"AKP iktidarı elitizmden rahatsız değil, kendi elitlerini üretemeyişinden rahatsız."
(Candan Yıldız'ın bu röportajı T24'ün internet sitesinden alınmıştır.)
Hüseyin Arif, 21 yaşında ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisi. Mazlum-Der çevresinde büyümüş. Hak, hukuk, adalet kavramlarına kulak dolgunluğu o dönemlere denk düşüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ocak’ta rektör atadığı beş üniversiteden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nde haftalardır süren ‘kayyım rektör istemiyoruz’ protestolarıyla ortaya çıkan kolektif öznenin bir parçası, hem öğrenci hem memlekete dair derdi olanlardan.
Kendisini Müslüman olarak tanımlayan Hüseyin Arif, hem 19 yıllık AKP döneminin yükünü sırtında hissediyor hem de geleceğin çok uzun sürdüğü Türkiye’de başka bir toplum inşasını da dert ediniyor.
Hüseyin Arif kelimenin iki anlamıyla da ‘içeriden’ bir ses… Muhafazakâr-mütedeyyin mahallenin içinden çıkıp, oraya ilişkin eleştirilerini yapmaktan çekinmeyen, Müslümanlığın siyasal var oluşuna inanan, sınıf-sistem meselelerinde Marksizm’e de ilgi duyan, Marksizm ve İslam üzerine düşünen, Boğaziçi’ne ilişkin ‘beyaz, elitist’ yargı ve önyargı içeren sesleri duyan, onlar üzerine samimi olarak kafa yoran bir genç.
Türkiye’nin farklı sosyolojilerinin Boğaziçili öğrencileri ne kadar duyduğu ölçülemese de siyasetin ana konularından biri olduğu bir gerçek. Hüseyin Arif'in T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
1 Ocak’tan bu yana ‘Kayyım rektör istemiyoruz’ diyorsunuz? Kamuoyuna derdinizi anlatabildiğini düşünüyor musunuz?
Bizim derdimiz demokratik ve özerk üniversite. Biz orada hem kültürel hem bilimsel üretim yapıyoruz. Özerk alanlara ihtiyacımız var. Bunu yapabilmek içinde en başta atanmış değil seçilmiş bir yönetime ihtiyacımız var. Yönetimin bizi alakadar etmediği iddia edildiğinde üniversitenin özerkliği ve özgür bir üretim alanı olarak görülmediğini anlıyoruz. Bu sebeple en başta kayyım rektör istemediğimizi en temel meşru taleplerle dönüştürücü ve kurucu taleplerle destekledik. Dedik ki kayyım rektör istemiyoruz. Başta Melih Bulu olmak üzere atanmış tüm rektörlerin istifa etmesi lazım. Akabinde de seçim olması lazım.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın ifadeleriyle formüle edersem 'Boğaziçi'ne istisna yapın' mı demek istiyorsunuz?
Hani hikâye sadece bizimle ilgili olsaydı o gece sadece bizim okulumuza atanan rektörle karşılaşırdık. 1 Ocak günü beş üniversiteye birden rektör atandı. Bu üniversitelerle dayanışma içinde olmamız lazım. Öte yandan ODTÜ’de aynı tartışmalar döndü. İstanbul Üniversitesi’nde de aynı tartışmalar döndü. Hatta Şehir Üniversitesi bu tartışmayı döndüremeden kapandı. Dolayısıyla kayyım fikrinin aslında böyle bir sürecin ürünü olduğunu düşünerek dedik ki bizim daha kurucu bir karşı çıkışa ihtiyacımız var. Bir talep inşa etmemiz lazım. Ve okulu bilimsel ve kültürel üretim yapan insanların ortak yönetmesi lazım. Gerçekten bir özerklik istiyorsak ve bu sebeple bileşenlerin rızası gözetilerek bir demokratik seçim yapılmasını talep ettik.
Sadece öğrenciler ve akademisyenleri mi kast ediyorsun?
Tabii ki öğrenciler, akademisyenler, öğretim görevlileri, bunun yanı sıra bu bütün bilgi üretiminin zeminini sağlayan çalışanlar, memurlar. Bilgi işlem çalışanlarından yemekhane görevlisine kadar bu okulun bilgi ve kültürel üretiminin zeminini hazırlayan bu insanlar… Öğrenciler gidiyor, bazen hocalar da gidiyor. Rektör de zaten dört yılda bir gidiyor bu sisteme göre. Üniversitede kalanlar asıl memurlar, en savunmasız olanlar da onlar. Fakat kendilerinin yönetiminde hiçbir söz sahibi değiller. İrade sahibi değiller. Ve genelde bu irada gasp edildiğinde onları savunacak kimse kalmıyor. Ne sendika bu anlamda bir şey üretebiliyor, ne de diğer bileşenler. Bunların hepsinin ortak bir şekilde bir karar vermesi lazım ki gerçekten birbirini gözetme kültürü bir karşılık bulsun.
Sence neden Melih Bulu gibi bir isim atandı?
Hükümetin kendi hareket alanını genişletmek için yapılan bir şeydi bu. Bugün görüyoruz ki hükümet her alana kendi militanlarını yerleştirmeye çalışıyor. Ve tam olarak siyasi bir hamle olarak bunu yapıyor. Çünkü AKP en başından beri bildiğimiz gibi tartışma alanlarının kendisinin işine yaramadığını düşünüyor, tartışma alanlarını sindirmek istiyor. Ben buna demokratik alanların ilgası demeyi tercih ediyorum. Çünkü ilga edilen bir alan meselesi var. Şimdi biz üniversiteler demokratik alan inşası isterken bunun ilgası ile karşılaşıyoruz ve hükümet buraya tamamen kendi zemininden yetiştirdiği bir kimseyi koyuyor. Melih Bulu, AKP tabanlı demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama o sosyolojiye hizmet özel üniversitelerde görev yapmış biri. AKP diyor ki burada hiç istemediğim bir ‘vesayet’ var. İstemediğim bir vesayet olacağına, benim vesayetim olsun diyor.
Boğaziçi ile sınırlı olmayan bir talebe karşı yanıtlardan bir tanesi şu; bundan önceki rektör de Cumhurbaşkanı tarafından atanmıştı. Neden şimdi?
Boğaziçi ilk defa kayyım rektör olduğunu ifade ettiği kişiyle 2016’da karşılaşmıştı. Mehmet Özkan’ın atanmasıyla. Ve o zaman da itirazlar oldu. ‘Bu rektör atanmıştır, kayyım rektördür, kabul etmiyoruz’ diye. Fakat öğrenciler o zaman bu işin daha genel bir tartışma olduğunu düşünmemişti. Kayyım silsilesi o zaman daha yeni başlamıştı. Şu an kayyım kelimesine çok aşinayız. Onlarca HDP’li belediye kayyımla yönetiliyor. STK’lara kayyum atanabilmesi tartışılıyor. Bir üniversite kayyım atanması yüzünden kapatıldı vs. Kayyıma çok aşinayız artık. 2016'da lise öğrencisiydim, FETÖ tartışmalarıyla, onların şirketlerine atanan kayyımlarla haberdardık. KHK tartışmaları vardı, Barış Akademisyenleri okullardan ihraç ediliyordu. Mehmet Özkan’a ister istemez evet denildi. Hiç olmazsa bizim okuldan biri diyerek ikna olundu. Boğaziçi’nin dokunulmazlığı o fanusu kullanılmış oldu o dönem. Ve bu direnişler bu sebeple sürmedi. Ve bu vesayeti kurmak için 2016’da adım atıldı, yasa yapıldı. Yani çok şaşırmamak gerek. Şimdi o adımı daha da ileriye götürüyorlar. ‘Arkadaşlar burası yavaş yavaş bizim oluyor, ayağınızı denk alın. İstediğiniz gibi top koşturamazsınız. Artık oranın fanus manus olması beni bağlamaz’ demeye getiriyorlar diye düşünüyorum. Buna karşı ise bugün ‘artık yeter’ denilebildi bana kalırsa.
Bundan önceki rektör okuldan olsa bile atanan bir isimdi dediğiniz gibi. O döneme ilişkin nasıl bir hafıza var?
Bir önceki kayyım rektör Mehmet Özkan da çok eleştirilen biriydi. Onun döneminde de LGBT+kulübüne sistematik bir baskı olduğundan bahsediyor arkadaşlarımız. Ben tanık olmadığım için böyle demem gerekiyor. Öte yandan derslerinde fobik propaganda yapan hocalara soruşturma açılmaması durumu var. Afrin olayı döneminde okula polisin girdiği, muhbirleşmenin arttığı biliniyor. Okula turnikeler geldi, giriş çıkışlarda sorunlar yaşanmaya başladı. Öğrenci faaliyetlerinde bir sürü engellemelerle karşılaşıldı. Yani kayyım rektörlük döneminde ne yaşandığına ilişkin bir hafıza var. Bu sebeple de çok büyük bir itiraz var.
Melih Bulu’nun okula geldiğinde ilk açıklaması da bilginin ticarileştirilmesi oldu. Üniversiteyi bir tek buradan okuması gerçekten çok sığ. Bence sağlıklı olmayan o ‘fanus’ içerisinde bile yer bulabilecek bir şey değil. Boğaziçi’nin bir kültürü var mı var, bir ayrıcalığı var mı var ama bu bence sığ bir ayrıcalık, kırılması gereken bir fanus. Melih Bulu oraya kadar bile gelemiyor.
"Boğaziçi elitist bir okul" tartışmaları, itirazlarınızın ‘ayrıcalık istiyorlar’ diye okunması hakkında neler söyleyeceksin?
Boğaziçi elitizmden tam anlamıyla sıyrılamamış bir okul bana kalırsa. Seküler bir beyaz Türk vesayeti silinmiş bir şey değil. Ama bildiğim kadarıyla 70’lerin sonundan itibaren memleketin farklı yerlerinden öğrenci alan da bir okul. Şimdi o elit makası biraz daha kapanmış oldu. Şimdi 21 yaşında bir öğrenciyim. Başka okullardaki arkadaşlarım ‘sen Boğaziçilisin ya’ esprisini yapıyor zaman zaman. Çünkü Boğaziçi’nin Türkiye’de ayrı bir yeri var. ODTÜ’nün de ayrı bir yeri var. 5 yılını Hisarüstü’nde geçiren öğrenci dünya politikasını ya da kültür üretimini Boğaziçi’nden ibaret sayabiliyor ister istemez. Kopukluklar olabiliyor insanların kavrayışlarında, okulda olan birliktelikler dışarıda olamayabiliyor. Benim üst dönemlerindeki insanlar bunları çok tartışıyor. Özellikle İslam-sol dostluğunun okuldan çıktıktan sonra bozulduğunu anlatan çok insanı duydum. Çünkü orası ‘bir sanrı yaratıyor’ diyorlar. Bu Boğaziçi’nin elit olmasa da bir ayrıksı bir alana sahip olduğunu, bir fanusa sahip olduğunu gösteriyor. İşin buradan tartışılmasını seviyor muyum, işin buradan tartışılmasını sevmiyorum ama bu gerçekliğin göz ardı edilmesini de sevmiyorum. Çünkü bir imtiyaz alanı yaratıp onu korumak istiyorsak bu zaten bizim verdiğimiz demokrasi mücadelesi olamaz. Çünkü demokratik bir alan inşasını kast ediyorsak, gerçek anlamda kültürel ve bilimsel bir üretim kast ediyorsak bunun tabanla doğrudan ilişkisi olması lazım. Realiteyle ilişkisi olması lazım ve fanusta yaptıkça kendimizi kandırmaktan başka bir şey yapmamış olacağız.
Peki o eleştiriler bir şeyleri dönüştürüyor mu?
Çok kültürlülükten hep bahsediliyor. Bu tam gerçek değil. Diyorlardı ki ‘28 Şubat sürecinde başörtülüler okula rahat rahat girdi’ bu da gerçek değil. Onlarca hoca ‘başörtünü çıkarmadan derse gelemezsin’ dedi bu okulda. Ve bu sadece 28 Şubat’ta değil 2010’larda da oldu. Benim kuzenlerim yaşadı bu durumları. Ha keza okuldaki o liberal baskının solcular üzerindeki baskısı da uzun bir dönem aşikardı. Ya da Kürt hareketinin okulda bir şekilde yer bulmasında da aynı problemler yaşandı. Dolayısıyla bir elitizm var korunmak istenen. Bazen sıtmaya razı edilircesine o kültüre de insanlar razı edilmek isteniyor. En sonunda şunu diyoruz ‘bir şey yapamıyor muyuz, ona da şükür kültürü koruyalım’ diyoruz. Çünkü o kültürü genişletebiliyoruz, bizim için bir ufuk var. Mesela Müslüman öğrenciler için de orada bir ufuk var, artık anlaşabiliyoruz eskisi kadar dışlayıcı değiller. Evet bu bizi hala mağdur konumunda tutmaya çalışan bir şey ama biz oradan da kurtulmak istiyoruz deyip orayı genişletmeye de çaba harcıyoruz.
Bu bir ayrışma noktası mı peki itirazı olan öğrenciler için?
Direniş alanında haksız olan iktidarın hamleleri olduğu için bunu alanda tartışarak çözebiliyoruz. Bu bir çatışma noktası değil ama bir tartışma noktası. ‘Ayrı dursak da beraber vuruyoruz’ gibi bir durum var. Yan yana olmaktan çekinmeyip bunları alanda tartışmak lazım ki ben şu an kendi açımdan çok memnunum bu durumdan. Çünkü alandaki dostlarımla en başından beri kayyım rektöre karşı ne üretebiliriz, ne yapabiliriz diye tartışıyorum. Elimi taşın altına sokmaya çalışıyorum. Ve bir aydır şunu da hatırlatıyorum, bakın burada böyle bir vesayet var. Ben burada namaz kılmaya gitmek istediğimde bana kötü bakışlar görüyorum. Bunun tırnak içinde ‘ne kadar gerici’ olduğunu gözleriyle anlatan insanlarla karşılaşıyorum. Hani mahallemde çok söylenen ‘Allah’a emanet olun’ dediğimde o bakışlarla karşılaşıyorum. Ben bunu gidermenin bu alanda olabileceğini düşünüyorum, iktidarı karşımıza aldık, tamam gel alanda tartışırız. Onlar bakışları atarlar ben orada olmaya devam ederim. Nasıl LGBT+ mücadelesi nasıl ‘biz burada varız’ diyerek oluyorsa biz de burada varız, alternatif bir politik Müslüman duruşa alışacaksınız, alternatif etnik duruşlara alışacaksınız. O tekelci kimlik kavrayışından uzaklaşacaksınız diyerek alanda farklı bir mücadele alanı doğurmuş oluyoruz. Ama bu alana gitmeden olmuyor.
Sence sorun imtiyazlı alanların varlığı mı, onlardan vazgeçememek mi?
Ben Twitter’da benzer şeyler söylerken biri dalga geçerek ve eleştirerek ‘merhaba poğaçacı’ yazmıştı. Orhan Pamuk’un tam bahsettiği ‘biz buralıyız zaten ama buralı da olamıyoruz’ gibi bir durum oluyor gerçekten. Ben o eleştiriden etkilenmiştim çünkü baktım, okudum. ‘Merhaba poğaçacı’ mı diyorum acaba diye düşündüm. Evet bizim bu eleştiriyi üretebilmemiz de bu tartışmayı yapabilmemiz de belli bir yapı bozum alanları üretebilmemizden, o imtiyaz alanlarımızdan kaynaklanıyor. Bunun eleştirisini verirken de bunu kullanmış oluyoruz. Bu bir gerçek. Bunu aşabilmemizi sağlayan tek şey imtiyaz alanlarımızı seferber ediyor muyuz, etmiyor muyuz, yani bir risk alıyor muyuz, almıyor muyuz? Bu tartışmaları yaparken kendimizi imtiyaz alanından dışarı atabilecek konumlara getirebiliyor muyuz, orayı deşiyor muyuz? Bunları imtiyaz alanlarını genişletmek için mi yapıyoruz yoksa imtiyaz alanlarımızı önümüze alıp sorgulayıp onları riske atarak mı, kırarak mı yapıyoruz?
Müslüman bir öğrenci olarak sosyalist dünya okumasına da teşne biri olarak, oradan siyaset üretmek isteyen biri olarak, okulda bu ikilik tartışıldığında insanların buna aşina olduğunu görebiliyorum. Yan yana durduğumuzu görebiliyorum. Onlar bunu görebiliyor vs. Ya da işte farklı kimliklerin bir arada olduğunu işte çeşitliliğin bir arada olduğunu görebiliyoruz, iyi diyoruz. Hiç olmazsa ürettik diyebiliyoruz. Ama okulun dışına çıkınca bunlar ya biz acaba sadece okulda mı üretmişiz sorusunu sordurtuyor. Orada diyorum ki gerçekten imtiyaz alanlarımızı ne kadar seferber ettik. Bunun dışına çıkarmak için ne kadar çaba harcadık. Okulda yan yana gelmemiz ne ifade etti. Yani bir antrenman alanı mı orası yoksa gerçek bir pratik alan mı? Kurucu bir şey var mı? Bunun tartışmasını veriyorum.
Melih Bulu 22 yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nde rektör olma hayalinin olduğunu söylemişti. Melih Bulu da bu sözleriyle varsa bir imtiyaz ya da elitizm; buna ben de ulaşmak istiyorum demiş olmuyor mu? İktidara yakın olunca ‘halk’ ve ‘yerel’ mi olunuyor ? İktidarın imtiyazlılıkla, elitizmle bir derdiği olduğunu düşünüyor musun?
Bence bu iktidar elitizmden rahatsız olan onu yıkmak isteyen bir iktidar değil. Zaten kendini tabana yayma tartışması da kendini yerli ve milli olarak kurması da popülist bir söylemin ilerisine gitmiyor. Melih Bulu halktan biri olarak buraya gelmek isterken zaten özellikle 2000 öncesindeki o sınıf atlama alanı olarak üniversiteyi değerlendiriyor. Yıllar boyunca okumak bir sınıf atlama imkanıydı bütün Türkiye halkı için ve bunun için kullanılan bir şeydi. Bunun biz son yıllarda bu fonksiyonunun zayıfladığını görüyoruz kesinlikle. Melih Bulu’nun o rektör olma hayali de tabii o elitizme tabi olması. Elitizme tabi olmasa bile daha iyi daha imtiyazlı bir yer olarak onu görmesi üzerinden şekilleniyor. Bence AKP iktidarı elitizmden rahatsız değil ama kendi elitlerinin olmaması, istediği elit tabakayı üretemeyişinden rahatsız. O yüzden bence tabandan gelişen bir şey değil çünkü mesela benim bildiğim AKP’nin oldukça desteklediği iki okul var. Biri Kartal İmam Hatip Lisesi diğeri de Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi. Buralara çok yatırım yapıldı. Mesela ben Sosyal Bilimler Lisesi mezunuyum, Boğaziçi’nde okur gibi okuduk.
Dert elitizm değilse sence ne?
Görece daha muhafazakar ailelerin çocukları gönderebildiği bir okuldu. Mümtaz Turhan’dan, Kartal İmam Hatip’ten çok kişi Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanıyor. AKP ciddi bir elitizm eleştirisi verip buradan rahatsız olsaydı bugün kendi kuvvetli lobileri olmazdı. Kendi ürettikleri adapları ve dışarıdan insanların zaman zaman görmemişlik olarak gördüğü ama bir yandan da onu aristokratik bir şekilde kullandıkları o adapları inşa olamazdı. AKP bence bizim okuldaki bu fanusu seviyor. Biz ilk günden tüm üniversitelerdeki kayyım istifa etsin dememize rağmen, hala İbrahim Kalın şu açıklamayı yapıyor sanki kulak vermiş gibi ’Boğaziçi’ne istisna istiyorlar veremeyiz.’ Aslında AKP Boğaziçi’ne istisna vermeyi ve o istisna alanını kullanmayı çok istiyor. Yoksa Melih Bulu oraya atanmazdı. Bizim olsun diyorlar. Bu tartışma 90’lardan geliyor. 90’larda Boğaziçi’nde Müslüman öğrenci kitlesi çıkıyor, başörtülü öğrenciler okumaya başlıyor. Müslüman öğrenciler bir arada dursun diye Şura diye bir ekip ortaya çıkıyor. Müslümanlar birbirinden kopmasın, bu okula gelip ‘bozulmasın’ diye… Bu hiç anlamsız bir çaba değil. BİSAK (Boğaziçi İslam Araştırmaları Kulübü) onun devamı olarak ortaya çıkıyor. Ama Şura’nın bugünkü karşılığına baktığımızda Gelecek Partisi’nin başkanın kurduğu ekibe baktığımızda, o elitlikten rahatsız olduklarını kolay kolay söyleyemeyiz. Entelektüel, üst sınıf, rahatlığını inşa edebilmiş ama yerli ve millilikten, yardımdan, köyden kopmamış ama köyle arasına mesafe koymuş insanlar. Elitizm tartışması AKP’nin retoriklerinden birisi. Onun için gerçek anlamda kurucu bir yerde değil.
Şura’lardan solcularla ortak başörtü eylemine, şimdi ise ana akım Müslüman kimliği eleştiren alternatif bir Müslüman kimlik inşası. Bu AKP’ye de itirazı barındırıyor. Odağında ne var?
19 yılını doldurmuş AKP iktidarı için en temel içerik AKP’nin artık İslami bir yönetimi temsil etmeyişi bugün İslami itirazı çıkartmaya çalışanlar için. İslami itirazın genel içeriği 90’lı yıllarda çok fazla bir yapıya sahipti. Mehmet Efe’nin ‘Mızraksız İlmihal’ kitabında gördüğümüz bir şey. Mazlum-Der çevresinde büyümüş bir kişi olarak söylüyorum. O çok güzel özetler. 90’larda üniversitede İslamcı olmak ne demek İslami itiraz ne demek, düzene muhalif olan ama ‘demokratik’ olarak ifade edilmeyen, dini özgürlüklerin yaşanabildiği, Müslümanca bir yaşamın ifade edilebildiği bir dünya tahayyülü. İtirazın içeriği buydu. Bunun bir parçası olarak AKP hükümeti kuruluyor. O itirazların benzerlerini güden ve o itirazları karşılayabileceği ümit edilen bir parti. Bu itirazın içeriği en temelinden beri 1910’lardan beri adil ve Allah sözünün geçtiği bir dünya. Ama bunun güncel görünümleri AKP döneminde hâlâ bir şekilde kapitalist sisteme bir şekilde eleştiri olarak yürütülüyordu. Bugünse bu eleştirilerin küçük gruplarda kaldığını ve bir anlamda İslamcı siyasetin AKP peşine eklemlendiğini görüyoruz.
Bu konuda AKP’ye karşı cephe alan İslami bir itirazın çok sönük kaldığını söyleyebiliriz. İslami içerikli alternatif İslamcı itiraz tartışması tam da bugün ortaya çıktı. Gençler artık bunu sadece alternatif İslami itiraz olarak yapmıyorlar. Akranlarımla tartışmalarımdan, internette gördüğüm kadarıyla itirazlarını İslami bir içerikle doldurmuyorlar sadece. Şunu söylemeye başlıyorlar. Ben de Müslümanın fakat siz de kötüsünüz Tayyip Bey. Böyle bir itiraz var. Bu itirazın odak noktası kötü ekonomi, öğrencilerin isteklerinin karşılanmayışı. Dolasıyla tam anlamıyla İslami bir içerikten çıkmış olmuyor. Ben bu mahalledenim, neden bütün alanlarımı çok sığ bir şekilde sınırlıyorsunuz, hareket alanımı kısıtlıyorsunuz. Üstelik bana ekonomik olarak güzel bir dünya da vaat etmiyorsunuz. Bu itirazı yapanlar bile yurt dışında umut aramaya başlıyorlar.
Bunun yanı sıra teorisinin anti kapitalist olarak inşa edildiği ve itiraz noktasının bu düzenin sürdürücüsünün hükümetler olduğunu söyleyen yapılar da ortaya çıktı. Emek ve Adalet gibi. Odak noktaları sınıfsal tahakkümün yıkılması. Toplumda bütünleşmiş alternatif İslamcı itiraz olduğunu söyleyemem ama genel odak noktası özellikle gençlerin için kendi alanlarının kısıtlanması diyebilirim.
Boğaziçi bir yaşam alanını korumak ise kimleri bir araya getirdi, kimleri buluşturdu ? Aa bunlar da yan yana gelebiliyormuş dediğin şeyler oldu mu?
Vay be bunun farkında değilmişim dediğim çok şey oldu. Yan yana gelme konusunda kendi politik tavrımdan dolayı bir problem görmem. Ortak bir talep etrafında herkesin yan yana gelebileceğini düşünürüm. Faşistler hariç.
Bu süreçte Kabe tartışması ortaya çıktı. Gerçekten tartışmalı bir resim o. Yer yer İslamofobik olarak yorumlanabilir. Yer yer tahrif olarak yorumlanabilir. Yer yer provokasyon olarak yorumlanabilir. Ben de gördüğümde rahatsız oldum ama o kadar büyük tepki vermenin haklı olduğunu düşünmüyorum. Bu tartışmayı Boğaziçi’nde yapmaya başladık. Ve gördüğümde arkadaşlarıma dedim ki fikir özgürlüğü fikir özgürlüğü sanatsal bağlamda tartışılmalı. Ama ben gözetilmemiş olduğumu hissediyorum dedim. İlk günden beri de sizin buna hatırlatmak istiyorum. Burada ben farklı bir politik Müslüman var oluş olarak yanınızdayım. Alternatif politik duruşu sergiliyorum. Bana alışmanız gerektiğini düşünüyorum. Tek derdim bir şekilde gözetilmek. Gözetime tartışmasında da devletin hassasiyetlerin hep gözetirsek yenilen biz oluyoruz gibi bir eleştiri var. Ama orada şöyle ortak bir okuma oluyor. Sen Müslümansın bu devlet Müslüman ve sizin hassasiyetleriniz ve çıkarlarınız aynı. Benim teorik alanımla pratik alanım çelişiyor diye bakılıyor. Ama hayır benim hassasiyetlerim ve çıkarlarım devletin onu kullanma şekliyle hiçbir şekilde aynı değil. Ben bu yüzden gözetilmeyi istiyorum. Nitekim devletin dini bir araç olarak kullanması, buradaki hassasiyetleri kullanması halk tabanı ile aynı değil kesinlikle. Bu eser ya da sanat çalışması bir şekilde çok rahat tartışmaya ve eleştiriye açık saldırı olarak yorumlanabilirken bu tartışılabilir. Ve insanlar bana eleştiri yönelttiler. Ne alakası var siz sansür istiyorsunuz. İslami eleştirmeyecek miyiz diye eleştirileri oldu. Ama orada şöyle bir tartışma da vardı. Orada fobik bir eser olsa da ben karşı çıkacaktım. Ve orada sansür bu kadar tartışılmayacaktı. Bütün bu durumu tutuklama olaylarından bağımsız söylüyorum. Tutuklama olayları başladığında bu resmin eleştirilmesi tamamen değersizleşen bir şey. Burada iktidara karşı konumlandığımızı belirtmek istiyorum.
Şöyle bir şey oldu. Bu tartışmadan sonra süreçte beraber mücadele ettiğimiz LGBTİ+’dan bir arkadaş yanıma gelerek şunu söyledi, “ben haksız olduğunu düşünmüyorum, haklısın, çalışma gerçekten kötü”. Yapan kişiyi savunmayacağız anlamına gelmez. Yapan kişi bunu üretebilir. Oraya bağımsız olarak gönderdi, anonim. Bu yüzden iki arkadaşımız hukuksuzca politik olarak tutsak. Ama arkadaşlarımız da bu resim çok sıkıntılı, belki sergilenmeyebilirdi dedi. O arkadaşım benim orada alternatif bir varlık gösterdiğimi en hızlı gözeten bir arkadaş.
Kâbe eserinde karşı çıktığınız neydi peki?
Eser hem kadın hareketi hem LGBTİ+ hareketi ile Kabe’nin kurduğu otorite arasında zıtlık kuruyor. Bu haklı değil bana göre, devlet odaklı bir İslam okuması var. Bu açıdan sığ bir İslam okuması üzerinden İslamofobik olarak eleştirilecek bir eser. Bizim de LGBTİ+ Müslüman arkadaşlarımız var. O açıdan da hatalı.
Dediğim gibi arkana devleti aldıktan sonra hedef göstermek çok kolay. Ki bunun üzerinden fişlenme tartışmalarını yapan insanlar, önüne gelenleri linç etmekten, iftira atmaktan küfretmekten çekinmeyen insanlardı.
Fişlenme tartışması derken?
Sergideki o eser okul ve okul dışındaki Müslüman çevre tarafından çok büyük eleştiri topladı. Bu eleştiri olurken bunun eleştirisini yapıp bir yazı yazmamız lazım, bu resmin tartışıldığını ve bu eserin direnişin sembolü olmadığını konuşmamız lazım dedim. Ben orada olunca evet keşke yok saymasaydık diyorsun ama ben olmayınca beni yok sayıyorsun, ben orada olmayınca da beni gözetmen lazım diyebiliyorum o çevrelere. Bunun tartışmasını yapabiliriz derken hükümet Diyanet hedef göstermeye başladı ve bu tartışmayı yapamaz olduk. Bir anda arkadaşlarımız tutuklandı. Bu süreçte tutuklamaların haklı olduğunu çıkarsayabileceğimiz tweet’ler atanlar ya da bu esere saldırırken daha çok LGBTİ+’lara saldırınlar, hakaret edenler okulda listelenmeye başlandı belirli gruplar tarafından. Bana kalırsa hoş değil, kabul edilebilir değil çünkü sığ bir mücadele gibi geliyor bana, çok AKP hareketi gibi geliyor. O insanlar fişlenmeye başlandı, dosya oluşturdu. Hocalara bu insanların fobik olduğunu anlatacağız diye. O insanlar, karşıma çıksa en büyük kavgayı vereceğim insanlar ama fişleme başka bir şey. Bunun taciz tartışmalarındaki fişlemeyle aynı şey olduğunu düşünmüyorum. Teşhirle aynı şey değil. Ama bunu gündem eden insanlar “sizin tarafınızdan fişlemekten gurur duyuyorum, siz kimsiniz” dediler. Bu insanlar iki gün önce insanların linç ederken biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz diye tweet atan insanlardı. Birden bu insanlar fişlemeye acayip öfkelendiler. Oysa onlar bizi fişlediklerinde bizim ailelerimiz tehdit ediliyor, siz insanları tahkir ettiğinizde onlar sadece tahkir edilmekle kalıyorlar. Ama siz “fişleniyoruz” dediğinizde hiçbir şey olmuyor. Çünkü sizin arkanızda devlet gücü var. Bu eser gerekçesiyle arkadaşlarımız hukuksuzca tutuklandılar. Siz fişleme tartışması yaptığınızdaysa hiçbir şey olmuyor. Bu ikiyüzlülük.
Politik olanla Müslümanlığını bağdaştıran bir kimliği temsil ettiğini beyan eden bir birey olarak hem AKP’nin hem Türkiye’nin yükünü hissediyor musun sırtında?
15 yaşından beri politik alandaki Müslüman varlığın imkanını sorguluyordum. Ama bunu anlatmakta en çok yorulduğum zaman zaman tükendiğimi hissettiğim zaman son aylar. Bir şeylerin değişebileceğine inanç insanı yoruyor. Bir yandan arkadaşlarıma ‘alışın biz de buradayız’ diyorum (LGBTİ+nın sloganı olduğunu hatırlatıyorum) LGBTİ+’ları daha iyi anlıyorum. Beni aforoz eden Müslüman çevrelere ise siz niye burada değilsiniz diyorum. Çünkü alanda yalnız kalıyoruz. Yalnız kaldığımı hissettiğim çok oldu. Benden büyük birçok insanla tartışıyorum onlar da benzer süreçler geçiriyorlar. Birçoğunda tam olmasa da bir hayal kırıklığı var. Keşke üniversitede olanlar insanlar evlerine gittiklerinde de devam etse. İnsanlar mezun olduğunda evlerine geri dönüyorlar ve o evler farklı mahallelerde… Benden önceki jenerasyona eleştirilerim var. Başlangıcın başlangıcını bulmak dışında başka çarem olmadığı için onun peşinden koşuyorum. Bir oraya bir oraya anlatmaktan çok yoruldum. Öncekinin eleştirisinin vererek bir yerleri aşabileceğimi düşünüyorum. Daha Marksist bir çizginin inşa olması gerektiğini kafamda kurguluyorum. Fanon’un ‘araftakiler’ tartışmasını da sürdürüyoruz. Bunun değerli olduğunu düşünüyorum. Yükle barışığım. Ama zamanında o yükle barışık olanlar şimdi değiller. Bu da beni korkutuyor
Sessizliği kıran özneler oldunuz. Hedef göstermeler, baskılar, tutuklamalar… Yine de mutlu musun?
Gerçekten yoldaş bildiğim birileriyle tanıştım bu süreçte. Tedirginlikler en iyi eylem alanlarında giderilir diye bir alıntı yapayım. Birçok tedirginliğim ve çelişkimle orada karşılaştığım için mutluyum. Bunların bana dost kazandırdığını gördüm. Üzücü karşılıkları da oldu kopmalar vs. Genel olarak politik olarak en sevindirdiği kısmı da dönüşümler arkadaşlıklarla oldu. Ben bu işin makro kısmının burası olduğunu düşünüyorum. Sol çevrelerden, Müslümanlarla tanışmamış seküler çevrelerden arkadaşlarla kurduğum bağlarla onların zihinlerindeki dönüşümlerini görebilmek… Aynı şekilde kendi ‘mahallemde’ gördüğüm arkadaşlarımın zihinlerindeki dönüşümler… Tamam istediğimiz şeyler tam anlamıyla olmuyor ama bir şeyler oluyor. Bundan da epey memnunum.