Yazar ve aktivist Tom Engelhardt'ın, kendi blogu TomDispatch'te kaleme aldığı yazının Türkçe çevirisini paylaşıyoruz.
(Bu yazı 17 Mart 2022 tarihinde TomDispatch'te yayınlanmıştır.)
Yeni Baştan - Baştan Başa: Biz Bu Filmi Daha Önce Görmüştük
O, bizim cehennemden gelen kendi öz imparatorumuz; efsaneye göre Roma’yı bir heves ya da kapris uğruna yakmış Neron’un güncellenmiş yeni sürümü – her ne kadar bizimki Washington’ı boğmayı tercih ediyor olsa da. Neden Donald Trump —siz kimi kastettiğimi kesinlikle biliyordunuz tabii — bundan sadece bir iki gün önce, ilk 250’de yer alan Cumhuriyetçi bağışçının tam 84 dakika boyunca kulağını çekti? Birçok başka şeyin yanında, tüm Amerikan (Rus değil) oligarklarına şu güvenceleri verdi. Burada Washington Post'tan alıntı yapmama izin verin.
“ şu ‘küresel ısınma aldatmacası asla bitmez..’ [Trump] yaygın kabul gören bilime cephe alıyor ve deniz seviyelerinin yükselmesi kavramıyla dalga geçiyordu. ‘Ben de buna harika diyorum! Sahilde daha fazla malımız mülkümüz var artık.’”
Şüphesiz, önümüzdeki on yıllarda muhtemelen tüm şehirlerin sular altında kalması da dahil olmak üzere, sel altında kalan mülklerden bahsediyor. Aman ne olacak canım! Evet o, gerçekten de çok uzun olmayan bir zaman önce Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanıydı ve her şey yolunda giderse (tabii bizim için değil, onun için), kendisi ya da onun tek yumurta ikizi 2024’te tekrar Oval Ofis’i kazanabilir ve böylece o yeni, çokça ıslak deniz kenarı arazilerinin oluşmasını garanti edebilir. Ve evet tam da, fosil yakıtların kullanımı konusunda işler iyiye gitmezse dünyanın en büyük karbon yutaklarından Amazon yağmur ormanlarının yarısına kadarının savanaya dönüşebileceğini öne süren yeni bir bilimsel rapor ortaya çıkmışken, o kıymetli hazineyi yine bizlere sundu. Yaklaşık 9 bininci kez iklim değişikliğine (bazen suçu Çin’e atarak) “aldatmaca” dedi. Washington Post’tan bir alıntı daha yaparsak:
Bilim insanları bizleri uyarıyor: Yağmur ormanlarının yarısını aniden kaybetmenin ısınma ile ilgili sonuçları, binlerce mil öteden ve gelecekte yüzyıllar boyunca hissedilecek. Bu, fırtınaların sayılarının tırmanarak artması ve orman yangınlarının kötüleşmesi, kronik gıda kıtlıkları ve kıyı topluluklarını sular altında bırakacak şekilde deniz seviyesinin neredeyse otuz santimetre yükselmesi anlamına geliyor. Bu kayıp ayrıca buz tabakalarının erimesi veya Güney Amerika musonunun bozulması gibi bardağı taşıracak son damlaları tetikleyebilir.
Hey, Donald, tümüyle savaş alanına dönmüş şu gezegenimizde acaba ters giden bir şey olabilir mi ki?
Elbette şu anda, en büyük dört sera gazı salıcısından üçü; Rusya, ABD (ki şu anda Trump’ın başkanlığı döneminden bile daha fazla petrol ve gaz sondajına ruhsat veriyor) ve Çin, Vladimir Putin’in o korkunç Ukrayna işgaline kilitlenmiş durumda ve bu, ancak bir ölüm kucaklaşması olarak nitelendirilebilir. Ve nükleer savaş konusunu Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana, ilk kez tekrar masaya koymuş olsa da, Rusya başkanının başlattığı bu zalim savaş, aynı zamanda çok daha azına ihtiyaç duyan gezegenimizde daha fazla fosil yakıt kullanımını garanti ediyor gibi görünüyor. Bırakın yeni Çernobil’i, III. Dünya Savaşı’nı nükleer savaşa dönüştürme ihtimalini bir kez daha artırmak üzere Soğuk Savaş II’ye girişmek ne kadar uygun düşüyor değil mi?
Bu noktada sakıncası yoksa gerçek bir hafifseme ifadesi kullanmak isterim izninizle: Ah ne kadar garip şu üstünde yaşadığımız gezegen.
Dünyanın Sonu: Mülkiyeti… kime ait?
Bir zamanlar, dininiz ne olursa olsun, Mahşer yeri tanrıların mülküydü; ta ki tek bir B-29 bombardıman uçağı olan Enola Gay’in (pilotunun annesinin ismidir) Hiroşima’ya ilk atom bombasını atıp şehri neredeyse bütünüyle yok ettiği 6 Ağustos 1945'e kadar.
Öte yandan, biraz başka türlü düşünürsek, Dünya gezegeninin fosil yakıta dayalı sanayileşmesinin Büyük Britanya'da ciddi olarak başladığı on dokuzuncu yüzyılda, biz insanlar –en azından bize bilinir olan– dünyayı sona erdirme gücünü tanrıların elinden aldık diyebiliriz. Yani zekâmızı takdir edin. Sadece 200 yıl gibi kısacık bir süre içinde bu gezegendeki yaşamımızı mahvedecek, hatta sona erdirecek iki farklı yol geliştirmişiz. Bunu insanlık için gerçek bir başarı olarak kabul edin.
Aslına bakılırsa, nükleer tehdit ve iklim değişikliği ile ilgili son haberler bu gerçeği tekrar akla getirmeliydi. Fakat ben bu yazıda daha Vladimir Putin’e, Ukrayna’nın istilasına ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) en son raporuna dahi geçmeden şunu söylememe izin verin: Hemen hemen her hafta, iklim geleceğimizle ilgili yeni bir (veya iki ya da üç) araştırma, önümüzdeki on yıllarda (hatta aylarda) bizim için her zamankinden daha aşırı bir tehlikenin söz konusu olduğunu söylüyor: Daha da şiddetli kuraklıklar, yoğunlaşan sıcaklık, daha aşırıya giden orman yangınları, daha fazla buz erimesi ve sürekli yükselen deniz seviyeleri.
Tabii hepimiz gibi siz de bu hikâyeyi zaten biliyorsunuz, öyle değil mi? Ve bir şeyden emin olabilirsiniz, bir sonraki bilimsel araştırma, her ne olursa olsun, sadece daha aşırıya giden iklim haberleri verecek (pek nadir birkaç istisna hariç). Doğrusu bu yazı için notlarımı çıkarmaya daha yeni başlamıştım ki, sonumuzun ne olacağına dair –haliyle, geri dönüşü olmayabilecek bir cehenneme– kuşkusuz son tur korkunç haberleri içeren IPCC raporu sahneye çıktı. BM Genel Sekreteri António Guterres “insanlık için kırmızı alarm” diyerek, raporun detaylandırdığı kanıtların konuyla ilgili bugüne kadar gördüğü hiçbir şeye benzemediğinden yakındı ve raporu, “insanlığın ıstırap atlası ve çuvallayan iklim liderliğine ilişkin lanetli bir iddianame” olarak tanımladı.
Ukrayna kâbusundan bile önce, kilit roldeki liderlerin insanlığın sağlığı için bu dünyayı yeterince hızlı bir şekilde yeşillendirmekten başka her şeyi yaptıklarının açık olduğu bir gezegende, gerçekten lanetleyici bir iddianame. Ve elbette bu, üzerinde düşünelim ya da düşünmeyelim –hoş, Ukrayna’daki olayların tam ortasında bunun pek düşünüldüğü de söylenemez ya– hepimizin şu anda iş gördüğü arka plan şu işte: hızla baş aşağı giden dünya.
Bu da beni, Vladimir Putin’e geri getiriyor. Gezegenin intiharının öteki biçimi olan atom silahlarıyla ilgili garip olan şey, en az Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana deyim yerindeyse gündeme getirilmemiş veya haberlerde pek yer verilmemiş olması. Evet, Trump’lı yıllarda, başkan, üstü kapalı olarak Kuzey Kore’yi üzerine nükleer cehennem yağdırmakla tehdit etmiş – adına da “ateş ve öfke” demişti – ve bir noktada, Afgan Savaşı'nı böyle bir saldırıyla bitirmekten söz etmişti. Ancak, 1990'dan dün gece geç saatlere kadar çoğu zaman nükleer silahlar (onlara sahip olmayan İran bir kenara bırakılırsa) tartışmanın bir parçası bile değildi.
Şimdi beni yanlış anlamayın. Aynı on yıllarda nükleer cephanelikler sadece yayıldı ve büyüdü. Dokuz ülke şu anda bu tür silahlara sahip ve gezegendeki üç büyük güç –ABD, Çin ve Rusya– deli gibi bu işle uğraştı. Rusya bir süredir devasa cephaneliğini “modernize etmekle” meşgul, Çin ise kendi cephanesini hızla inşa etmekle uğraşıyor.
Barack Obama'nın başkanlık döneminden bu yana, ABD askerî-endüstriyel kompleksi de zaten akıllara durgunluk veren cephanesini, otuz yıl içinde 1,7 trilyon ila 2 trilyon dolar arasında bir tutara “modernize ediyor” (Evet, gerçekten de sıklıkla kullanılan terim bu). Bu ‘modernizasyon’un içinde, örneğin Zemin Tabanlı Stratejik Caydırıcı olarak bilinen yeni bir kıtalararası balistik füze de var. Ve zaten tahmin edildiği üzere, ömrü boyunca en az 264 milyar dolarlık vergimizi yutacak (üstelik bu, daha maliyet aşımları başlamadan önce!). Bu ülkenin zaten, gezegenimizi uzak gelecekte birçok kez yok edebilecek kadar modernize edilmemiş cephaneliğe sahip olduğunu da sakın unutmayın. Karada konuşlanmış nükleer füzeler, stratejik bombardıman uçakları tarafından taşınanlar ve tekneye yüklenmiş yıkıcı nükleer bombalarıyla dünya sularında kol gezen nükleer denizaltılarımız da dahil olmak üzere, konuşlandırılmış 1.357 (‘etkin olmayan’ları da sayarsanız 3,750) adet nükleer silahımızla, küresel yıkım kesin bir veri zaten.
Uzun süredir devam eden ve fakat şaşılacak kadar az dikkat çeken tüm bu faaliyetlerle birlikte, nükleer silahlar –ve onlarla bağlantılı kıyamet olasılıkları– Vladimir Putin sayesinde bir kez daha manşetlere çıktı. Putin sonuç olarak, askerleri Ukrayna’ya doğru yol alırken, aniden ve kamuya son derece açık bir şekilde, nükleer kuvvetlerini “yüksek alarma” geçiren bir direktif yayınladı ve şu mücevheri dünyaya sundu:
“Kim bizi engellemeye kalkar, daha da ötesi ülkemize, halkımıza tehdit oluşturmaya çalışırsa, bilsin ki Rusya'nın cevabı ânında gelecektir. Ve bu cevap sizi tarihinizde şimdiye kadar hiç karşılaşmadığınız sonuçlara götürecektir.”
Putin, demek istediğini daha da net anlatmak için derhal nükleer kapasiteli dört balistik füzenin fırlatma provasına nezaret etti. ABD'nin hâlâ Avrupa'da yerleşik çok sayıda taktik nükleer silahı bulunduğundan, bir kez daha, tıpkı orijinal Soğuk Savaş'ta olduğu gibi, sınırda ve nükleer bir kapışmanın eşiğinde olduğumuzu düşünün. Bu sırada Ukrayna’da Ruslar, üstüne üstlük, savaş zamanında dehşet kâbusu içinde kendi kurdukları ve servis ettikleri nükleer santralleri alarak Çernobil felaketini tekrarlamakla tehdit ediyorlar. Bu santrallerden biri, tüyler ürpertici koşullar altında ele geçirildi bile.
Geriye dönüp baktığımızda, belki de hepsinden garip olan şey, çoğu Amerikalı'nın, belki de gezegendeki çoğu insanın aslında nükleer silahları unutmuş olması. Geriye bir bakıp bunun nasıl mümkün olduğunu merak etmelisiniz, özellikle de benim yaşımdaysanız ve okulda durmadan tekrarlanan nükleer tatbikatlarda sıraların altına girip saklandığınızı hatırlıyorsanız. Hem de o dönemin medyası, insanların kişisel nükleer sığınaklarını arkadaşları ve komşuları ile paylaşmaları gerekip gerekmediği sorusuna odaklanmışken. Unutmayın, bu, gerçekte Rus nükleer silahlarının henüz bu ülkeye ulaşamadığı yıllardı (oysa ABD zaten komünist dünyayı mahvetme yeteneğine sahipti).
O zaman, işte burada bir garip ironi var: Bu konuya en çok dikkatimizi verdiğimiz yıllarda bize hiçbir şey yapamazlardı. Şimdi gerçekten yapabilir durumda olduklarında ise bu silahları unutmaya başladık biz. Gelin görün ki bugün, insanlığın muhtemel yok oluşu gündeme geri dönmüş durumda – ve bu sefer, çok zekice iki farklı şekilde tasarlanmış olarak.
Neyin Yeşili?
İnanın bana, bu gezegende 77 yıldır yaşamaktaysanız, görebileceğiniz her şeyi görmüş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ve sonra anlaşılıyor ki, her şeyi görmüş falan değilsiniz. Hem de neredeyse hiçbir şeyi görmemişsiniz. Birazını bile. Bir Yahudi olan dedem, 14 yaşındayken, hâlâ Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçası olan Lemberg kentindeki evinden kaçmış. I. ve II. Dünya Savaşları arasında bu kent Lvov adını taşıyordu ve Polonya’ya aitti. İkinci büyük savaşta, oradaki Yahudi nüfusu Naziler tarafından katledildi. O kâbus savaşın sona ermesinden bu yana burası Lviv olarak biliniyor ve Ukrayna’nın bir parçası. Ya da Vladimir Putin istediğini alırsa, yakın zamana kadar Ukrayna olarak bilinen yerin bir parçası diyebiliriz. Sonuç itibarıyla, Lviv yine haberlerde, büyük olay.
Yani tam şu sırada Ukrayna’yı işgal etmek mi? Ne manyakça iş. Ülkeden kaçan bir milyonu aşkın sayıda çocuk dahil olmak üzere, olanları idrak edebilmek şu anda bile hâlâ çok zor. Elbette, hem savaş hem de iklim değişikliği sayesinde, bugün bu gezegende her zamankinden daha fazla insan hareket halinde. Buna karşılık, bir anlamda, gerçekte gidecek hiçbir yer kalmadı, sizce kaldı mı?
Görünen o ki, liderlerimiz dünyayı sona erdirmek için çeşitli seçenekler sunma konusunda çok başarılı olmuş durumdalar. Yani, fosil yakıtların yanışı kontrol altına alınmadığında, bildiğimiz yaşamın sona ereceğini bilmemenin artık mümkün olmadığı bir yüzyılda, böbür böbür böbürlenen, şişim şişim şişinen kibirli liderlere sahip iki dev güç, yalanlara dayanarak ordularına başka ülkeleri işgal etme emri vermenin çok daha mantıklı olduğunu düşündüler. Bu yüzden şehirler yok edildi, çok fazla ölüm oldu. Vladimir Putin’in süregelen Ukrayna istilası, ülkeyi yerle bir etmesi, Joe Biden’ın Amerika’sının liderlik ettiği dünyanın pek çok ülkesi tarafından kınanıyor. Rusya bir yandan potansiyel olarak mahvedici etkileri olacak yaptırımlar yaşarken, spordan eğlenceye, eğlenceden fast food’a kadar, gezegenin çoğu Rusya’ya sırtını dönmekte.
Fakat işte burada garip olan bir şey var: Rusya komşusunu istila etti; burası bir zamanlar gerçekten de Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı. Aklımda olan diğer büyük istilacı güç, binlerce kilometre ötedeki iki ülkeyi vurdu: Irak’ı (otokrat hükümdarının nükleer ve diğer kitle imha silahları geliştirdiği yalanıyla) ve Afganistan’ı. Ve evet, mevcut çatışma nasıl Rusya ve Ukrayna halkları için şüphesiz bir felaket olacaksa, öteki savaşlar da Amerika Birleşik Devletleri için felaket olduğu gibi, Afganlar ve Iraklılar için daha da büyük bir felaketti. İlginçtir ki, dünya ABD’yi yaptıkları için hiç kınamadı. Hiçbir yaptırım uygulamadı. Afganlara veya Iraklılara, kendilerini işgalci emperyal güce karşı savunmaları için hiçbir silah gönderilmedi. Ve daha garibi, geriye baktığımızda görürüz ki, o zaman senatör olan şu anki Amerika Birleşik Devletleri başkanı, Irak’ın işgali yönünde oy kullandığı gibi hemen ardından da ABD işgali altındaki ülkeyi üç ayrı eyalete bölmek üzerine bir plan bile geliştirmişti.
İşte hayat böyle. Varlığı tehlikede olan şu gezegenimizde, bitmek tükenmek bilmez bir fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan sera gazları, korkunç yıkıcı bir etkiyle atmosferimizi işgal ve istila ederken, bu konular neredeyse hiçbir şekilde manşetlerde yer almaz.
Mahşeri Yaratanlar
Bugün, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 76 yıl sonra (ben o zaman 1 yaşındaydım), Avrupa’nın kalbi tekrar savaş, ölüm ve yıkımla burun buruna. Ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden otuz yılı aşkın bir süre sonra, bugün İtalya’nınkinden daha küçük bir ekonomiye sahip, cılız bir petrol ülkesi olan Rusya’nın yeni çarı, bunun sorumlusu.
Yeterince kafanız karıştı mı? Ah, siz de bu tanrının unuttuğu gezegenimizde yaşıyor olmalısınız.
Amerikan tecrübesine bakarsanız, ister Vietnam, ister Irak, isterse Afganistan (ya da Rusya’nın Afganistan’daki kendi tecrübesi) olsun, bildiğimiz bir şey varsa o da bunun iyi bitemeyeceği gerçeği. Ne Vladimir Putin ne Joe Biden ne Donald Trump ne de geri kalanımız için. İnsanlığın, yok etmekte ısrar ettiği bir gezegende kimse için iyi bitemez.
Irak'ın işgalinin baş gösterdiği 2003 baharında (ben de dahil) birçok Amerikalının, ne kadar kısa süreli de olsa, sokaklara dökülen protestocu Amerikalıların yaptığı gibi şimdi de Ukrayna'daki savaşı protesto etmek için sokaklara dökülen öfkeli Ruslara şapka çıkartıyorum.
Dünyamızın şu haline bakılırsa, hepimizin şu an sokaklara doluşmuş olması gerekirdi. Yani demek istediğim şu: şimdi şuracıkta İkinci Soğuk Savaşa doğru bodoslama giderken bir yandan da Üçüncü Dünya Savaşı çıkması ile yüz yüze gelmişken, yaşama tarzımız ve enerji üretme şeklimiz sayesinde cehenneme doğru yol alan bir gezegende bulunuyoruz. İklim değişikliğini, belki de IV. Dünya Savaşı’nın eşdeğeri olarak düşünebiliriz. Ancak, Ukrayna durmadan manşetlerde yer alıyorken, bir şekilde iklim aciliyeti gölgede kalmaya devam ediyor. İklim haberleri ne kadar dehşet verici olursa olsun bu böyle. Hatta Cumhuriyetçiler, daha fazla fosil yakıt sondajı çağrısı bile yapıyor.
Dünyanın barışa kavuşması? Pek mümkün değil. Dünyanın yeşillendirilmesi? Görüldüğü kadarıyla o da pek mümkün değil. Kendi usulümüzle, gerçekten de her türden kadim tanrının yerini almış bulunuyoruz. Bugün Mahşer’i yaratanlar artık biziz ve ne yazık ki vitesi de yükseltip durmaktayız.
Çeviren: Özge Atılgan
Çeviri editörü: Ömer Madra