Podcast tanınabilir bir şeyse eğer, ona ilk kez Cağaloğlu’ndaki sarmaşık dallarının içinde, Açık Radyo frekanslarında rastladığıma eminim.
(Cem Pekdoğru’nun bu yazısı FILMLOVERSS’ın internet sitesinden alınmıştır.)
Podcast sözcüğüne ilk kez nerede rastladığımı hatırlamıyorum. Açık Radyo yayınına ilk kez tesadüf ettiğim pazar akşamını düşündüğümdeyse, hafızam bir anda berraklaşıyor. Öyle zannediyorum ki bu yazı, bununla ilgili olacak.
Birkaç pazar sonra, programın adının Sadânüvis olduğunu öğrenmiştim. Bunun ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum ama Cemal Ünlü’nün arşivinden birtakım taş plak kayıtlarına ve hikâyelerine yer verilen programı, kış boyunca kurumuş sarmaşık dallarının kuşattığı Cağaloğlu’ndaki yatakhane binasına bavulumla giriş yaptığım o pazar akşamlarında dinlemeye devam ettim. Entelektüel bir çevreye doğduğum söylenemezdi, Açık Radyo’ya programcı olarak önerebileceğim pek fazla aile dostumuz yoktu yani. Cemal Ünlü’nün ve Açık Radyo’daki pek çok programcının sadece isimlerini ve seslerini biliyordum: Tasasız bir ses. Savrukça bir ses. İnsicamlı bir ses. Havai ya da belki havadar bir ses. Çok cılız, neredeyse kaşektik bir ses. Haza beyefendi bir ses. Haza beyefendi bir ses daha. Bu seslerin hangi yüzlere ait olduğunu bilemezdim (Google Images hayatıma henüz girmemişti, neyse ki), yaşantılarının neye benzediğine dair bazı dayanaksız spekülasyonlardan ya da zihnimde tasarladığım çocukça şeylerden fazlası yoktu elimde. Bu sesin sahibi, uyanmak için çalar saatini kurmaya ihtiyaç duyan birisi midir? Bu sesin sahibi, akşamüzerleri kafeye oturduğunda ne sipariş eder? Bu sesin sahibi acaba saçlarını nasıl tarıyordur?
Üniversiteye başlayıp kâinata Ömer Madra’nın sesinden “günaydın” demeyi alışkanlık hâline getirdiğim yıllarda, Açık Radyo frekanslarında bilmediğim sözcüklere daha az rastlar oldum. Google Images kaçınılmaz olarak “sık kullanılanlarım” arasına girmişti ancak hâlâ Açık Radyo’daki insanların pek çoğu, benim için bir isim ve bir sesten ibaretti. Bu da az şey sayılmazdı, yeni yeni öğreniyordum. Baharları karşılamakta bile tereddüt ettiğimiz seneler gelmişti; saatli maarif takviminin söylediğinin aksine, doğru zaman bu olmayabilirdi zira. Fakat gündemin beraberinde getirdiği bireysel, toplumsal ya da küresel yenilmişlik hissinin, tüm büyük çaresizliklerin arasında Ömer Madra’nın sesine tutunmak mümkündü. Gazete haberlerinin sıradan tonunda görünürden, kaybolan gerçeğe doğru bir nokta atışı.
“Radyonun kararı verildikten sonra bana da bir program hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordular. Daha önce hiç radyoya çıkmışlığım, radyo ile ilgili herhangi bir şey yapmışlığım yok. […] Televizyona çıkmışlığım vardı; televizyona alışkanlık kesbetmiştim. Oysa radyo kaç zamanın işi. Tersine dünya, yenisini tanıyorum da, eskisini tanımıyorum.”
13 Kasım 1995’te kurulan Açık Radyo’nun ilk programlarından biri, Murat Belge ve Tanyeri Erkman’ın hazırlayıp sundukları Bu Şehr-i İstanbul ki, 2017 yılında bir kitaba dönüştü. Yukarıdaki alıntı, Belge’nin kitap için kaleme aldığı önsöz metninden. Erkman ise ilk bölümün girizgâhını şöyle yapıyordu: “Bu programda İstanbul’un semtlerini, kültürünü, güzelliğini, tatlarını sizlerle paylaşacağız. Programımız özellikle gençlerin ilgisini çeker, onları yaşadıkları şehri keşfetmeye, güzelliklerini görmeye, çirkinlikleriyle savaşmaya iterse sevineceğiz.”
Bu Şehr-i İstanbul ki ile kurduğum ilişki, işitsel bir ilişki değil. Belge ve Erkman’ın program için hazırladıkları müthiş seçkilerde yer verdikleri İstanbul şarkılarını, günümüzün karekod teknolojisi vasıtasıyla dinleyebiliyor olmam dışında. Ancak elimde tuttuğum şeyin –bugünlük bir kitap şekline bürünmüş olsa da– bir podcast (ve çok değerli bir podcast) olduğuna yemin edebilirim. Bunun için, programcıların seslerini 25 liralık kulaklığımın ucunda duymama gerek yok. Tersine dünyada, yeninin ve eskinin ters yüz olduğu bir başka deneyim.
2019’un sonlarında, bazı podcast fikirlerimizi paylaşmak üzere Can Öz ve Harun Tekin’le buluşuyoruz. Harun, daha önce duymadığım bir Açık Radyo programından, 10. yayın dönemi için hazırladığı Vita Activa’dan bahsetmeye başlıyor. Sadânüvis’e tesadüf ettiğim walkman’de ilk Mor ve Ötesi kasetimi dinlememden üç, gazeteci Ben Hammersley’nin The Guardian’daki yazısında podcast sözcüğünü “icat etmesinden” beş, Teşvikiye’deki buluşmamızdan tam yirmi sene önce yayınlanmış bir radyo programı. Harun’un tarif ettiği programın da bir podcast olduğuna yemin edebilirim, hatta 1999’un kehanetlerinin yeniden ziyaret edileceği bir ikinci sezon fikrini ortaya attığımı da hatırlıyorum. (Can ve Harun’un o masadaki fikirlerinden bazıları, öyle sanıyorum ki, bir küresel salgın tecrübesiyle yoğrulup Anormal Şartlar Altında serisine dönüştü. Oruç Aruoba’nın Vita Activa’ya konuk olduğu bölümün kaydına da Açık Radyo’nun sitesi üzerinden ulaşılabiliyor. Her ikisini de dinlemenizi tavsiye ederim.)
Yakın zamanda kitaba dönüşen bir başka Açık Radyo programı ise, Engin Geçtan ve Timuçin Oral’ın, yine yirmi yıl önce başlattıkları Dünya Hali. Evet, doğru tahmin ettiniz, bu da düpedüz bir podcast. Ayrıca podcast kaydetmeyi denediğinde güvensizlik hisseden biriyseniz, 14 Mart 2001 tarihli program kaydının onuncu dakikasına sarıp Geçtan’ın sesine tutunabilirsiniz. Bende bugüne kadar işe yaramadığı olmadı.
“Biz burada haddimiz olmayan şeyleri konuşup duruyoruz zaten, lütfen bize katıl!”
Podcast tanınabilir bir şeyse eğer, ona ilk kez Cağaloğlu’ndaki sarmaşık dallarının içinde, Açık Radyo frekanslarında rastladığıma eminim.