Tima Kürdi: Dünyanın ayağa kalkması için kaç tane daha Alan fotoğrafına ihtiyacı var?

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

İki yaşındaki Alan'ın fotoğrafı, bir günde tüm dünyanın dikkatini Suriye'deki savaşa ve mülteci sorununa çekmişti. Kanada'da yaşayan halası Tima Kürdi ile buluşan T24’ten Ayşe Acar, kitabı "Sahildeki Çocuk"u konuştu.

(Bu röportaj T24 internet gazetesinde Ayşe Acar imzasıyla yayınlanmıştır.)

Tima Kürdi, 2015 yılının Eylül ayında, cansız bedeni Bodrum'da kıyıya vuran 2 yaşındaki Alan'ın halası. Yanlış duymadınız Alan, Aylan değil. Bodrum'dan Kos'a, oradan da Avrupa'ya kaçarak çocuklarına bir gelecek sağlamak ümidiyle denize açılan Suriyeli ailenin hazin sonu, hepimizin malumu. Göçmen kaçakçılarının kapasitesinden daha fazla doldurduğu küçük bot batıyor. Alan, 4 yaşındaki abisi Ghalib (Galip değil) ve annesi Rehanna (Reyhan değil) ile açık denizde boğuluyor. Evin babası, Abdullah kurtuluyor.

28 yıldır Kanada'da yaşayan Tima Kürdi'yi o gece uyku tutmuyor. Sabah 04.30 gibi kalkıyor. Kardeşi Abdullah ve çekirdek ailesinin, deniz koşulları nedeniyle sürekli ertelenen yolculuklarına çıkıp çıkmadığını merak ederek, mutfakta bıraktığı telefonuna uzanıyor. Ve telefonunda diğer kardeşlerinden gelen onlarca cevapsız çağrıyı görüyor. Anında bir terslik olduğunu anlayarak, bir çığlık atıyor. Eşi ve oğlu uyanıp yanına geliyor. Kardeşlerinden birini geri arayacak cesareti topluyor. Sonrası...

Tima'nın hayatı o günden sonra değişiyor. Biraz gücünü toparladıktan sonra ömrünü dünyaya mülteci krizini anlatmaya adıyor. Röportajlar veriyor. Kardeşi Abdullah ile birlikte Kürdi Vakfı'nı kurarak, savaş kurbanı çocuklara yardım eli uzatmaya çalışıyor. Konuşmacı olarak dünyanın her yerindeki konferanslara katılarak, artık konuşamayan Alan, Ghalib, Rehanna ve daha binlercesinin sesi olmaya çalışıyor. 2018 yılında, ailesinin hikayesi üzerinden Suriyeli mültecilerin dramına ışık tutmaya çalışan "The Boy On The Beach (Sahildeki Çocuk)" kitabını yazıyor.

Kitabın önsözünün sonuna Tima şöyle yazmış: "Biz Suriye'de tanımadığımız büyüklerimize bile 'amca' 'teyze' der, ailemizden sayarız. Bu kitabı okuyorsanız ve benden büyükseniz benim amcam ve teyzemsiniz, küçükseniz ben sizin teyzenizim. Artık geçmişimiz ve kaderimiz kesişti. Tek bir büyük aileyiz."

Tima ile Burnaby yakınlarında bir kafede buluşuyoruz. Onu görür görmez, refleks olarak sarılıyorum. Şaşırıyor. "Biz de Türkiye'de tanımadıklarımıza 'amca', 'teyze' deriz. Kitabını okurken kardeşin gibi hissettim ve sık sık sana sarılmak istedim" diyorum.

Kahvelerimizi yudumlarken, söyleşimize başlıyoruz. Bir Suriyeli ve bir Türk... Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta iki kadın, Kanada'nın küçük bir şehrinde karşılıklı oturuyor ve saatlerce konuşuyoruz. Uzun süren söyleşimizi, ikiye bölerek yayımlayacağım.

 

- "Sahildeki Çocuk"u niye yazdınız?

İlk olarak yeğenlerimin isimlerini, yaşlarını düzeltmek ve onlara onurlarını teslim etmek için... Alan benim oğlumun ismi. Kuzey Irak'taki Alana Dağları'ndan esinlenerek koymuştuk. Rehanna hamileyken, Abdullah beni aradı ve "Alan çok güzel bir isim. Eğer iznin olursa, biz de oğlumuza bu ismi vermek isteriz" dedi. Havalara uçmuştum sevinçten. Hayatlarını kaybettiklerinde Alan 2 yaşını sadece 2 ay geçmişti, Ghalib ise tam 4 yaşındaydı. Yaşları da hep yanlış yazıldı. Kitabı genel olarak bilgi kirliliğini ortadan kaldırmak ve gerçek hikâyeyi anlatmak için yazdım.

- Aylan nereden çıktı peki?

Yabancı kartına, Türkiye'deki memur öyle yazmayı uygun görmüş. Biz Türk değiliz. Yeğenim kendi ismi varken, niye Türkçe bir isimle anılsın. Hatta benimle röportaj yapılırken, bir gazeteciye yeğenimin ismini doğru yazmalarını rica ettiğimde, "Dünya Aylan diye tanıyor. Öyle devam etmemiz gerekir" demişti de insanların duyarsızlığı karşısında şok geçirmiştim. Aylan adını artık duymak istemiyorum. Canımı yakıyor. Bari ismine sahip çıkabilelim.

- Başka ne tür yanlış bilgiler vardı?

Bir sürü... Abdullah'ın Türkiye'de iyi bir işi varmış, evi varmış, çalışmaya bile ihtiyacı yokmuş. Bunun gibi bir sürü şey. Ayrıca yeğenlerimin ve eltimin, evlerinden kilometrelerce uzak bir yerde neden kıyıya vurduklarını insanların bilmesini istedim. Kendi hikâyemiz üzerinden Suriye'deki savaşın masum halka neler yaptığını anlatmak istedim.

- Çok ağladım okurken...

Aile bağları ve sevgi üzerine bir kitap. Hangi ülkeden, kültürden gelirseniz gelin, hangi dili konuşursanız konuşun aile sevgisi evrensel bir şey. Bu yüzden okuyanları derinden etkiliyor. Dünyanın her yerindeki okurlardan mesaj almak beni çok motive ediyor. Çok şükür, kitap çok satanlar listesine girdi.

- Savaştan sonra ailenizle ilk buluşmanız Türkiye'de oluyor. Anlatır mısınız?

Ağustos 2014'de Türkiye'ye beş haftalık bir gezi ayarladım. Babam da Şam'dan geldi. İlk yaşadığım şok, tüm ailemin, küçük kız kardeşlerimin son 3 yılda ne kadar yaşlandığını görmek oldu. Şartlarını görünce nedenini anladım. Ailem hayal bile edemeyeceğim ortamlarda yaşıyor, yerlerde yatıyorlardı. Çocuklar yarı aç, yarı tok ve bazıları hastaydı. Elimden geleni yapsam da, yeterince yapamadığımı, yeterince para yollayamadığımı düşünerek kahroldum. Babamla sırayla evlerini dolaştık. Parklarda sokaklarda yatan binlerce mülteciyi görünce hallerine yine de şükrettik. İzmit'te Maha'yı görünce başka bir şok yaşadım.

- Ne oldu?

Maha'nın evinde mobilya yoktu. Neredeyse boş bir dört duvar arasında yaşıyorlardı. Çocukları yanıma alıp, komşuları dolaştım. Türkçe bilmiyorum. Onlar da Arapça bilmiyor. Çocukları göstererek, yardım istedim. Art arda kapılar yüzüme kapandı. Tüm hayatımda yaptığım en zor şeydi, yardım dilenmek... Savaş insanları mahvediyor, onurlarını ve geleceklerini çalıyor. Geride asla kapanmayacak yaralar bırakıyor. Çok şükür ki, 24 saat geçmeden, kapıya bir kamyon dayandı. Mobilyalar, battaniyeler, çocuklara giysiler... Bir komşumuz ne dediğimi anlamasa da yardım çığlığımı duymuştu.

 - Türkiye için de bu büyük bir sorun.

Biliyorum. Dünyanın her yerinde, Lübnan'da, Ürdün'de, Mısır'da Suriyeliler sokaklarda, parklarda yatıyor. Çocukları okula gidemiyor, dileniyor, mendil satıyor. Bu şartlar elbette Türkiye'nin ve çoğunlukla yardımsever, iyi insanlarının suçu değil. Onların da bu dev göçten çok olumsuz etkilendiğini ve önce kendilerini düşünmeleri gerektiğini biliyorum. Ama durum bu.

- 2020 yılındayız. Şu anda kitapta bahsi geçen aile fertleri nerede?

Dünyanın her yerine dağılmış durumdalar. Abim, Mohammad ailesiyle birlikte Aralık 2015'de Vancouver'a geldi. Onun için yaptığım başvuru, yaşanan trajediden sonra tekrar değerlendirildi ve kabul edildi. O ve eşi hâlâ buraya alışamadı, depresyondalar. Büyük oğulları Shergo, okulda tutunmaya çok çalıştı. Ama yıllardır okula gidemediği ve İngilizce bilmediği için adapte olamadı. Üç yıldır bir kuaför salonunda çalışıyor ve ailesine bakıyor. Çok şükür iyi kazanıyor. Bir küçüğü Heveen lise son sınıfta ve dişçi olmak istiyor. Küçükler çok kolay adapte oldu. Onların mutlu olduğunu görmek, beni çok mutlu ediyor.

- Bu Vancouver cephesi. Almanya?

En küçüğümüz Hivron orada. Almanya'da Almanların bile çoğunun adını bilmediği küçük bir kasabada yaşıyor. Kültür farkı ve dil farkı ile mücadele ediyorlar. Çocukları okula gidiyor. Küçükler alıştı ama ergen oğlu zorlanıyor, Suriye'ye dönmek istiyor. "Ghorba" (Gurbet) kolay değil. Hiçbir yer memleketiniz olamaz.

- İzmit'e dönelim...

Kız kardeşim Maha orada. Kobani'deki evlerinden geriye hiçbir şey kalmadığını öğrenen eşi felç geçirdi. 8 çocukları var, eşinin ilaçları çok masraflı. Büyük oğlu çalışıyor ama kazandığı para tüm aileyi geçindirmeye yetmiyor. Maha onca yıl bölgeden ayrılmadı. Sabırla savaşın bitmesini, evine, Kobani'ye döneceği günü hayal etti. Ama artık evi yok. Evi yaptıracak parası yok. İş yok. Amerikan yaptırımları masum insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. O da Kanada'ya gelmek istiyor ama kimse yardımcı olmuyor.

- Tüm yaşananlardan sonra, hâlâ yardımcı olmuyorlar mı?

Çok ilginç. İnsanlar o fotoğraftan sonra benim ve ailemin ayrıcalıklı olduğunu ve dünyanın her yerinden yardım gördüğümüzü sanıyor. Tüm ailemi Kanada'ya getirdiğimi zannedenler var. Hiç öyle bir şey yok. Benim tek gücüm, mültecilerin sözcüsü olarak elimden geldiğince dünyanın her yerinde konuşmak ve farkındalık yaratmak. Maalesef kendi ailemi kurtarmaya gücüm yetmiyor.

- İstanbul?

İstanbul'da kimse kalmadı. Kız kardeşlerimden Shireen İzmit'deydi. Shireen'in kocası, annesini bırakamadığı için Şam'da kalmıştı. O da yalnız bir anne olarak çok zorlandı ve iki sene sonra Şam'a döndüler. Elektrik yok, gaz yok, kocası işsiz. Masrafları geçen seneden bu yana 3 kat arttı.

- Abdullah hâlâ Erbil'de mi?

Evet, Abdullah orada. Tekrar evlendirdik onu. Yalnız olmadığı için seviniyorum. Yaşıyor ama depresyonda... Kalbi ömür boyu yaralı. Evden genellikle çıkmıyor. Onu heyecanlandıran tek şey Kürdi Vakfı sayesinde mülteci kampındaki çocuklara yardım etmek.

- Baban nasıl?

(Bir anda gözleri doluyor) Babam Şam'da. Biz beş kardeş, kapımızın 24 saat açık olduğu bir evde büyüdük. Komşular, akrabalar, kalabalık sofralar... Ben genç yaşımda Kanada'ya geldiğim için uzak kaldım ama babam 2011'e, yani savaşın hemen öncesine kadar kızları, damatları, oğulları, gelinleri, torunları ile sarmalanmıştı. Şimdi yapayalnız. Tek başına Şam'da.

- En son ne zaman gördün babanı?

Geçtiğimiz yaz 2 ay yanında kaldım. Şam bildiğiniz gibi artık hükümetin kontrolünde ve savaş yok. Bu nedenle yanına gidebildim. Her sabah istisnasız bana yanında olduğum için ne kadar mutlu olduğunu söyledi ve sonra "Biz nasıl bu hale geldik?" diye sordu. Babam bizim kayamızdır. Her zaman bize umut vermeye devam ediyor.

- Şam nasıldı?

(Yine gözlerine gölge düşüyor) Bambaşka. En son 2011 yazında, savaş çıkmadan hemen önce ziyaret ettiğim şehrime 8 yıl sonra ayak basmak benim için çok duygusal oldu. Tek tanıdık şey, sabah vakti öten kuşların ve horozların sesiydi. Mahallemiz çok değişmiş. Bir sürü yabancı insan vardı. Tanıdıklarımın, tanımadıklarımın hatırlarını sordum. İstisnasız her aile, ailesinden en az bir kişiyi kaybetmişti. Artık kimsenin kafasına bomba yağmadığı için şükrettik.

- Sen ne hissettin bu seyahat sonrasında?

O trajediden beri, ilk kez kendimi yaşıyor hissettim. Babamın yanında olunca, yaşama isteğim geri geldi. Eski ben oluverdim. Evimizin damında tekrar kahve içebilmek, komşularımızla dertleşebilmek nasıl iyi geldi anlatamam. Hayattan keyif almaya başladım tekrar. İnanır mısın ama geri dönmek istemedim. 3 Ekim'de Kanada'ya geri döndüğümde, trajediden sonraki Tima oluverdim yine.

- Suriye'de şu anda durum ne?

Suriye şu anda güvenli. Akdeniz'de kıyısı olan Lazkiye'ye kadar gezdim. İnsanlar, her an o cihatçılardan kurtulduğu için şükrediyor. Politik olarak hiçbir tarafı desteklemiyorum. Memleketime ve insanlarına güveniyorum. Suriye tekrar ayağa kalkacak. Savaş şu anda muhaliflerin kontrol altına aldığı İdlib'de devam ediyor. İnsanlar hükümeti desteklesin ya da desteklemesin, her gün orada masum insanlar ölmeye devam ediyor. Ne zamana kadar? Dünyanın ayağa kalkması için kaç tane daha Alan fotoğrafına ihtiyacı var?

- Politikacılardan beklentin ne peki? Çözüm ne?

Politikacıların kalbi taştan. Tek ilgilendikleri güç, para ve iktidar. Dünyanın her yerinde böyle. Konuşmaya gelince konuşuyorlar ama aksiyon yok. İsteğim çok basit. Savaşı bitirecek barışçıl çözümler üretsinler. Taraf tutmasınlar. Savaşın bir tarafını tutuyorsanız sonucundan da sorumlusunuz demektir. Burada sonuç, mülteciler. Mültecilere sahip çıkacak çözümleri üretmeleri gerek. 5 yıldır dünyaya vermek istediğim en önemli mesaj bu. Unutmamalılar ki; insanlar Suriye'den mecbur oldukları için kaçtı, tercih ettikleri için değil.

- Justin Trudeau'ya da bu talebini ilettin sanırım.

Evet. Aralık 2015'de Başkan Trudeau'nun Vancouver'daki bir toplantısına, yeni hükümete mesajımı vermek ve soru sormak için davet edildim. Ama hayal kırıklığına uğradım. Önce, binlerce Suriyeli'ye sınırlarını açtıkları için teşekkür ettim. Sonra Suriye'deki savaşın bitmesi için Kanada hükümetinin nasıl barışçıl bir çözüm üretebileceğini sordum. İnsanların ölmeye devam ettiğini, benzer durumu yaşayan milyonlarca insan olduğunu ve her geçen gün durumun kötüleştiğini söyledim. Cevabı "Bana değil, mültecileri destekleyen Kanadalılara teşekkür etmek gerekir. Evet hâlâ insanların yardıma ihtiyacı var ama milyonlarca insanı Kanada'ya alamayız" oldu. Kim milyonlarca insanı Kanada'ya almaktan bahsetti ki... Sorumun cevabı bu değildi. Kısaca her şey elbette politik. Yine de Trudeau hükümeti, yaşanan trajediden sonra 35 bin Suriyeli mülteciye kapısını açtı. Dünyadaki mülteci sayısına göre çok düşük ama Kanada tarihinde ilk kez oldu bu.