür, sadece tiyatrocular için de değil, bunu böyle itibarsız hale getirme çabaları... Gazetecilerin, bir takım entelektüellerin, ‘Gittik oyuna da 10. dakikadan sonra çok sıkıldık ya öldük, tiyatro demek ki miladını doldurdu, bitti artık, bu sanata gerek yok’ demeleri ve bunu diyenlerin de aslında gazetelerin bir yerlerinde köşeleri tutmuş, bir anlamda siyasetin magazinini yapan insanlar olması da son derece ilginç. Bu insanların oturup da sanat nedir, ne değildir, bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu konum itibariyle sanatın yeri nedir, gerçekten işlevini yerine getiriyor mu, getirmiyor muyu tartışmak yerine; ya da bu bir oyun ise ‘Çok kötü bir oyundu, yazık Shakespeare'a, yazara yazık, tiyatro gibi büyük bir sanat nasıl olur da bu ehil olmayan ellerle yozlaştırılır demek, eleştiri yapmak yerine doğrudan doğruya tiyatroyu öldürmeyi tercih ediyorlar.
Biliyorsunuz, ben daha geçen gün Sofya'daydım. İki milyon nüfuslu küçük bir şehir alt tarafı ama o tiyatro salonlarına insan özeniyor hakikaten neden bizde yok diye. Dün İKSV’nin Tiyatro Festivali için bir toplantısı vardı ve toplantıda ‘Bazı oyunları çağıramadık çünkü oyunları oynatacak salonumuz yok’ dendi. Yani 14 milyon nüfusu olan, dünyanın en büyük kentlerinden bir tanesinde, bir metropolde herhangi bir tiyatro oyununu oynatacak ebatta ya da teknik donanımda bir salon yok. O zaman hakikaten kimsenin derdi değil ve bu anlamda tiyatronun ölmesi belki de birilerinin işine geliyor çünkü tiyatro eleştirendir, tiyatronun muhalif bir duruşu vardır, devrimci bir tavrı vardır. Yani bu sözleri dinleyip, bu eleştirileri bir ölçüde ciddiye alıp kendine çeki düzen vermesi yerine insanların ya da siyasetin, mevcut, yerleşik politik anlayışın bunu kapatmak, yok etmek ve benzeri gibi girişimlerde bulunması hakikaten ilginç. Doğal olarak da biz, ben, - sadece tiyatrocu olduğum için değil - edebiyat için de aynı şeyleri söyleyebilirim, sinema için de, resim ve müzik için de, klasik sanatlar için de rahatlıkla aynı şeyleri rahatlıkla söyleyebilirim.
E.S.: Tabii ki Kenan Bey, biliyorsunuz ne radyonun tavrı budur, ne benim tavrım budur. Bunu kişisel tanışıklığımızdan da çok iyi bildiğinize adım gibi eminim. Sizi olumsuz anlamda magazinsel bir noktaya çekmek istemem ama şu örneği de dinleyicilerimizden gizleyemeyiz. Somut örnekler üstünden gitmek gibi bir derdim yok ama hiçbirimizin inkar edemeyeceği, tam da demin söylediğiniz bağlamda ki bir yozlaşma, yok etme, ölme ya da tırnak içinde yakma çabası var genelde sanat ve özelde tiyatro üstüne. Yaklaşık son bir iki ay içerisinde sanki - bu benim sadece kişisel yorumum, böyle olmayabilir - bir masanın etrafında basın bir araya gelmiş ve el sıkışmışlar, ‘Hadi şimdi tiyatroya saldıralım ve yok edelim’ gibi tuhaf bir anlaşma sezdim. Bu sadece benim hissiyatım bu durumla ilgili olarak ama siz bununla ilgili neler düşünüyorsunuz?
K.I.: Vallahi ben de o sezgilerin bunaltısıyla galiba bu bildiriyi yazdım. International Theater Institute Türkiye Şubesi tiyatro bildirisi yaz dediği zaman başka bir şey yazacaktım açıkçası ama bu sezgidir ki hele de o döneme denk geldi tam. Biraz sert deniyor, biraz da belki de sert bilmiyorum ama sert olduğunu zannetmiyorum. Bence ironik, komik bence benim yazdığım bildiri. Bence direkt ironik. Netice itibariyle sanat dediğimiz o olgu insanı bugüne taşıyan yani bugün uygarlığın bir zerresi var ise bunu sanata borçlu insanlar, dünya sanata borçlu çünkü insanlığın var olduğu günden beri var tiyatro. İlk insanın kendini vahşi doğada var etme çabası aslında bir tiyatro eylemidir, bir aslanın postuna bürünüp aslan gibi avlamak için kendini motive etmesi, bir aslan maskesi takması, aslan sesleri çıkartmasıyla başlayan bir şeydir. Çok basit olarak söylüyorum. Bu hayata dahil bir şeydir. Karnı doyurmak için tiyatro yapar, sanat yapar. Bir tanesi de oturur, boş bir ağaca, kütüğe vurur - danstır o, müziktir o. Anlatabiliyor muyum? Ama sonuçta eylemin maksadı şudur; karnımı doyurayım. O yüzden ilk insandan beri vardır tiyatro ve sonuç itibariyle belki insanoğlu dünyada kalmayacak. Bildiride de söylediğim gibi, sonunda doğanın yok olması, kimsenin dünyaya, dünyanın bize sunduğu nimetlere sahip çıkmaması, bunu hor kullanması, savaşlar, bombalar, atomlar, kimyasallar, genetiğiyle oynanmış gıdalar ve benzeri bin tane şey, dünyayı hızla kıyametine doğru yaklaştırıyor bana sorarsanız. Evet bir kıyamet kopacak, dünya duracak yerinde. Bu kıyamet neden koptu? Bu aslında sanatçının işidir biliyorsunuz. Bu kıyametin neden koptuğunu anlatacak ne bir edebiyatçı kalacak dünyada, ne de bir tiyatro oyuncusu ama dediğim gibi, uzayın o sonsuz gizemli karanlığı içerisinde, gizemi henüz keşfedilmemiş, boşluğu, karanlığı içinde dünya bir tiyatro dekoru gibi dönecek hakikaten. Hüzünlü bir tiyatro dekoru gibi, bana öyle geliyor. Bu gidiş bizi oraya götürüyor. O zaman da tiyatro yani içinde insan olmadığı halde dünya, bir dekor olarak, bir form olarak yaşamaya devam edecektir. O yüzden tiyatronun ölmesi diye bir şey söz konusu değil yani bunun idrakinde olması lazım herkesin.
E.S.: Evet, bu dediğiniz tespite katılıyorum. Aklımın erdiğince becerebildiğim iki tespitim var, bu tespitlerden biri şu; sistem şunu yapıyor - ‘Evet, sanat mı yapmak istiyorsunuz? Ben size en güzel mobilyaları, en güzel aletleri, en güzel teçhizatı vereyim. Siz bu teçhizatlardan anlamını bir kenara bırakın ve sadece bu teçhizatların, bu prodüksiyonların bir gösterisi olarak ne istiyorsanız ben size vereyim ve bunu pazara çıkaralım. Hadi bunun üstüne de bir borsa kuralım ve müthiş paralar kazanalım’ gibi bir yönelimi var.
K.I.: Hayır, yönelimi değil, böyle bir uygulama var. Yani sinemaya baktığınız zaman, popüler sinema baktığınız zaman böyle bir şey bu. Bugün herhangi bir gazeteyi alalım, ilavesine bakalım, arka sayfasını çevirelim, orada Amerikalı oyuncularının, sinema oyuncularının özel hayatları dahil - ne zaman hamile kaldığı, ne zaman doğuracağı, kimi evlat edindiği, edineceği, kiminle nişanlandığı, kiminle ayrıldığı - pek çok haberi okuruz. Bize ne diyeceksiniz değil mi? Ama okuruz. Ben bir Sophocles sahnesi koydum, kimsenin haberi yok ama Paris Hilton'un kim olduğunu herkes biliyor. Bu sayede biliyor. Ama Paris Hilton'un ne iş yaptığını sorsanız onu kimse bilmiyor. Nedir bu figür? Yani bunun bir manası var mı? Elbette var, çok derin manası var bence. Demin de söylediğim gibi, sanatı bir eğlenceye, kof bir oyalamaya dönüştürecek, sığ, insana hiçbir şey vermeyen bir sistem, bir anlayış bu. Evet, teknoloji de buna destek oluyor. Yani bizi şaşırtıyor, hayran bırakıyor. Yani öylesine yeni teknolojiye donanmış oyunlar görüyoruz ve diyoruz ki, ‘Vay canına’ ve çıkıyoruz. Peki, bize ne kalıyor geriye? Hiçbir şey, çöp. Anlatabiliyor muyum?
Basit bir örnek vereyim; İran bir film yaptı BirAyrılık diye. Dört kişi vardı yedi, sekiz ay önce sinemada seyrettiğimde. Oscar kazandı film ama hala kimsenin umuru değil. Bir başka Amerikan filmine baktığın zaman, 800 bin kişi seyretmiş. Yani buradaki mana şu, AVM'ler yapıldı ve bu AVM'lerin üst katları sinemayla donatıldı. Orada 10 tane afiş gördüğünüz zaman, bunların sekiz tanesinin Amerikan filmi olduğunu görüyorsunuz. İki tanesi de işte bizim Fetih ya da Recep İvedik filmi. Anlatabiliyor muyum? Orada o misyonerlik görevini de yerine getiriyor, bu, tüketen insanların oluşturduğu bir toplum yaratmak, satın almak, çöpe atmak.
Hayat bir eğlencedir - yiyelim, içelim, gezelim, tüketelim, daha çok tüketelim. Daha çok tüketelim ki ben de satayım. Yani tüketimin altındaki gerçek budur - satayım, daha çok satayım. Bir adam belki bir gözlüğü, güneş gözlüğünü ömrü boyunca kullanabilir ama ben modasını değiştireyim, şunu yapayım, bunu yapayım, empoze edeyim, gazetelerde haber yapayım, defileler düzenleyeyim, Brad Pitt'in gözlüğüne koyayım bu gözlüğü ve filmde de o gözlüğü kullansın, sonra o film seyreden insin aşağıya Akmerkez'deki gözlükçü dükkanına ‘Brad Pitt'in gözlüğünden istiyorum’ desin, ‘Angelina Jolie'nin farı var mı sende?’ desin. Angelina Jolie ile bilmem ne, birbirlerine aşkını ilan ederken McDonald's yeseler zaten sinemadan çıktığın anda seni karşılayacak olan bir McDonald's var. Çok işlevli bir şey bu. Yani sanat iş kolu derken, pek çok alana da sıçrayan bir şey bu. Yani gözlükte sattıran ve McDonald's'ı da bize cazip hale getiren bir anlayış bu. Biraz basit ve kısaca anlattım ama bundan sakınmak lazım, asıl önemli olan o.
Yerel ve etnik kültürler kimsenin umurunda değil, onlar yok olmak üzere. Diller yok olmak üzere - 3 bin küsur tane dil var artık konuşulmayan, ölü dil var. Yani her dil bir değerdir, bir kültürdür, insanlığın biriktirdiği bir şeydir. O yok oluyor, kayboluyor. Etnik kültürler yok. Etnik kültür kendini bir şekilde var edecek alan bulamıyor.
E.S.: Evet, ona da geleceğim ama tehlikenin diğer bir boyutu da bu demin konuşmuş olduğumuz konu; sektör, sinema ve benzeri alanlarda sistemin girmiş olması ve bunu paketleyerek bize sunmasının yanı sıra bir de daha vahim gördüğüm bir başka bir şey var Kenan Bey, siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum; güncel sanat denilen çok önemli bir olgu var ve bu güncel sanatla ilgili dünyada bianeller yapılıyor, fuarlar yapılıyor ve artık İstanbul'da da yapılıyor. Önceden bu burun kıvırdığımız güncel sanat eserleri şimdi koleksiyonerlerin genel tavrıyla ve aynı zamanda bunun bir borsa değeri gibi alınıp satılmasıyla bir anda herkesin ittiği, burun kıvırdığı güncel sanat unsurları - isim vermek gerekirse Contemporary Fuarı’nda - devreye girdiğinde bir anda kapış kapış gitme durumu oluyor, bir marketing'e dönüşmeye başlıyor.
K.I.: Çünkü Türkiye'de para var. Forbes dergisi diyor ki, ‘1000 zenginin arasında şu kadar Türk var’. O zaman bunu satın alacak güç Türkiye'de var ise o zaman Türkiye de böyle bir pazara dönüşüyor ve doğal olarak da bütün bunlar devreye giriyor. Yani ‘gel buraya biz bunu yapalım, Contemporary Art diye bir sanat olayı var, gel, halk da gelsin buraya’ diye tabii ki öyle bir tarafı da var. Yani Picasso sergisine 60 bin kişinin gitmesi oldukça ilginçti bence, hoşuma gitti açıkçası. Netice itibariyle halkta böyle bir eğilim var. Ama dediğin gibi, bunun altında yatan gerçeği, hakikatı biz okuyamıyoruz, tıpkı şunu okuyamadığımız gibi; ‘Saddam Hüseyin kimyasal silah yapıyor, insanlığın canını okuyacak, aman şu adamı yok edelim’. Bu bir aldatmaca, bir göz boyama, bir illüzyon. Neticede Amerikalı askerler sırtlarında 30 kiloyla iniyorlar ve Irak darmadağın oluyor, Çocuklar ölüyor, ilaçsız kalıyor, hastanede oksijen maskeleri kullanılmaya başlanıyor yani darmadağın oluyor her şey - bütün düzen, sistem, insan ve tabiat da aynı zamanda. Ama sonra özür diliyor meğerse yokmuş gibi. Yani bu bir oyun, bunun arka planını okumak için müneccim olmak gerekmiyor. Ama bu böyle ve bu oyuna hizmet eden bir sanat var. Bu oyunu destekleyen ve ona hizmet eden bir sanat var. Bunu eleştiren sanata da kendi görevini yaptığından itibaren de bir baskı var. Ama bu baskı demokratik ülkelerde de var, açıkça söyleyeyim. Yani sadece Stalin’in Rusya'sında, Hitler’in Almanya'sında ya da Kaddafi’nin Libya’sında değil olan bir şey değil. Burada da sıkıntı var. Yani birdenbire biri kalkıp bir oyun için ahkam kesebiliyor, bir oyunu seyretmiş iki tane insanın mektubu birdenbire çok ciddiye alınıyor. Oyuna 60 bin kişi gitmiş ama iki tane insan demiş ki ‘Burada bilmem ne var müstehcen bir şey, ben bunu sevmedim’. Sonra da bu iki kişi sevmemiş madem bir şekilde şu oyunu halledelim düşüncesi...
E.S.: Evet, ürkütücü geliyor.
K.I.: Ürkütücü, gerçekten ürkütücü. Yani buna bir önlem almak lazım. Bütün bunları söylerken biraz da çuvaldızı kendimize de batırmak durumundayım açık söyleyeyim. Yani biz tiyatroyu cazip hale getirecek bir şey yapmadık açıkçası. Biz kendimiz de bu dağınıklığın içerisinde savrulduk. Fırtına, tsunami her neyse, bu, bizi de savurdu, attı. İnsanlara bakıyorum da tiyatroya üç yıl sonra yeniden döndüğümde kafam rahattı hakikaten ama şimdi internette şu şunu yazmış, bu buna şunu söylemiş, öteki bilmem ne demiş… Yani bütün bunlardan hiç kimsenin haberi yok. Sadece o bin kişi kendi arasında yapıyor bunu.
E.S.: Büyük yabancılaşma.
K.I.: Bunu yaparken de tiyatroda bir şey yapılmıyor, bunu da görüyorum hakikaten. Hakikaten dediğim doğru yani burada ‘tiyatro öldü’ cümlesinin yerine ‘tiyatro doğru dürüst yapılamıyor’ deseydik adım çıkmayacaktı benim. Biz tiyatroyu doğru dürüst yapabiliyor muyuz? Burada da soru işaretleri var, benim aklımda bu var yani bu soru işareti hep duruyor. Bunu yaparken biz tiyatrocular mükemmelizdir, müthişizdir gibi bir şeyimiz yok. Müthiş değiliz bu dağınıklığın içerisinde ve bizim de epeyce, çok yüksek miktarda payımız var açıkçası.
E.S.: Evet, sizinle şunu tercih ediyorum - bu sizin bakış açınızla ilgili bir şey; sizinle gerek radyo içi, gerek radyo dışı sohbetlerimizde Kenan Bey bir meseleyi konuşurken o meseleyi sadece münferit yani bu bir çay, yarım bardak çay olarak ele almıyorsunuz ve bu yarım bardak çay şu anda radyoda Elmadağ'da nerede duruyor, Türkiye'de nerede duruyor ve dünyanın bununla ilişkisi nerede diye son derece bence iyi ve yüksek bir entelektüel bakış açısıyla bakıyorsunuz. Aynı şekilde bu da yazmış olduğunuz bildiriye yansıyor.
William Shakespeare ki hepimizin vazgeçilmezi. Vazgeçilmez derken pirimiz hakikaten. Yine gereksiz negatif romantizmle değil, dahiyane ve hakikaten hala ışık tutan yapısı itibariyle pirimiz diyebiliriz William Shakespeare'e ve William Shakespeare'in 66. sonesini Mısır'a, Tunus'a, Libya'ya ve Suriye'ye bağlıyorsunuz.
K.I.: Evet, orada da ironik bir şey vardır ve o ironiği de biraz Can Yücel'e borçluyum. Çünkü netice itibariyle bu soneyi çevirdikten sonra, ‘Kötüler kadı olsun Yemen'e’ diye, Allah rahmet eylesin, Can Yücel soneyi böyle çevirmiştir. Ben de soneyi burada bıraktım ve Mısır'a, Libya'ya falan diye devam ettim. Bugüne oturdu, ister istemez oturdu. Arap Baharı dediğimiz şey, umarım ki sonu hayırlı gelir. Hayırlı gelmeyeceğine dair emareler var ve bu da beni biraz üzüyor. Kolay değil, kolay gelsin demekten başka da elimden bir şey gelmiyor. Biraz Can Yücel'e borçluyum yani o bana anımsattı, o hatırlattı. Eğer ‘Kötüler kadı olsun Yemen'e’ diye çevirmeseydi benim de aklıma Mısır, Libya ve Suriye gelmeyecekti açıkçası.
E.S.: Can Yücel de William Shakespeare kadar içimizde ve hayatımızda bu anlamda. Başka bir pirlik düzeyini de Can Yücel ile ilgili herhalde söyleyebiliriz rahatlıkla.
Kenan Bey devam edelim - Şunu gözlemliyorum; sizinle burada yapmış olduğumuz gelenekselleşmiş sohbetlerde her yıl işte katman üstüne katman konuluyor ve dünyadaki gidişatla da çok yakından ilişkili olduğunuz için bu katmanlardan vazgeçmiyorsunuz. Ulusal bildiride de Mısır'dan, Tunus'tan, Libya'dan, Suriye'den bahsediyorsunuz ve geçen yıl ki konuşmamızı çok net hatırlıyorum tam da bu noktada bırakmıştık. Yani dünyada olup bitenler demiştik, Arap Baharı demiştik. Bir yıl içerisinde çok büyük değişiklikler oldu ve sizde de değişiklikler oldu. Siz, bu esnada bir Antigone yaptınız. Neden Antigone yaptınız? Antigone'deki meselelerin bu dünyadaki değişimle Arap Baharı ile nasıl bir ilişkisi var?
K.I.:Antigone, Arap Baharı mı? Tabii ki de Arap Baharı. Yani birkaç gerekçe var. Bunları yani seyircilerimizin sabrına sığınarak anlatabilir miyim bilmiyorum.
E.S.: Tabii ki, buyurun.
K.I.: Yani birincisi, Antigone, Sophocles'in yazdığı büyük bir oyun. Hakikaten yani bir kere daha çalıştığımda ve yeniden uyarladığımda ne kadar büyük bir metin olduğunu, ne kadar değerli bir tiyatro oyunu olduğunu bir kere daha anladım. Mekan esasen iki kardeş denizin birleştiği yer ve Sophocles'in iki kardeş denizdeki kastı Karadeniz, Bosporus ve onun bağlantısı Ege Denizi. Bu topraklardan söz ederken metinde, Trakya; Boğaz'ın öteki ucundaki Midye Kasabası, Manisa'daki, Spil Dağı'ndaki Danae'nın taşlaşmış bedeni ki bugün turistler gidiyor biliyorsun oraya ve Ağlayan Kaya’dır orası - küçük Asya kralı Tantalos'un kızıdır Danae - küçük Asya da Anadolu'dur. Anadolu'ya dair böyle göndermeler var oyunda. Bu topraklarda geçen bir öykü ve bu öykü 2 bin 500 yıl önce Sophocles denilen büyük bir yazar tarafından bize anlatılmış. Sanki bugüne bir mektup yazar gibi, iki kardeş birbirini öldürür ve iki kardeşin birbirini öldürmesiyle bundan istifade Kreon tahta geçer, kral olur ki daha önce tatmıştır tahtın ve krallığın tadını. Bugün baktığınız zaman hakikaten iki kardeş Türkiye'de hala birbirini öldürüyor.
E.S.: Bunun, bu ölümün iktidarla çok yakın bir ilişkisi var.
K.I.: Evet, iktidarla, siyasetle çok yakın bir ilişkisi var. Yani birileri iki kardeşin birbirini öldürmesi için ve buradan nemalanmak için hakikaten bir şey yapıyor yani çaba gösteriyor - koltuğun devamı gibi Kreon ile birebir neredeyse. Kreon daha tahta geçer geçmez ilk söylevinde ki yani ben bunu biraz bugüne de çok yöndererek yaptım - bir takdimci gelir mikrofona, anlatır, Kreon konuşacak, şöyle zafer kazandık, düşmanı şöyle alt ettik, şimdi ganimetleri paylaşacağız diye. Ama Kreon’un konuşması balkon konuşması gibi. Çok tuhaftır ki oyun oynadığımız gün 34 sivil öldürüldü Uludere'de ve de o gece yine bir yerlerde havai fişekler patlıyordu. Yani Kreon’un utkunu atarken havai fişekler patlıyordu tiyatroda yani ben öyle çektim onu, televizyon konuşması gibi yapmıştım onu. Bugün aslında metinde beni bu taraf ilgilendirdi, en önce bu taraf ilgilendirdi. Başka taraflar da çok kıymetli tabii yani burada bu iki kardeş birbirini öldürürler ve Kreon der ki, ‘Kendi ülkesine savaş açtım. Polonikes’in cesedini gömmeyeceğim, dağa taşa atacağım, kurda kuşa yem olsun’. Etokles için de ‘Bu kahramanca öldü, ona da usulünce bir ritüel, bir tören düzenlenecek. Ağıtlarla, yasla, matemle toprağa verebilecek bir devlet töreniyle’. Hakikaten de öyle olur.
Ben biraz buradan başladım oyuna. Önce iki oyunu anlattım yani bir anlatıcı tuttum; Tomris İncer çok güzel anlattı. Antigone, çok doğal olarak erkek kardeşinin gömülmemesi halinde neler olacağını bilir. O zamanki inanca göre Hades'e gidemeyecektir yani ruhu muazzep olacaktır. Bu yüzden gömülmesi gerekiyordur. Herkes susar, kimse karşı çıkmaz çünkü savaş kazanılmıştır ve ganimet vardır ortada. Koro sus, pustur. İçinden Antigone'ye hak verenler çoktur çünkü ilk defa böyle bir uygulama yapılır ve Koro şaşırır. Zaten ilk cümlesi de odur, ‘Tamam güzel, zaferi kazandık, devlet işlerinde haklısın da yani kim karar verecek? Ölülerin gömülmesi senin işin mi yoksa Tanrıların işi mi?’ Koro ilk itirazını yapar ama susturur onları Kreon, ‘Eğer bu ölüyü gömecek olurlarsa, kim buna cüret ederse, ben onu ölümle cezalandıracağım’ der. Buna cüret eder Antigone.
Bugün Cumartesi Annelerine baktığın zaman yani bugün Galatasaray'da birileri toplanır ve de çocuklarının, evlatlarının, kardeşlerinin, kocalarının mezarı peşindedirler. Tabii ki. aynı şeydir. Antigone'nin yaptığının birebir, Antigone'nin istediğinin birebir aynını isterler. Yani inanılır gibi değil. Bu yüzden ürkütücü gerçekten. Yani 2 bin 500 yıl, bugüne bu kadar mı yansır ve bir yazar tarafından uyarılmış olmamıza rağmen bu kadar mı ciddiye alınmaz? Sanat, tiyatro uyarmış. Yani kardeşin kardeşi öldürmesi hayırlı bir şey değil, sonu hayırlı olmuyor.
Tabii bir sivil eylemci, özgürlükçü yani belki tarihin ya da tiyatro tarihinin belki ilk sivil eylemcisi çünkü özgürlüğü için ölümü göze alıyor ve ölümü göze aldığında andan itibaren de özgür hissediyor kendini ve bu yüzden de onu ölüme mahkum edeni sürekli geriletiyor.
E.S.:Zaten bu kararı vererek onu alt etmiş oluyor.
K.I.:Evet, bu kararı verdiği anda onu alt etmiş oluyor. Zaten bir felaket söz konusuysa o felaket Kreon’un başına geliyor. Çocuklarından zaten biri savaşta ölmüş, öbürü, Antigone'nin küçük oğlu ona baş kaldırmış. Sonra bir küçük oğlu nişanlısı öldü diye kendini öldürmüş ve arkasından da iki oğlu öldü diye karısı acılar içerisinde hayatına son vermiş. Oyunun sonunda perperişan bir Kreon görüyoruz yani tedbiri, adaleti, vicdanı yerden bırakırsan ey yönetici, temkinli olmazsan, böyle keyfi kararlar verirsen ki bu keyfi kararlar her zaman onu iktidarda tutacak olan kararlardır.
Bugün gelirken gazetede okudum; Kenan Evren demiş ki, ‘Bu benim Anayasam, siz benim yaptığım Anayasa ile beni mahkum ediyorsunuz, bu nasıl iş?’ Çünkü Anayasa’ya madde de koymuştu, biliyorum ben yani kendini garantiye alan bir madde - bu darbeyi yapanlar yargılanmayacak diye. Anayasa ilekendi sağlamasını da yapıyor. Kreon da dedi ya - aşağı yukarı böyle bir şey - kendini iktidarda tutacak ve iktidarını sağlamlaştıracak yasalar koymak. Yasa nedir? Piyesin temel meselesi budur aslında yani böyle çok spesifik, çok dar alanlarda da devlet yasa mı koyacak? Ben ölümü nasıl gömeceğimeyasalar doğrultusunda, emrettiği durumda mı karar vereceğim? Ben istersem ölümü alır yakarım, giderim küllerini tabiata, doğaya, dağa savururum, denize savururum.
E.S.:Zaten yazılmamış kadim yasalar yok mudur?
K.I.:Tabii, zaten yasa dediğimiz şey yani Anadolu ise eğer 11 bin, 12 bin yıllık kadim bir kültürü var ise bu kültürün, emrettiği bir hayat tarzı var ise ya da yılların süzgecinden geçmiş, süzülmüş bir yaşam biçimi var ise bu biçimi yasa koyarak dağıtamazsınız, bu zorbalıktır. Yani burada simgedir aslında ölüyü gömdürmeme, matem ve yasın olmaması. Çok ilginçtir, Anadolu ile bağlantısı çok fazladır.
Mesela ben o sırada oyunlaştırırken, yazarken radyo açıktı ve Nurhan Çaçan bir türkü söyledi ve türküde, '’Karşımda oturanlar, derdimi artıranlar, başına çelenk taksın bana bu derdi tattıranlar’ diyordu. ‘Anadolu türküsünde çelengin ne işi var?’ dedim birdenbire. Çelenk diyor yani Sezar takar. Yani Antigone'nin söyleyeceği bir şey bu - ‘Kardeşim öldü, siz hepiniz biliyorsunuz ki onu matemle, törenle, yasla, ağıtlarla gömmem lazım ama hiçbiriniz benden yana değilsiniz ve biri başına çelenk taktı. Siz o çelenk takan adamın arkasındasınız, susuyorsunuz.’ Türküyü oyuna koydum. Yani Anadolu ile bağlantı böyle - bir türkü kalmış, sadece bir kıta kalmış, dört satır. Araştırdım türküyü; önü arkası yok ama ‘başına çelenk taksın’ var. Yani bağlantı böyle. Bu yüzden yani birincisi bu.
İkincisi, biliyorsun, esasen Avrupa'nın soyu Kadmos soyudur, Labdakos’un soyudur. Kadmos aslında bugün Filistin dediğimiz Kenan’dan yani Fenike topraklarından Yunanistan'a gitmiştir ve orada Thebai'yı kurmuştur. Kurma gerekçesi de çok ilginçtir. Yani Zeus biliyorsun, Yunanlar her yeri Yunanlaştırmak için Zeus'u oraya buraya gönderirler ve orada burada birileriyle yatar kalkar ve ondan sonra da orası Zeus'un çocukları, torunları vs. olur yani mitoloji bunu bize böyle anlatır. Oradakiler Avrupa ile yatar Fenike'de yani Kenan elinde ve kaçırır Avrupa'yı. Kadmos'un babası der ki, ‘Gidin kız kardeşlerinizi bulun, kız kardeşinizi kaçırdılar’. Mitoloji böyle ve onlar giderler, Kadmos gelir Thebai'yeve oraya yerleşir. Ama baktığın zaman o döneme, Fenikeller gemici ve de çok uygarlar yani Akdeniz'den uygarlık taşıyorlar dışarıya ve Yunanistan'da dahil bu uygarlıklara. Çünkü yazı var, Mısır'a çok yakınlar ve Persler, Babil, Sümergibi uygarlıkların ortasındalar. Fenikeller bu yüzden daha uygarlar. Uygarlığı taşırken esasen Sümerlerin Adapa Destanı'nı da taşırlar o tarafa - Adapa, Uydupuz, Ödip. Yani isim benzerliği bile var ve öykü aynıdır. Sümerlerin Adapa Destanı, Uydupuz Destanı'nın aynıdır. Ensest vardır yine orada. Ama ensest bir ölçüde daha kabul edilebilir bir şeydir çünkü annesiyle değil de annesinin nedimesiyle yatar. Ama o da bilgedir Uydupuz gibi. Yani bu öykü aslında buradan, bu topraklardan taşınmıştır, Anadolu'nun güneyinden, Mezopotamya'dan taşınmış, Yunanistan'a gitmiş bir öyküdür ve orada bu öykü işe yaramıştır. Çünkü bu uygar topluluj gelip Thebai’ye yerleşmiştir. Bunlar Fenikelidir fakat Yunanlar bunu pek kaldıramazlar ve Atina ile aralarında bir rekabet çıkar. Onları itibarsızlaştırmak adına kendi öykülerinden yani kendi destanlarından öykü, oyun yarışmaları yapılır ve Oedipus öyle yazılır. Amaç itibarsızlaştırmadır çünküensestçok günahtır ve ayıptır. Oedipus öyledir – Oedipus, şiş ayak demek; Kadmos, topal demek, onun oğlu Labdakos, sakar demek.
E.S.:Yani lanetli bir şey.
K.I.: Lanetli çünkü gittikleri toprakta barınamazlar. Yani ayak metaforu kullanılır orada, ayak sakattır, gittikleri o Thebai’de barınmamaları gerekir aslında, sorun budur. Yani öykünün Anadolu ile bağlantısı bu kadar güçlüdür, bu toprakların kültürüyle bağlantısı öykünün bu kadar güçlüdür. Hatta bugün iki euroda, Yunanistan'daki euronun üzerinde Avrupa’nın kabartması vardır. Yani o biziz. Halbuki Avrupa,Fenikelidir. Ne alakası var? Ama bugün de aynı şey yapılır yani kültür bir yere fikse edilmeye çalışır. Burada da bir ayrımcılık vardır, feci bir şeydir. Ne demek yani? Ha Ege, ha Yunanistan, ha Anadolu - ne fark eder ki? Ha sen osun, ha ben buyum - ne fark eder ki?
E.S.:Halkların böyle bir sorunu yok.
K.I.:Evet, halkların hiç böyle bir sorunu yok. Mısır'da Thebai diye bir kent var ayrıca ve Thebai,Farsça da etimolojik olarak yanmış, yıkılmış, darmadağın olmuş, yok edilmiş demek. Yani Thebai ile, Kadmos ile, onun oğlu Labdakos, Oedipus, Oedipus’uniki oğlu Eteokles ve Polineikes ve iki kızı Ismene ve Antigone'nin öyküsüne buradan baktığın zaman çok başka bir şey çıkıyor ortaya. Doğal olarak da bir Anadolu konsepti çıkıyor, bu kültür çıkıyor ortaya.
E.S.:Kenan Bey, süremizin sonuna yaklaştık ama bir sorum daha var ki yine Antigone ile ilgili sormadan edemeyeceğim.
K.I.:Ben uzun anlatacaktım ama neyse. Şu bağlantıyı çok basit söyleyeyim; uzun yıllar Mübarek de, Kaddafi de, Başar Esad'ın babası Hafız Esad da ‘Kreon’dular. Sadece onlar değil, derin devlet ilişkilerine baktığın zaman bu böyle, darbecilere baktığın zaman bu böyle. Kendi yasalarını, kendilerini ayakta tutacak ve de ertelerini, güçlerini, iktidarlarını sağlamlaştıracak yasalar koyarak devam eden bir şey bu. Biz buna demokrasi oyunu demekten başka bir şey diyemeyiz. Bu sadece bir oyun, göstermelik, biçimsel bir şey. Sadece burası için değil, bütün dünya için bu böyle, açıkça söyleyeyim.
E.S.:Şu anda soracağım son soru da zaten sadece burasıyla ilgili değil, bütün dünyayla ilgili. Şimdi Kreon özelinde baktığımızda evet, iktidar hiç de gerçekçi olmayan, hiç de kadim yasalarla ilgisi olmayan kararlar alabiliyor ve aldığı bu kararları uygulama çabasına girebiliyor. Bunu yaparken zaman içerisinde tanık oluyoruz; inadı yüzünden iktidarların saçmalamaya başladığını görebiliyoruz. Şu anda burada ve dünyanın her yerinde görebileceğimiz şey tam daKreon çünkü önce koruyor.
K.I.: Oyun hakikaten demokrasinin ilk tohumlarının atıldığı, ilk filizlerinin yeşerdiği bir dönemi de işaret ediyor. Hakikaten Koro burada Meclis’i temsil eder ama ben burada biraz seyirciyi de Koro’nun içine kattım. Oy veriyor çünkü Koro. Kreon ve Antigone, Koro'yu hep kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar yani aynı seçim dönemindeki parti liderleri gibi ve Kreon da hep bunu yapıyor ve Koro'dan ürküyor. Koro sonunda ona dirsek çeviriyor; ilk önce oğlu geliyor ve diyor ki, ‘Doğru bir şey yapmıyorsun baba, kendine gel’. Sonra da Teiresias geldiğinde ki bir Anadolu erenidir Teiresias - kördür, şahanedir - mesela orada da var, Teiresias, ‘Kuşlara baktım ve anladım ki...’ diye başlar. Yani bugün bizim annelerimiz bile, ‘kuşlar haber getirdi oğlum’ der. O kadar alakalı ki her şey. Teiresias'ın 2 bin 500 yıl önce söylediği cümle, bugün bizim halkın ağzında, annelerin ağzında ve kuşlar haber veriyor Teiresias'a. Teiresias gelir, senin biraz önce söylediğini söyler ve ‘Aklını başına topla, saçmalama, gidiş iyi değil’ der. ‘Ölüyü bir daha gömmek, öldürmek günahtır. Buna Tanrılar bile isyan ediyor. Gittim tapınağa ceset yanmıyor’ diye devam eder. ‘Kuşlar parçalamışlar, getirmişler, tapınağa atmışlar, kokuyordu, berbattı Kreon, kendine gel, adam ol, başına koyduğun şu taç değiştirmiş seni, eski Kreon olmaktan çıkarmış, biraz temkinli ol, sağı solu dinle’ der. Hayır, dinlemez, biraz tam dinleyecek olur artık işten geçmiştir.
E.S.: Çünkü iktidar hastalığına tutulmuştur artık.
K.I.: Öyledir ama bu sadece iktidarın başında. Burada bir şef bile öyle, bir trafik polisi bile zaman zaman.
E.S.:Sınıf başkanı bile öyle oluyor.
K.I.:Bu iktidarı kullanıyorlar. Buralardan bakmak lazım biraz.
E.S.:Tuhaf bir şey, kendimizi esirgemeyi diliyorum böyle bir durumdan. Çok teşekkür ediyorum, süremizin sonuna geldik Kenan Bey.
K.I.:Rica ederim.
E.S.: Teşekkür ederim ama galiba herhalde önümüzdeki yıl da bu kaldığımız yerden ilerlemeye devam edeceğiz ve bu bir seri olacak.
K.I.:Evet, yani Othello’yu sahneye koymak istiyorum çünkü orada da bugünün dünyasında bu ayrımcılık denilen illet Othello’da çok kendini belli ediyor, çok var ediyor ve bir tehlike geliyor. Hakikaten yani o tehlike, o zaman Shakespeare tarafından bize anlatılmış gibi geliyor. Bu tehlike bugün gelmiş, kapımıza dayanmış. Biraz daha öyle bir Othello tahayyül ediyorum, inşallah yaparım.
E.S.:Evet, bunun ilk haberini de Açık Radyo'dan verdiniz bildiğim kadarıyla. Bakalım önümüzdeki yıl Shakespeare, Othello ve dünyanın gidişatını konuşacak mıyız?
K.I.:Antigone'yi de bir yıl önce konuşmuştuk.
E.S.:Evet, tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Kenan Bey, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’nin son cümleleriyle kapamak istiyorum programı; ‘Unutalım tiyatroyu, hayatı, insanı ve olanca, insanca olanı unutalım. Bırakalım kıyametini yaşasın dünya ve kıyametten sonra da dönmeye devam etsin bu mavi gezegen uzayın sonsuz karanlığında. içinde bu kıyamet oyununu anlatacak hiçbir oyuncunun olmadığı hüzünlü bir tiyatro dekoru gibi’ - Kenan Işık.