Aslında biz jazz’cı milleti parasızlıkla başa çıkmada kondisyonluyuzdur. Ne var ki, tablonun karanlık merkezinde çok daha mühim bir kayıp var: Birlikte aynı havayı soluyarak müzik yapma hakkımızın elimizden alınışı!
(Sanat Deliorman'ın bu yazısı Jazz dergisinin internet sitesinden alınmıştır.)
COVID-19 kasırgasının gözünden herkese selamlar. Üç aydan beri hepimiz sığınaklarımızdayız. Güneş daha yeni yeni bulutların arasından sıyrıldı. Ortalık şimdilik sütliman, umutlar kabarık, kafalar ise karışık. Sonbaharda yağmurlar ve yeni endişe dalgaları bastırınca ne yapacağız diye kara kara düşünüyoruz.
Biz kimiz? Biz jazz’a emek veren tüm müzik insanları, organizatörler, işletmeciler ve arka planda çalışan emekçileriz. Ve içten içe hepimiz sihirli bir yardım elinin bize uzanmasını bekliyoruz. “Yıkılan hayatımızı kim toparlayacak?” diye soruyoruz kendimize. Cevap aslında tatsız ama basit: Hiç kimse!
Biz toparlayacağız. Bunun için de, ilkin “Ne çektik be” mağduriyetini, “Bizden bir şey olmaz.” hayıflanmalarını, “Bizden geçti artık” bıkkınlığını ve “Bize bir şey olmaz” vurdumduymazlığını bir kenara bırakıp, hayatımızın asal anlamına, yani jazz müziğine odaklanacağız. Evet hava sakin ve güneşli, dışarı çıkıp bakalım neler yıkılmış neler hâlâ yerinde duruyor? Yıkılanın yerine yenilerini inşa etmek için hangi malzemeler lazım, kasırga olur da geri dönerse nasıl hazırlıklı olmalıyız? İşte “Korona Jazz Kliniği” adlı bu yazı dizisinde, kaderle pazarlığa oturduğumuz şu günlerde, işimize yarayacak mevcut araç gereçleri sayıp, bunları şifai fikir reçeteleri ile desteklemeye çalışacağım. 29 Nisan-21 Mayıs tarihleri arasında 200 müzisyenden topladığım yanıtları içeren anketi ise bu esnada kendimize ayna tutmak için yer yer devreye sokacağım.
Depresyonu Devre Dışı Bırakalım
Yaşamların yanı sıra yaşayışların da kaybedildiği bu “post-modern veba” döneminde, kendimizi ancak ölümcül hastalıktan mustariplerin ya da en yakınını kaybedenlerin içine çekildiği bir sürecin içinde bulduk. Kübler-Ross duygu akış modeli olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç esasında şu şekilde işliyor: İnkâr -> Öfke -> Pazarlık -> Depresyon -> Kabullenme. Biz de bu modelin adımlarını izlemeye koyulduk COVID-19 hayatımıza girdi gireli.
Önce inkâr ettik; evde kalmayı bir tatil gibi değerlendirmek istedik. Sonra öfke baş gösterdi, bir suçlu aradık. Virüsün ardındaki muhtemel mihraklar üzerine komplo teorileri ve sorumsuz insanlara dair serzenişlerle WhatsApp gruplarını felce uğrattık. Ardından varoluşsal kriz ağır baş gösterdi. “Ben kimim?”, “Müzik yapamadığım ve bu müziği diğer müzisyen ve seyircilerle (dinleyici demiyorum) paylaşamadığımda, benden geriye kalan ne?” şeklide sancılı sorular içimizi kemirmeye başladı. Sahnelerimiz, stüdyolarımız, okullarımız ve de seyircilerimiz birdenbire elimizden alınmıştı ve kendimizi adeta ilkokul yıllarımızda oyuncak orgumuzu tıngırdattığımız o günlerde buluverdik.
Ama insan doğası değişim gösterip hayatta kalmaya programlıdır. Haliyle, çok geçmeden pazarlık süreci başladı. Şimdi kareyi burada donduracağız. Amaç Kübler-Ross modelindeki bir sonraki adım olan “depresyon” evresini en hızlı ve sancısız şekilde geçmek. Böylece, kurulmakta olan yeni dünya ve jazz dünyası düzenini “kabullenirken”, değişimin aktif ve mutlu bier parçası olabilelim. Bizler jazz’cıyız bunu yapabiliriz. Bir tutam yaratıcılık, bir tutam doğaçlama yetisi yeter. Yaşımız kaç olursa olsun. Şimdi ilkin biraz durum analizi yapalım:
Bu ülkede jazz’cı olmak hiçbir zaman kolay değildi
Batu Akyol’un, 2016’da çıkardığı söyleşi kitabının başlığında da belirttiği gibi Caz Çok Zor. Yüreği geniş, dili evrensel ama dinleyici kitlesi dar bir müzik bu. Hele ki Türkiye’de (Böyle olmasını da aslında şahsen hiç eleştirmiyorum. Kopukluğun sebebini halkın eğitim seviyesinde vs. değil, kültüründe aramak lazım diye düşünüyorum). Şimdi size bazı çarpıcı rakamlar sunmak isterim.
Çeşitli kaynaklardan edindiğim verilerin üzerine kendi bildiklerimi ve muhtemelen bilmediklerimi de eklediğimde Türkiye’de yaklaşık 900, bilemediniz 1000 kişilik bir camia olduğumuzu gördüm. Misal Jazz Dergisi’nin tuttuğu Türkiye jazz sanatçıları listesine baktığımda, ölenler ve artık aktif olmayanlarla birlikte 817 kişiyiz. Ama bu 817 kişiden 314’ü artık sahnelerde değil. Üstelik hepsi de hayatta. Aktif görünenlerin arasında ise ülkemizdeki zor yaşam koşulları nedeniyle buraları terk eden ya da memleketine geri dönen yabancı müzisyenlerimiz mevcut. Yani fire büyük! En büyük fire vokallerde (167 kişide 88 kişi, yaklaşık %53), sonra da davulcularda (138 kişide 60 kişi, yaklaşık %43).
Sadece bu rakam bile, jazz müzisyeni olmanın, bu müziğe gönül vermenin ve okulunu okumanın dışında, ne kadar da özveri ve sebat gerektirdiğini doğrular gibi. Dahası, yeri geldiğinde kendi kendine yetebilirliğin önemi, tam da evlerimizde kapalı kaldığımız şu günlerde iyice ortaya çıkmış durumda. Benim gibi vokal olan dostlarım adına konuşmam gerekirse, hepimiz, basit eşlik seviyesinde de olsa bir çalgı çalmanın önemini yeniden hatırladık.
Gelirini tamamen yitirenlerin oranı büyük
İstanbul’daki “ilk” vakanın açıklandığı 10 Mart Salı gecesini takip eden hafta içinde ülkedeki tüm gece mekânları kapandı. Tüm konserler, turneler ya iptal edildi ya da ötelendi, keza festivaller de… Çıkan zararı ödeyecek bir sigorta şirketi yoktu. Kaldı ki böylesi global bir çalkantıda jazz’cıları reasürans şirketleri bile kurtaramazdı. Sonraki aylarda, jazz’ın anavatanı Amerika’da da işler iyice karıştı. Müzisyenler kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı. Hattâ ölüme terk edildi! Jazz’ın Florence Nightingale’i sayabileceğimiz Avrupa ülkelerinde de işler pek parlak gitmedi. Devlet başkanlarının kriz yönetim ajandalarında bir çentik bile olamadı jazz. İstisnai bir ülke Almanya idi. Angela Merkel yerel yönetimlere müzisyenleri desteklemeleri için çağrıda bulunurken, Avusturya ağır bürokratik süreçleri geçmeyi başaran müzisyenlere 1000’er avro dağıttı. Jazz’ın sosyal mesafeli, normalleşme test sürüşleri ise Norveç’teki jazz kulüplerinde yapıldı ama onlar bile nasıl ayakta kalacakları konusunda halen endişe içinde.
Şükür ki Türkiye’de yaşayan biz jazz’cılar hepimiz sapasağlamız ve bildiğimiz kadarıyla şimdiye dek bu müsibete kimseyi kurban vermedik. Evlerimizde uslu uslu oturduk.
Evet canımızdan olmadık ama hayatta kalmanın başka bir boyutuyla imtihanımız başladı bu sefer. Kirada oturan, aile geçindiren, kredi ödeyen ve elbette çoğunlukla maaşı ya da sosyal güvencesi olmayan onca jazz müzisyeni ve emekçisini bir aklınıza getirin. Yazının başında bahsettiğim anketin ilk verisi tam bu noktada gelsin. Ulaşabildiğim 200 jazz sanatçımızın 112’si, yani %52’si, müzikten elde ettikleri gelirin tamamını yitirdiklerini bildirdi.
Umalım ki ceplerinde ikinci bir üniversite diploması ya da hali hazırda düzenli bir ek işi olanların sayısı bol olsun.
Nefes alamıyoruz
Aslında biz jazz’cı milleti parasızlıkla başa çıkmada kondisyonluyuzdur. Ne var ki, tablonun karanlık merkezinde çok daha mühim bir kayıp var: Birlikte aynı havayı soluyarak müzik yapma hakkımızın elimizden alınışı! En kuytu, pis, köhne sahnelerde verdiğimiz en fiyasko konserlerin, en küçük anlarına bile hasret kalmış durumdayız. Evet birlikte nefes alamıyoruz şu sıralar. “Nefes alamıyoruz.” COVID-19 aramıza duvarlar ördü, bizleri birkaç inçlik ekranların içinde küçücük dijital kutucuklara hapsetti. Şimdi jazz’ın akciğerleri oğlan kollektif doğaçlama işlemez durumda.
Öte yandan, aşağıdaki anket sonucu da gösteriyor ki, aç da kalsak, nefes de alamasak biz Türk jazz’cılar direnmeye devam edeceğiz:
Peki bu çöken ciğere bir reçete yok mu? Var ama sunulan ilaçların hepsi teknolojik içerikli ve sadece semptom gidericiler, hastalığı ortadan kaldırma özellikleri pek yok. Hele ki teknolojiye çok da alışık olmayan bir önceki nesil için. Yine de o reçetelere de göz atacağız. Her hastalıkta olduğu gibi iyileşme, reçete edilen ilaçları bünyemize uygun dozlarda almaya devam edip vücudumuza şans tanımakla mümkündür. Biz de kasırganın gözünde durduğumuz şu görece sütliman günlerde tam da bunu yapmaya çalışacağız, ki yeni oluşmakta olan dünya düzenine karşı bağışıklık sistemimiz güçlensin.
Çalmaya ve öğrenmeye devam
TV haberlerinde ve köşe yazılarında yer verilen uzman görüşleri önümüzde en az 1 en çok 5 yıllık bir süreç var derken, biz Türkiye’de yaşayan jazz’cılar, yukarıda değindiğim “kendi kendine yetebilirlik” meselesini ziyadesiyle önemsemiş gibi görünüyoruz. Düzenlediğim anketin sonuçlarına baktığımda, evde yapılması tercih dilen müzikal aktiviteler listesinde başı çeken seçenek, 152 kere işaretlenen “Evde müzik etüdü”. “Müzik eğitmenliği” ise 124 işaretleme ile ikinci sırayı almış durumda.
Yani öğrenmeye ve öğretmeye olan hevesimiz halen yerinde. Bu da jazz’ın devamlılığı için ümit verici bir haber. Hele ki bu çalışmaların konsantre meyvelerini toplamak hayli heyecan verici olacak kuşkusuz.
Aynı tabloda üçüncü sırayı online (çevrimiçi) video çekimleri (115 işaretleme) ve canlı yayın konserleri (94 işaretleme) takip ediyor. Evet isteğimiz büyük, ama kendi sosyal medya hesaplarımız dışında canlı yayın konser gerçekleştirme şans yüzdemiz kaçtır tartışma konusu. Hele ki bizler, geniş kitlelerle ilişkide olan büyük kurumların radarına kolay kolay takılmayacak kadar niş bir müzik yaparken (bu konuya yazı dizisinin 3. bölümünde tekrardan geri döneceğim). Geldik sosyal medya hesaplarımızdan canlı yayın yapmaya. Ankette bu seçenek pek ilgi görmemiş gibi duruyor (69 işaretleme). Ama aslında bugün en çok yaptığımız şey tam da bu.
Durum raporunu bitirmeden bir de genel olarak morallerimiz ne durumda ona bakalım.
Moraller fena görünmüyor. Depresyon hâkim değil gibi. O zaman haydi şu pazarlık masamıza geri dönelim ve masadaki ilk kartı, yani “sosyal medya ve diğer çevrimiçi platformlardan yapılan canlı yayınlar” kartını bir açalım. Bakalım artıları eksileri neler?
Hepsi haftaya “Korona Jazz Kliniği II” başlıklı yazımda!