"Bahar mevsiminde avlunun üst köşelerinde yuvalara serçeler yerleşiyor. Bu yıl kış aylarında da bir grup serçe sık sık avluma geliyor. Ben avluda yürüyüş yaparken penceremin önüne bıraktığım ekmek kırıntılarını yiyorlar. Hapse girdiğimde altmış yaşındaydım. Kuşkusuz, ileri yaşta hukuksuzluğa maruz kalan bir tek ben değilim. Soyut suçlarla ilgili, somut delillere dayanmayan suçlamalarla seksen yaşında insanlar hapiste tutuluyor. Bunları, hukuk normlarının yanı sıra, insan hayatına, insan haysiyetine değer vermeyen bir anlayışın tezahürleri olarak görüyorum"
Osman Kavala, 2 bin 290 gündür hapiste. Yargıtay ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını onayladığı için koşulları da ağırlaştı. Artık eşini iki haftada bir görebiliyor. Ailesiyle 10 dakikalık telefon konuşma hakkı da iki haftada bire düşürüldü. Annesi oldukça yaşlandı, onunla ilgili şöyle söylüyor:
“Annem artık pek konuşabilecek durumda değil, ama sesimi duymak ona iyi geliyor. Bana da hâlâ hayatta olduğunu hissetmek…”
Hücrede tek başına kalıyor. Ne kadar mümkünse ‘alıştığını’ söylüyor. Daha önce kendine yoldaşlık eden iki salyangozu ‘beraat kararı’ alınıp özgür kalacağını düşündüğünde evine yollamıştı. Kendisini ‘bırakmadılar’, eve yolladığı salyangozlar ise bahçede kaybolmuş. Şimdi aslında baharda gelen serçelerin kış aylarında da geliyor olmasıyla ilgileniyor. Kavala’ya yolladığım sorulara Gezi davasından 18 yıl hapis cezası alan Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğü gün yanıtlar geldi. TBMM Genel Kurulu’nda Anayasa Mahkemesi kararına rağmen ilk kez bir vekillik düşürülmüş oldu. Anayasada, AYM kararlarının bağlayıcı olduğu açıkça belirtilmesine rağmen. Kavala için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karara da uyulmamıştı. Oysa Yargıtay onayından sonra haklılığın kanıtlanacağı neredeyse son iki yer AYM ve AİHM. Bu konuda şöyle diyor:
“Yargının üzerinde siyasi etkinin artması ve siyasi öncelikleri hukuk normlarının önüne çıkaran anlayışın yargı mensupları arasında yaygınlaşması oldukça endişe verici.”
Peki Kavala’ya göre; daha evvel beraat ettiği davada ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almasının sebebi ne? Sorularıma verdiği yanıtların bir yerinde şöyle diyor:
“Gezi’yi kriminalize etmeye çalışarak, başka protestolar için kullanılabilecek suçlama örneği yaratıldı.”
Osman Kavala’ya avukatları aracılığıyla sorduğum sorular ve kendisinin yanıtları…
"Yargıda komplo teorileri kullanılması çok daha eski dönemlere uzanıyor"
İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 18 Şubat 2020’de sizinle ilgili Gezi davasından beraat kararı verilmesinden sonra yapılan çoklu yargılamalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve bu yargılamaların kişiselleştirildiği yolundaki iddialara karşı yorumunuz nedir?
İlk Gezi davasında verilen beraat kararını Cumhurbaşkanı’nın benim cezaevinden çıkarılmam için düzenlenmiş bir operasyon olarak tanımlanmasından sonra, yargılama süreci beni cezaevinde tutmak için bir yasalarla oynama, yasal tanımlamaların dışına çıkarak suç icat etme faaliyetine dönüştü. Bu elbette bana, kişiliğime, haysiyetime yönelik bir hak ihlali. Ama beni cezalandırmanın ötesinde başka bir amacı daha olduğu görülebiliyor.
Ben 2017 yılında iki ayrı suçlamayla, Gezi olaylarını organize etme ve 15 Temmuz darbe girişimine katılma suçlamalarıyla tutuklandım. Amaçlanan iki olay arasında ilişki kurmaktı. Bu başarılamadı, ancak Gezi’nin dış güçlerce planlanan ve sahneye konan bir kalkışma olduğu kurgusuyla Gezi kriminalize edilmeye çalışıldı. Böylece başka protestolar için de kullanılabilecek bir suçlama örneği yaratıldı.
Yargıtay onama kararında, "Sanık, uluslararası spekülatör George Soros'un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü'nün ülkemizdeki temsilciliği olan Açık Toplum Vakfı üzerinden Gezi Parkı eylemlerini organize etti" diyor. Bu size ne ifade ediyor?
Bu, Gezi protestoları sırasında George Soros’un, Arap Baharı’nda yaşanan halk hareketlerinde en önemli aktör olduğu şeklinde kaynağı meçhul komplo teorisi örnek alınarak imal edilmiş bir kurgu. Herhangi bir delil olmadan, hukuksuz biçimde yapılmış telefon dinlemelerinin deşifre edilmelerinden önce hazırlanmış. İddianame bu kurguyu temel aldı. Mahkumiyetleri onayan Yargıtay’ın 3. Ceza Dairesi kararında da Gezi eylemleri Arap Baharı’nın yansıması ve uyarlanması olarak tanımlanıyor.
Ben çeşitli vesilelerle, savunmamda da, insanların suç sayılan eylemlerde bulunduklarından değil, böyle davrandıkları ya da davranacakları yönünde kanaatlerden dolayı suçlanmalarını ve cezalandırılmalarını Nazi dönemindeki düşman hukuku uygulamasına benzetmiştim. Ancak yargıda komplo teorileri kullanılması çok daha eski dönemlere uzanıyor.
Avrupa’da Ortaçağ’da din görevlilerinin suistimallerinden, insanların hayatlarına daha fazla müdahale edilmesinden dolayı Kilise’nin koyduğu otoriter kurallara karşı çıkan akımlar, birbirlerinden bağımsız ve çok farklı olmalarına rağmen Katolik Kilisesi’ni çökertmek için şeytanla iş birliği içinde hazırlanmış büyük bir komplonun yürütücüleri olarak ilan edilmişler. Bu komplo teorisini benimseyen Engizisyon mahkemelerinin görevi kendilerini gizleyen suçluları ortaya çıkartmak, cezalandırmak haline gelmiş. Bu yeni tür mahkemeler aracılığıyla sapkınlıklarla ilgili şüphenin canlı tutulması, Kilise’nin uygulamalarına karşı çıkanların komplonun parçası oldukları suçlaması yeni kurulan düzeni meşrulaştırmak, otoriteye karşı direnişi bastırmak işlevini de görmüş.
Aynı dönemlerde Yahudiler için de üretilen komplo teorilerine ya da masallarına 19. yüzyılda modern içerikler verilmiş ve malum, Naziler güçlerini konsolide etmek için bunlardan faydalanmış. Anladığım, George Soros’un Yahudi olması benimle ilgili suçlamaları kurgulayanlara böyle bir ilham vermiş. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan savcılık mütalaasında Açık Toplum Enstitüsü’nün kültürlerini yozlaştırarak halkları hakimiyet altına almayı amaçladığı anlatılıyor. Yargıtay savcısının tebliğnamesindeki anlatı da bu paralelde.
Gezi protestoları herkesin gözü önünde başladı, yayıldı ve (parkta yapılaşma projesinin iptalinden sonra) sona erdi. Gezi protestoları sırasında kimin hangi eylemde yer aldığı, kimin ne tür davranışta bulunduğu emniyet kayıtlarında mevcut. Açık Toplum Vakfı’nın da hangi sivil toplum projelerine ne kadar destek vermiş olduğu kamuya açıklanıyordu. Vakıf birkaç kez denetimden geçmişti. Bu şartlarda, hiçbir somut delil olmadan böylesi bir komplo teorisinin yaratılmasının ve yargı tarafından benimsenmesinin oldukça çarpıcı bir manipülasyon olduğunu düşünüyorum.
"Kürt ve Ermeni yurttaşların Gezi'ye benim yönlendirmemle katıldıklarını iddia etmek gibi, insanları aşağılayan bir akıl yürütme"
Yargıtay kararında; “Ülkemizdeki Kürt kökenli ve Ermeni kökenli vatandaşlara ağırlık verdiği, bu şekilde ‘açık toplumun gelişmesini desteklemek’ adı altında faaliyetler yürüttüğünü iddia eden Açık Toplum Vakfı'nın, kurucusu olan George Soros tarafından muazzam bir toplum mühendisliği aracı olarak kullanıldığı...” diye bir bölüm var. Buradan Kürt ve Ermenilerle çalışma yapmanızın da şüpheli görüldüğü anlamı mı çıkıyor? Size göre toplum mühendisliği diye ima edilen nedir?
Toplum mühendisliği; iktidarı elinde tutanların belli bir ideolojik perspektif uyarınca ve devlet kurumları aracılığıyla topluma yeni değerler, düşünce ve davranış kalıpları benimsetme politikalarına deniliyor. Devlet kontrolündeki medya organlarının ve eğitim kurumlarının işlevleri belirleyici oluyor. Bence, siyaset alanında ve yargıda komplo teorilerinin kullanılması toplum mühendisliği kapsamına girer, zira bunlar toplumun bir kesiminin başkalarını ötekileştirmelerine, önyargıların oluşmasına yol açıyor.
İddianamelerde ve savcılık tarafından hazırlanmış mütalaalarda yönetim kurulu başkanı olduğum Anadolu Kültür aracılığıyla, kültür ve sanat faaliyetleri kisvesi altında “ayrılıkçılığı destekleyen”, “kin ve düşmanlığa tahrik eden” projeler gerçekleştirmiş olduğum iddia ediliyor.
Kürt ve Ermeni yurttaşlarımızın yaşadıkları sorunların, deneyimlerin, sanat yoluyla ifade edilmesinin bu insanların devletle bağlarını zayıflattığı iddiası ideolojik bir bakış açısını yansıtıyor. Bu yurttaşlarımız kendi özgür iradelerine sahip olmayan insanlar olarak görülüyorlar. Yurttaşlarımızın Gezi protestolarına benim yönlendirmemle katıldıklarını iddia etmek gibi, mantıksız ve insanları aşağılayan bir akıl yürütme.
Anadolu Kültür 2002 yılında kuruldu, aynı tarihte Diyarbakır Sanat Merkezi açıldı. Anadolu Kültür’ün bütün faaliyetleri herkesin gözü önünde gerçekleşti. Bunlar web sitesinde de yayınlanıyor. İddianameyi hazırlayanlar Anadolu Kültür’ün web sitesine bakarak yirmi yıllık bir sürede hiçbir yetkilinin fark etmediği bu gizli niyeti, planı ortaya çıkarmışlar. Ellerindeki her şeyi aydınlatan komplo teorisi sayesinde.
Kararda yer alan bir diğer iddia sizin Gezi’yi finanse ettiğiniz yolunda. Karara göre: “Gezi Parkı olaylarına maddi yönden destekte bulunduğu, bu kapsamda sanık Mehmet Osman Kavala'nın eylemcilerin her türlü ihtiyacını gidermek için başvurulan kişi konumunda olduğu, Gezi Parkı eylemlerinde eylemcilerin polisle çatışmaya girerken kullandıkları gaz maskesi ve gözlük, eylemciler için yemek ve kahvaltı ve eylemcilerin koordinasyonu daha kolay sağlayabilmeleri için Gezi Parkı'na masa ve ses sistemi gibi malzemeleri temin ettiği...” Bu bölüm hakkında ne söylemek istersiniz?
Anadolu Kültür’ün hesapları defalarca denetimden geçti, MASAK raporunda da Gezi protestolarına yönelik bir finans hareketi olmadığı belirtildi. Benim Gezi Park'ına giderken yanımda götürdüğüm eczaneden alınmış bez ağız maskeleri, yemek dağıtımında kullanılan masa ve müzik dinlenmesi için hoparlörle, protesto eylemlerine katılan yüzbinlerce kişinin her türlü ihtiyacının karşıladığının iddia edilmesi akıl alacak şey değil.
Yargıtay sizi “tüm sürecin perde arkasındaki akıl hocası olarak” açıklamış. Şöyle diyor: “Gezi Parkı olaylarının karar alma ve parasal destek süreçlerinde aktif olarak bulunmasına rağmen kendisini deşifre etmemek için hiçbir resmi işlemde bulunmadığı, şiddet eylemlerinin gerçekleştiği yerlere gitmediği, sürecin en önemli akıl hocası olarak her platformda perde arkasında yer aldığı…” Bunlarla ilgili yorumunuz nedir?
İddianameyi hazırlayanlar Gezi protestolarını organize ettiğimi iddia ediyorlar. Ancak, hükümeti devirme teşebbüsü için örgüt gibi faaliyet gösteren, hiyerarşik ilişkileri olan bir yapılanmanın varlığını ortaya koyabilmiş değiller. İddianamede kullanılan telefon dinlemelerinden, bırakınız hükümeti devirme teşebbüsünü, herhangi bir kitlesel eylem organizasyonuyla ilişkim olmadığı, kimseye talimat veren konumda olmadığım açıkça anlaşılıyor.
Örgüt olmayınca, örgüt lideri tanımı havada kalıyor. Bu nedenle bütün protestocular üzerinde etkisi olan fantastik bir akıl hocalığı kavramı uydurulmuş. Ancak bu icat suç işlendiğine dair delilerin ortaya konması yükümlülüğünü hafifletmiş olmuyor. Akıl verme, ilham verme gibi soyut bir kavram değil, somut önerilerin, düşüncelerin aktarımıyla gerçekleşiyor. Benim söylediklerimin hükümeti devirme teşebbüsünü, cebir ve şiddet eylemlerini destekleyici, teşvik edici anlam taşıdığının gösterilmesi gerekir. İddianamede yer alan, "akıl hocalığı" yakıştırmasına uygun olabilecek konuşmalarımdan birinde, AYM Başkanı’nın karşı oy gerekçesinde işaret ettiği gibi, hükümeti sıkıştırmak amacıyla ekonomik kriz çıkartma teşebbüsü gibi görünecek eylemleri doğru bulmadığımı belirtiyorum, protestolarda ortaya çıkan enerjinin baskı unsuru olma işlevi göreceğini ümit ettiğimi söylüyorum. Bir diğer konuşmamda yaklaşan yerel seçimlerde kimi, neden uygun aday olarak gördüğümü arkadaşlarıma aktarıyorum. Yeni bir suç tanımı olarak “akıl hocalığı”nın icat edilmesi komplo teorisine destek sağlamıyor, onu daha dayanıksız hale getiriyor.
"İnsanların suç olmayan faaliyetlerine komplo teorisi anlamları yüklenmiş, delil süsü verilmiş"
Gezi sırasında duvarlarda kimi iktidar mensuplarıyla ya da yakınlarıyla ilgili ve hatta Cumhurbaşkanı’nın eşinin de adının yer aldığı hakaret içeren yazılar da vardı. Bu yazıları kaldırmak için girişimleriniz olduğu ve sonrasında ise kendinizin temizlediği bir süre konuşulmuştu. Bunları görünce ne düşünmüştünüz?
Daha önce de söylemiştim, Gezi Parkı’ndaki ağaçlara, üzerlerinde yapılanın anlamı ile ilgili, esprili, okuyanda olumlu duygular uyandıran şeylerin yazılı olduğu kartonlar iliştirilmişti. Bunlar, Gezi Parkı'ndaki ortamı, dayanışma ruhunu, gençlerin paylaştığı dünyaya iyimser bakış perspektifini yansıtıyordu. Ancak Taksim civarında bazı yerlerde, hiçbir sivil ya da siyasi örgütün kullanmayacağı, anlattıklarımın tersi nitelikte yazılar olduğunu da gördük. Püskürtmeli boya ile bir kişi dahi kısa sürede birçok şey yazabiliyor. Eğer işlek bir caddedeki binanın ya da duvarın üzerinde, belli büyüklükteyseler yazılanlar göze çarpıyor, akılda kalıyor. Bunlar, protestolara katılımın ölçeği çok küçük bir oranda vuku bulan, vandallık kategorisine giren davranışlar gibi, olumsuz algılamalara yol açtı, protestoları karalamak isteyenlere de malzeme sağladı. Ancak, şunu da belirteyim. Emniyet güçlerine aşırı güç kullandırtılmasının nedeni bunlar değil, gösterilerin kitleselleşmesiydi.
Gezi Parkı’nın civarındaki bu tür çirkin yazıların üstüne boya sıkan gençler de vardı. Onları görmüş olmaktan çok memnun oldum.
Film çekilmesini düşünmek uluslararası festivallere gitmek gibi konular da ‘şüpheli’ bulunmuş. Bunu okuyunca ne düşündünüz?
Bu hem benim hem Çiğdem Mater’in aleyhine kullanılan bir sözde delil. Gezi ile ilgili film yapma isteğinde olması ve bununla ilgili bir festival yöneticiyle görüşmesi Çiğdem Mater’e verilen 18 yıllık mahkûmiyet cezasının dayandırıldığı tek delil. Bu, iddianamenin nasıl bir anlayışla hazırlanmış olduğunu, mahkûmiyet kararlarının nasıl bir anlayışla verildiğini açıkça ortaya koyuyor. İnsanların suç olmayan faaliyetlerine komplo teorisi uyarınca anlamlar yüklenmiş, bunlara delil süsü verilmiş.
Bir noktayı daha hatırlatayım: İddianamede filmin ve benim kurulması için çaba gösterdiğim yeni TV kanalının Gezi kalkışmasını sürdürme işlevi göreceği iddia edilmiş. Bunların kaynak bulunamadığı için gerçekleştirilmediği de belirtilmiş. İddianameye göre George Soros benimle iş birliği halinde Gezi kalkışmasını planlıyor, finanse ediyor, ancak Gezi’nin başarıya ulaşması için önemli olan TV kanalı ve film için oldukça önemsiz bir kaynağı bana aktarmıyor. İddianameyi hazırlayanlar kullandıkları komplo teorisine o kadar güveniyorlar ki somut delillere ihtiyaç duymadıkları gibi, iddialar arasında mantıkî bağ olmasını da önemsememişler.
Yargıtay; ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ile 01.11.2013 tarihinde Türkiye'de ABD İstanbul Başkonsolosluğu'nda görüşmenize de “suçu tarif ederken” yer vermiş. Yorumunuz nedir?
Victoria Nuland’ın ziyareti sırasında ABD Konsolosluğu’nda sivil toplum kuruluşları temsilcileriyle yaptığı toplantılara ben de davet edilmiştim. Başka ülkelerden gelen ziyaretçilerin sivil toplum kuruluşları temsilcileriyle yaptıkları toplantılara da katıldım. İran’da, başka bazı ülkelerde bunu yapmanın hapse atılmakla sonuçlandığı malum. Ancak Türkiye’de böyle bir toplantıya katılmanın suçlamada delil olarak kullanılacağı hiç aklıma gelmezdi.
"AİHM tutuklanmamın siyasi saiklerle olduğu tespitini de yapmıştı"
Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor ile bir süre evvel Silivri Cezaevi’nde görüştünüz. Kendisi sizinle görüşülmesine izin verilen ilk Avrupa Parlamentosu üyesi oldu. Görüşmeden sonra şöyle bir açıklama yaptı: “Osman Kavala ile Silivri Cezaevi’nde görüştüm. Ne kadar dikkat çekici bir insan. Bu görüşmeyi kolaylaştırdıkları için Adalet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı'na teşekkür etmek istiyorum. Bu iş birliğinin, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye'ye ilişkin son Ortak Tebliği bağlamında Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönemin işareti olmasını umuyorum.” Bu görüşme sizinle ilgili uygulanmayan AİHM kararının uygulanabileceği yönünde bir işaret mi sizce? Kendisiyle ne konuştunuz?
Nacho Sanchez Amor’dan önce Avrupa Konseyi Parlementer Assemblesi’nden iki raportörle görüşmeme de izin verilmişti. Birkaç yıl önce de Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri gelmişti. Bu izinler, bu kurumlarla olumlu ilişkilerin sürdürülmesinin istendiğini gösteriyor, ancak benimle ilgili AİHM kararlarının uygulanacağı anlamına gelmiyor. Bunları, “Sizinle iyi ilişkiler içinde olmak istiyoruz, bir iki kişi için sorun yaratmayın” tavrına uygun jestler olarak yorumlamak da mümkün. Sayın Sanchez Amor önceki ziyaret başvurularından sonuç alamamış. İzin verildiği için teşekkür etmesi ve bunun AİHM kararının uygulanacağına dair bir işaret olacağını ümit ettiğini söylemesi normal. Kendisiyle yargı süreci ile ilgili konuştuk, değerlendirmelerimi kendisine aktardım. Konuşmamızda AİHM kararlarının uygulanması konusunda çok iyimser olduğu izlenimini edinmedim.
Bu arada Sanchez’in teşekkür ettiği bakanlıklardan Dışişleri Bakanlığı ayrıca önemli. Bakan Hakan Fidan bir süre evvel TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, “Kavala davasının Avrupa'da siyasallaştırılmış olduğu, bu nedenle Türkiye'de de siyasi tepkilerle sürdüğü” şeklinde bir konuşma yapmıştı. Hem Fidan’ın bu cümlesi hem sonra bu teşekkürü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir değişim olduğunu düşünüyor musunuz?
Dışişleri Bakanı “siyasallaştırılan davaya verilecek cevap da siyasal olur” demişti. Buna göre, Avrupa’dan iktidarın siyasi olarak değerlendirdiği tepkilerin ya da taleplerin gelmesi, suçsuz bir insanın hapiste tutulması için makul bir gerekçe. Her ne kadar Dışişleri Bakanı davanın siyasallaştırılmasına örnek olarak, Avrupa parlamentolarındaki milletvekillerinin girişimlerinden söz ettiyse de iktidar çevrelerinin davanın siyasallaştırıldığı ifadesiyle asıl kastettikleri AİHM’nin 2019 yılında verdiği hüküm. Adalet Bakanı 6 Ocak Cumartesi günü katıldığı bir TV programında AİHM’nin benim davama siyasi yaklaştığını, benimle ilgili ortaya konan delilleri hukuki açıdan değerlendirmediğini ifade etmiş. Oysa, Türkiye’yi de temsil eden yargıcın katıldığı AİHM kararında, bunların suç işlendiğine dair makul şüphe yaratma özelliği taşımadığı, yani delil sayılamayacakları ayrıntılı bir biçimde belirtilmişti.
Anladığım kadarıyla iktidar resmi görüşü olan Gezi’nin kalkışma olduğu tezini AİHM’nin de benimsemesini istiyor. Böylece iddianamede yer alan bulguların Türk yargı organları tarafından delil olarak değerlendirilmesine anlayış gösterecek. Bunu yapmayıp, bu bulgularla suç sayılan eylemler arasında ilişki olup olmadığını incelemekle yetindiğinde AİHM, iktidara göre siyasi davranış göstermiş olmuyor.
AİHM 2019 yılında vermiş olduğu kararda ilave olarak tutuklanmamın siyasi saiklerle olduğu tespitini de yapmıştı. İktidar, haliyle, bu değerlendirmeyi iç işlerine, gerek duyduğu zaman bazı yurttaşlarını suçlu olarak ilan etme hakkına müdahale olarak görüyor.
AYM kararlarına uyulmayan bir ortamda yaşıyor Türkiye. Sizin AİHM kararanıza da uyulmuyor. Yargıtay’dan sonra kalan iki başvuru adresi AYM ve AİHM. Bunlara uyulmaması size ne hissettiriyor?
AİHM ve AYM kararlarına uyulmaması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ve anayasamızda ifade bulan insan haklarını koruyan hukuk normlarının bağlayıcılığını kabul etmeme anlamına geliyor. Yargının üzerinde siyasi etkinin artması ve siyasi öncelikleri hukuk normlarının önüne çıkaran anlayışın yargı mensupları arasında yaygınlaşması oldukça endişe verici.
"Bu yıl kış aylarında da bir grup serçe sık sık avluma geliyor"
Yargıtay kararından sonra; “Yargıtay’ın onama kararı, hukuk ilkelerine ve insan hayatına değer vermeyen bir anlayışın ürünüdür. Bu karar, delil olmadan insanları mahkûm etmenin yargıda norm haline geldiğinin en çarpıcı göstergesi olmuştur” dediniz. 2017 Ekim ayından beri 2 bin 290 gündür hapistesiniz. Cezaevinde 7. kez yeni bir yıla girdiniz. Ve tek başınızasınız. Bu size ne hissettiriyor? Yeni yıla nasıl girdiniz?
Yeni yıla, televizyonda film seyretmediğim akşamlarda yaptığım gibi, kitap okuyarak girdim. Bu yıl, malum, TRT Berlin ve Viyana senfoni orkestralarının yeni yıl konserlerini yayınlamadı.
Tek başına kalıyor olmaktan şikayetçi değilim, buna alıştım. Zor gelen, mahkumiyetin kesinleşmesinden sonra eşimle her hafta değil, iki haftada bir görüşüyor olmak. Telefon konuşmaları da iki haftada bir yapılabiliyor. Annem artık pek konuşabilecek durumda değil, ama sesimi duymak ona iyi geliyor. Bana da hâlâ hayatta olduğunu hissetmek.
Hapse girdiğimde altmış yaşındaydım. Sivil toplum alanında aktif olarak çalışabileceğim sürenin önemli bölümünü hapiste geçirmiş oldum, geçirmeye devam ediyorum. Eşimle yaptığımız bazı planlar da geçersiz hale geldi. Kuşkusuz, ileri yaşta hukuksuzluğa maruz kalan bir tek ben değilim. Soyut suçlarla ilgili, somut delillere dayanmayan suçlamalarla seksen yaşında insanlar hapiste tutuluyor. Bunları, hukuk normlarının yanı sıra, insan hayatına, insan haysiyetine değer vermeyen bir anlayışın tezahürleri olarak görüyorum. İnsan hayatına verilen değerin azalmakta olduğu sadece yargıda değil, kamu düzeninin başka alanlarında da hissediliyor.
En çok neyi yapmayı özlediniz?
En çok özlediğim, evimde eşimle birlikte olmak. Özgürlüğümün keyfi biçimde kısıtlanmayacağına güvenerek yaşamayı da özledim tabii.
18 Şubat 2020’de yeniden tutuklanacağınızı henüz bilmeden, bırakılacağınızı düşündüğünüzde, yemeğinizden çıkan ve size yoldaşlık eden iki küçük salyangozu da ailenize teslim edip eve yollamıştınız. Siz çıkamadınız. Yeni "yoldaşlarınız’ var mı? Eve yolladığınız o iki küçük salyangoz ne durumda?
Bir düzeltme yapayım. Salyangozlar yemekten çıkmadılar, kantinden ısmarlamış olduğum rokanın yapraklarına tutunmuş halde odama geldiler. Eşim hava ısınınca onları bahçeye bırakmış, maalesef gözden kaybolmuşlar.
Bahar mevsiminde avlunun üst köşelerinde yuvalara serçeler yerleşiyor. Bu yıl kış aylarında da bir grup serçe sık sık avluma geliyor. Ben avluda yürüyüş yaparken penceremin önüne bıraktığım ekmek kırıntılarını yiyorlar.
*Murat Sabuncu'nun T24'te yayınlanan 'Osman Kavala: Gezi’yi kriminalize etmeye çalışarak, başka protestolar için kullanılabilecek suçlama örneği yaratıldı' adlı yazısından alınmıştır.