14 yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye’ye kaçan Halepli Abraham X’e göre, mültecilerin Türkiye’deki bütün suçların kaynağı olarak gösterilmesi iktidarın da işine geliyor.
(İrfan Aktan'ın bu söyleşisi Gazete Duvar'ın internet sitesinden alınmıştır.)
Türkiye orman yangınlarıyla, Konya’da olduğu gibi ırkçı saldırı ve katliamlarla kavrulurken, Afganistan’dan gelen mülteci akınına karşı ABD’yle nasıl bir anlaşma yaptığı bilinmeyen iktidarı eleştirmek yerine mülteci düşmanlığı körükleniyor. Irkçı, milliyetçi siyasetçilerin, medyanın körüklemesi, kolluk güçleri ve yargının görevini yapmaması nedeniyle yeni bir anti-mülteci ve anti-Kürt ateş her geçen gün daha da harlanıyor.
Siyasetin yönünü belirleyenlerin estirdiği rüzgâr, haliyle hem gerçek hem de mecazi yangınlara yön veriyor. 2012 yılından beri Suriye’den milyonlarca insanın gelişinin yaratacağı sosyal, kültürel, siyasal etkilere dair doğru-dürüst bir politika bile belirlemeyen iktidar, belli odakların yarattığı mülteci karşıtlığını alttan alta destekleyerek yarattığı enkazın sorumluluğundan da sıyrılmaya çalışıyor.
Çocuk yaşta ailesiyle Türkiye’ye kaçan, buradan Avrupa’ya gitmek için yaptığı girişimler sonuçsuz kalan ve şu anda uluslararası bir kuruluşta çevirmenlik yapan, aynı zamanda İngilizce, Arapça ve Türkçe dizileri farklı dillere çevirerek ailesine bakan, soyismi bizde mahfuz Abraham X’in çarpıcı tespitlerine ve hikâyesine kulak verelim…
Türkiye’deki mülteci karşıtlığı Afganistan’dan gelenler üzerinden bir kez daha yükselişte. Bu karşıtlık sizde nasıl bir etki yaratıyor?
Mülteciler bir süredir Türkiye siyasetinin propaganda malzemesi veya nesnesi olarak kullanılıyor. Burada biz bir aktör değil, nesne olarak kullanılıyoruz. Mesela Bolu Belediye Başkanı’nın açıklamaları bunun özeti gibi. Mültecilerin su faturalarını on kat artırmaya yönelik açıklamasının arkasında mültecilerin herhangi bir etkinliği değil, kendisinin siyasi hesapları yatıyor.
Ne tür hesaplar?
Yeni değil, neredeyse 2012 yılından beri bazı siyasi kesimler “mültecileri kovacağız, o yüzden bizi seçin” gibi bir söylem kullanıyor. Bunu da Türkiyelilerin doğru zannettiği yanlış bilgileri kullanarak yapıyorlar. “Ekonomi kötü, çünkü Suriyeliler var” bunun en yaygın olanı. Sıradan insanların yanlış bilgilere kanması, bunun üzerinden ırkçılığa başvurmaları anlaşılmaz değil. Ama örneğin bir belediye başkanının, bir milletvekilinin, bir akademisyenin bu tür söylemlere başvurması hem tehlikeli hem de anlaşılmaz.
Peki bu söylemler sizin üzerinizde nasıl bir tesir bırakıyor?
Milyonlarca mülteciden söz ettiğimiz için genelleme yapmam zor ama ırkçılığın her anlamda bizim üzerimizde negatif etkileri var tabii. Medyadaki, siyasetteki söylem insanların bize bakışını doğrudan belirliyor. Medya bizi hep dilenci, parazit olarak gösterdiğinde, gündelik hayatta bu sterotiplere göre algılanıyoruz. Suriyeli olduğumu öğrenenler o sterotipe uymadığımı görünce şaşırıyor, “Hiç Suriyelilere benzemiyorsun” diyorlar. Bu bir iltifat değil, ayrımcılık.
Ayrımcılığa uğramamak için kimliğinizi gizlediğiniz oluyor mu?
Elbette, çoğu zaman saklıyorum. Taksiye bindiğimde ilk soru “nerelisin” oluyor. İngilizce neredeyse anadilim gibi olduğu için çoğunlukla İngilizce konuşulan bir ülkeden olduğumu söylüyorum. Açıkçası en azından beni esas rahatsız eden sıradan insanların ırkçılığı değil. Taksicinin, tornacının, market çalışanının ırkçı, ayrımcı algısından ziyade bir belediye başkanının, medyanın, siyasetçinin söylemi mülteciler açısından çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Çünkü bunların söylemi cehalete değil, bilinçli bir ideolojiye dayanıyor ve o ideoloji ekmek derdindeki sıradan insanların algısını belirliyor. Ekmek derdindeki insana, “yaşadığın sıkıntının sebebi mülteciler” dendiğinde, nefret objesi haline getiriliyorsunuz. Oysa bu söylemin maddi bir kaynağı yok. Türkiye’deki ekonomik krizin sebebinin bizler olduğuna dair somut bir istatistiki veri var mı? Anladığım kadarıyla ırkçılık, “biz onlardan üstünüz” duygusu ezilmiş insanlar açısından iyi, telafi edici bir his uyandırıyor ve siyasetçiler de bunu kullanıyor.
Suriyeli mültecilerin devletten maaş aldığı, ekonomik kaynakların onlara ayrıldığı yönündeki iddialar doğru mu?
Bazı milletvekilleri bile, doğru olmadığını bile bile bu iddiaları ortaya atıyor. Bir kere mültecilere yapılan yardımların yüzde 99’u başta AB olmak üzere başka ülkelerden gelen kaynaklarla sağlanıyor. Suriyeliler gelmeden önce Türk Kızılayı’nın Türkiye çapında atıyorum 10 bin çalışanı varken, bugün AB projelerinden gelen yardımları dağıtmak üzere yüzbinlerce çalışanı var ve bunların da yüzde doksanı Türk olmak zorunda.
Siz mesela 25 yaşında bir genç mülteci olarak aylık ne kadar parasal destek alıyorsunuz?
Sıfır lira! 14 yaşımda Türkiye’ye geldim ve hiç destek almadım. Elbette Türk Kızılayı tarafından, belli şartları karşılayan mültecilere parasal destek veriliyor. Ama bu çok az bir miktar ve kaynağı da dışarıdan Türkiye’ye verilen desteklerden sağlanıyor.
Hangi şartlarda parasal destek veriliyor?
Örneğin çocukları olmayan yaşlılara, kronik hastalığı olanlara ayda 120 TL ödeniyor. Çok ciddi hastalığı olanlara bunun iki katı para veriliyor olabilir ama çok emin değilim. Üstelik yakın zamana kadar kişi başına verilen parasal destek 60-70 TL civarındaydı. Ama ben bir üniversite öğrencisi olarak böyle bir destek almıyorum.
Peki Türk Kızılayı dışındaki kurum ve kuruluşlardan mültecilere yapılan destekler var mı?
Bazı belediyelerin belli aralıklarla bazı mülteci ailelere gıda kutuları verdiğini biliyoruz. Ama o destekler de yine Türkiye kaynaklı olmayan projeler üzerinden sağlanıyor. Türkiye sadece Avrupa’dan değil, dünyanın çok farklı ülkelerinden destekler alıyor çünkü.
İnsanlar nasıl geçiniyor o halde?
Şartları karşıladığı halde Türk Kızılayı’ndan yararlanamayan çok fazla insan da var ve bu insanlar hayatlarını ailevi desteklerle sürdürüyor. Bir yakını Avrupa’ya gitmiş, orada çalışıyor ve para gönderiyor mesela. Şu anda Suriye’de yaşayan çoğu insan da Avrupa’ya kaçabilmiş akrabalarının desteğiyle hayatta kalabiliyor. Lübnan ve Türkiye’ye kaçmış olanların önemli bir kısmı, bulundukları ülkenin ekonomik şartları nedeniyle bırakın Suriye’deki yakınlarına destek olmayı, kendi hayatlarını bile idame ettiremeyecek durumda.
Bayramlarda binlerce mültecinin Suriye’ye gidip bayramlaştığını ve sonra döndüğünü görüyoruz. Ülkesine gidebilen bu insanlar neden geri dönüyor?
Bir kere insanların çoğu İdlib’in kuzeyindeki “güvenli bölgeye” gidebiliyor ancak. Suriye’de yaşama koşulları olduğundan değil, ailelerini, yakınlarını belki de son kez görecek olduklarına dair kaygı yüzünden gidiyorlar. Sonuçta insanlar savaş yüzünden hem fiziksel hem de psikolojik bir yaşlanmışlık yaşıyor ve insanların ruh halini belirleyen temel unsur kaygı. Çok küçük bir azınlığın Şam’a Lübnan üzerinden gidip dönebildiğini ama bu insanların hem ekonomik hem de Şam rejimiyle siyasi sorunları bulunmayanlardan oluştuğunu biliyoruz.
Peki onlar neden geri dönüyor?
Burada işlerini kurmuş ve oradaki yakınlarına da buradaki işleri dolayısıyla destek çıkabilen küçük bir azınlık bu. Suriye’de yaşayıp görece iyi bir ekonomik durumun olabilmesi için kesinlikle rejimle iyi ilişkilerinin olması gerekiyor.
Mültecilerin akrabaları Suriye’de bir şekilde yaşayabiliyorken, buradakiler neden oraya dönüp yaşayamıyor?
Akrabaları orada yaşayamıyor, yaşamak zorunda kalıyor. Orada kalanlar başka ülkelere kaçabilecek durumda bile olmayanlar. Bir kere dört-beş yıldır sınırlar büyük ölçüde kapalı. İkincisi de başka bir ülkeye gidebilmek için en az üç-dört bin dolar paraya ihtiyaç var. Kimi yerde IŞİD, kimi yerde rejim güçleri bu paraları istiyor. Dolayısıyla Suriye’de kalanlar kalabildikleri için değil, kaçamadıkları için savaş ortamında, büyük yoksulluk içinde yaşamak zorunda.
Siz nasıl, nereden ve neden geldiniz Türkiye’ye?
Biz savaş öncesinde Halep’te yaşayan, dokuz kardeşli bir aileydik. Savaş başladığında 14 yaşındaydım. Çatışmalar Halep’e sıçrayınca önce mahalle değiştirdik. Fakat rejimle savaşan gruplar bizim bulunduğumuz mahalleye de gelince artık orada yaşama şansımız kalmadı ve ailecek Türkiye’ye, Hatay-Reyhanlı’ya kaçtık. Rejimle savaşan gruplar doğrudan bize saldırmıyordu ama bizim mahalleye girdiklerinde rejim topyekün bombalama yapıyordu.
Bu gruplar cihatçılardan mı oluşuyordu?
Hayır, savaşın başlarında baskın olanlar cihatçı değil, farklı saiklerle rejime karşı oluşturulmuş irili-ufaklı gruplardan oluşuyordu. O zaman daha Özgür Suriye Ordusu denen yapı bile teşkil edilmemişti. Benim ailem de rejime karşıydı. Sonuçta kırk yıldır çok yoğun bir baskı altında yaşayan halkın içinde rejim karşıtlarının olması doğal. Hayatın her alanında rejimin muhbirlerinin bulunduğu, en ufak özgürlük talebine büyük bedeller ödetilen bir ortamdan söz ediyoruz. Ayaklanmanın temelini özgürlük talebi oluşturuyordu, İslamcılık değil. Bunun rotası sonradan, bence başka devletlerin de desteğiyle değiştirildi. Orada halkın silahlı bir ayaklanmaya gitme kapasitesi yoktu zaten. Dolayısıyla rejimin demokratik halk tepkisiyle değiştirilmesi gerektiğini düşünen milyonlarca insan, sahaya başka ülkelerin desteğiyle silahlar, silahlı gruplar inince çekilmek, ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Benim ailem de bunlardan biriydi.
Halep’ten örneğin Lübnan yerine neden Türkiye’ye geldiniz?
Savaş anında bir tercihiniz yoktur. Kaçabildiğiniz her yere kaçarsınız. Zaten Şam’da yaşayan iki ablam oradan Lübnan’a geçti, biri daha sonra oradan Almanya’ya gitti. Biz geri kalan yedi kardeş ve anne-baba kaçak yollardan Ağustos 2012’de Türkiye’ye geldik. O sırada sınırlar zaten açıktı. Bir yıl boyunca, tanıdıklarımızın da bulunduğu Reyhanlı’da kaldık ve üstümüze düşen ateşi anlamaya çalıştık. Bu süreçte bize karşı ırkçılık düşük düzeydeydi. Fakat bir yıl sonra her şey hızla değişmeye başladı.
Neden?
11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da 52 kişinin hayatını kaybettiği büyük bir patlama yaşandı. Patlama benim de gittiğim okulun yanında yaşandığı için yayılan cam parçalarıyla elimden ve yüzümden yaralanmıştım. Türk okullarına giremediğimiz için mülteci çocuklarının gittiği o geçici okul da patlama sonrasında kapatıldı. Bu katliamın sorumlusu olarak ilk başta Suriyeliler gösterildi. Bizim açımızdan ortam zaten gergindi, daha da gergin hale geldi. Pek çok Suriyeli çeşitli yerlerde ırkçı saldırılara maruz kaldı. Patlamadan sonra “polis önerisiyle” günlerce evlerimizden çıkamadık. İlk başlarda Türkiye’ye gelen Suriyelilerin önemli bir kısmı orta sınıf mensubuydu ve fırsatını bulanlar kaçak veya yasal yollardan Avrupa’ya gitmeye başladı.
Siz neden Avrupa’ya gitmeye çalışmadınız?
Bizim Halep’de pek çok mülkümüz vardı. Açıkçası hâlâ Halep’te bulunan evlerimizi, topraklarımızı, dükkânlarımızı satıp görece daha rahat biçimde Avrupa’ya gidebileceğimizi düşünüyorduk. O nedenle o sırada Avrupa’ya gitmeye yönelmedik. Fakat o günden beri hem Suriye hem de Türkiye’de işler daha da kötü hale geldi ve bunu hiçbir zaman yapamadık. Zamanla Türkiye’de pek çok terörist saldırı gerçekleşti ve bunların da kaynağı olarak zaman zaman mülteciler gösterildi. Bir savaştan kaçmışken kendimizi başka bir savaşın içinde, hem de fail gibi gösteriliyor olarak bulduk.
Eğitiminize devam edebildiniz mi?
Reyhanlı’da bir bilgisiyarcıda çalışırken Türkçeyi öğrendim. Reyhanlı patlamasından sonra okulum kapanınca Halep’e gittim ve bir yıl boyunca bombaların altında, lise son sınıfı okuyup bitirdim. İnsanlar savaşa alışmıştı ve benim okuluma defalarca bomba isabet etti, ölen öğrenciler oldu.
Halep’teki evinizde mi kaldınız?
Hayır, bizim evler cephe haline gelen bölgede kaldığı için amcamın evinde kaldım. Liseyi bitirip abimle 2014’ün Ekim ayında Türkiye’ye döndüm. Sınırlar kapandığı için geç gelebildim ve üniversitelere başvuramadım. Türkiye’de ikamet alamıyor, şehirler arası seyahat edemiyorduk. İzinsiz seyahat ederken yakalandığında sınır dışı edilme riski de vardı. Aslında o tarihe kadar biz mültecilerle ilgili politik, hukuki kurallar da belirlenmemişti ve her şey keyfi, kişiye göre yapılıyordu. Bu ve benzer nedenlerle 2015’in Ağustos ayında, en küçüklerinin ben olduğum bir grupla, kaçak yoldan Avrupa’ya geçmek üzere yine izinsiz olarak İzmir’e, oradan Bodrum’a geçtik. Henüz 17-18 yaşındaydım. Fakat bindiğimiz bot ilk gece çalışmadı, ikinci gece bir kilometre açıkta bozuldu, üçüncü gece de ilerlemedi. Gidemeyeceğimizi anlayınca vazgeçtim ve oradan Ankara’ya geldim.
Avrupa’ya gidebilmek için kaçakçılara para vermiş miydiniz?
Doğrudan kaçakçılara değil, bir ofise “emanet olarak” kişi başı 1200 dolar para vermiştik. Gidemeyince, 100 dolar komisyon ödeyip paramızı geri aldık. Daha sonra Ankara’ya geldim ve ODTÜ’ye başvurdum fakat İngilizce dil sınavının tarihini kaçırdığım için Hacettepe Üniversitesi’nde Fizik Mühendisliği bölümüne başvurdum, kabul aldım.
Sınavla mı girdiniz?
Tabii, hem İngilizce muafiyet sınavlarına hem de Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı’na (YÖS) girdim. Bunu bilmiyor olabilirsiniz ama Suriye’nin lise sona kadarki eğitim sistemi Türkiye’dekine göre çok daha iyiydi. Üniversiteler için aynı şeyi söyleyemem, çünkü müfredatı 1970’lerden kalmadır. Savaş öncesine kadar lise diplomasını verip dil sınavını geçerek Oxford Üniversitesi’ne başvurabiliyordunuz.
Hacettepe’den mezun oldunuz mu?
Maalesef hayır. Bir kere ek kontenjandan girmiştim ve yanlış dil muafiyet sınavına sokulduğum için -ki ondan da geçmiştim- zaman kaybedince, dört dersin sınavına giremedim, onlardan kaldım. Diğer dört dersten ise iyi puan aldım. Hem okulumu okuyup hem de Burger King’de filan part-time çalışabilirdim ama bunun için bile ikametgah isteniyordu. Biz mültecilerin ise ikametgâhı yok. Neticede bu ve başka sebeplerden dolayı Hacettepe’yi bırakmak zorunda kaldım.
“Başka sebepler” nelerdi?
Irkçılık. Fizik laboratuvarındaki sınavda bir tane profesör bana “Siz niye Suriye’yi satıp buraya geldiniz” diye sormuştu. Adam fizik profesörü ama çok basit bir denklemi, ırkçılık denklemini bile çözemiyor! Sıradan insanlardan ırkçılık görünce üstünden atlayabiliyorsunuz ama bu tür insanların ırkçılığı üstünden atlanamayacak kadar yüksek bir duvar oluyor. Neticede şu anda açık öğretimde uluslararası ilişkiler okuyorum. Daha önce ABD’ye giden mültecilerle ilgili çalışan bir kuruluşta tercüman olarak çalışıyordum. Fakat Trump’ın mültecilerle ilgili kısıtlama kararı sonucunda çalıştığım kuruluş kapatıldı. Şu anda ise Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kuruluşta tercümanlık yapıyor, aynı zamanda bir şirket için çeşitli film ve dizilerin Arapça, Türkçe ve İngilizce çevirilerini, altyazılarını yapıyorum. Böylece hem eğitimimi sürdürüyor hem de Hatay’daki aileme bakıyorum.
Ankara’dan Hatay’a gidip geliyor musunuz?
Bunun için her seferinde izin almam gerekiyor. Normal koşullarda Ankara dışına çıkmam yasak.
Mülteci olarak Avrupa’ya gitmek için herhangi bir yasal girişiminiz oldu mu?
Oldu ama en azından resmi olarak 2017’den beri kimlerin üçüncü ülkelere gidip gitmeyeceğine Birleşmiş Milletler değil, Türk devleti karar veriyor. Türk devleti de çoğunlukla ağır hastaları veya eğitimsiz mültecileri Avrupa’ya gönderiyor. Biz başvuru yaptığımızda henüz üniversiteyi bitirmemiştim ama tüm kardeşlerim üniversite mezunu. Diplomaları ibraz edince gidiş izni alamadık. Aksine kardeşlerimin çoğu Türkiye’den vatandaşlık başvurusuna çağrıldı, üç ablam Türkiye vatandaşı oldu. Fakat mesela doktor olduğu halde vatandaşlık alamadığı için sanayide çalışan insanlar var. Bu insanlar denklik sınavına girebilir ama 10-12 saat çalışan bir insan bu sınava nasıl hazırlansın, Türkçeyi nasıl öğrensin? Vatandaşlık alamadığın gibi “nitelikli” eleman olduğun için Avrupa ülkelerine gidiş için kabul de alamıyorsunuz. Pek çok nitelikli insanın psikolojik kabiliyeti de kalmadı artık.
Siz Türkiye vatandaşı olmak istiyor musunuz?
Her durumda Avrupa’ya geçmeyi, eğitimime orada devam etmeyi istiyorum. Ama Türkiye vatandaşlığını almadan gidersem bir daha Türkiye’ye dönemem; hasta ve yaşlı anne-babamı bir daha göremem. O yüzden Türkiye vatandaşı olarak Avrupa’ya geçmek de benim gibi insanlar için bir tercih değil, bir mecburiyet halini alıyor.
Milyonlarca mülteci var ve Türkiye’de önemli bir kesim dönmenizi istiyor. Ufukta ne görünüyor?
Ufukta bir şey görünmüyor. Mülteciler sekiz yıldır Türkiye’de neredeyse bütün siyasi partiler tarafından kullanılıyor. Bizler her şeyin bahanesi ve günah keçisi olarak kullanılıyoruz. Ekonomik durumu Türkiye’den daha kötü olan ve kendi nüfusu 4,5 milyon civarındaki Lübnan’da iki milyon Suriyeli var. Yani Lübnan nüfusunun neredeyse üçte biri Suriyeli. Türkiye’deki mültecilerin nüfusa oranı ise yüzde 7 civarında. Buna rağmen sanki Türkiye’deki bütün sorunların ve kötülüklerin kaynağı bizmişiz gibi bitmeyen bir medya propagandası sürüyor. Peki neden Lübnan’da Suriyeli mülteciler Türkiye’deki kadar anılmıyor? Çünkü Türkiye’de iktidar da muhalefet de bizim üzerimizden bir savaş yürütüyor. Eğer kullanılıyorsak, böyle kullanılıyoruz. Türkiye’nin hâlâ netleşmiş bir mülteci politikası, kriterler bütünü yok. Aynı insanın bir eli başımızı okşarken diğer eli yumruk gibi kafamıza iniyor. Aynı parti bir gün bizi seviyor, ertesi gün bizden nefret ediyor.
Mülteci karşıtlığı size yönelik güvenlik tehditlerini de artırıyor mu?
Sadece Suriyeliler değil, genel olarak mülteciler Türkiye’de güvende değil. Zaten çeşitli dönemlerde örneğin Antep’te, Adana’da, Hatay’da ciddi saldırılarla da karşılaştık. Bir savaştan kaçtık, başka bir savaşta bulduk kendimizi. Buradaki koşullara dayanamayıp Suriye’ye dönen yüzbinlerce insanın da olduğunu unutmayalım. Çünkü Türkiye’de belli kesimler buradaki koşullarımızı, olağan bir hayatın yaşanamayacağı Suriye’deki bölgelere dönmek zorunda bırakacak kadar zorlaştırmak istiyor. Her kötülüğün kaynağı olarak bizi, mültecileri göstermek çok konforlu. Dolar neden yükseldi, “Suriyeliler yüzünden!” Ormanlar niye yandı, “Suriyeliler yüzünden”! Birazcık muhasebe yapınca gerçeğe ulaşmak çok kolay. Türkiye siyasi istikrarsızlık yüzünden ekonomik sıkıntılara girdi, darbe girişimi oldu, iktidar içi savaşlar yaşandı, korona virüsü salgını çıktı… Tüm bunlar nedeniyle ekonomi daraldı, Türkiye sermayeye güven verememeye başladı ve TL değer kaybetti, dolar yükseldi.
Ama insanlar “Suriyeliler bizim vergilerimizle yaşıyor” diye düşünüyor…
Bunun böyle olmadığını herkes biliyor veya bilmeli. Bir kere biz de ekmek, giyim, herhangi bir eşya alırken vergisini ödüyoruz. İkincisi, ben dâhil sayısız mülteci tek kuruş maddi destek almıyor. Üçüncüsü, maddi destek alan çok az sayıdaki insana ödenen paranın kaynağı Türkiye değil, başta AB olmak üzere diğer devletler. Dördüncüsü, ödenen paralar astronomik değil, hepi-topu ayda 120 TL. O da az önce sıraladığım kriterleri karşılaman halinde.
Peki iktidar neden bu iddialara çoğunlukla yanıt vermemeyi tercih ediyor?
Çünkü bu konunun belirsiz kalması, net olmaması, “tüm felaketlerin kaynağı Suriyeliler” söylemi iktidarın da işine geliyor. Mülteci karşıtlığı herkesin işine geliyor. Eğer ortada bir suç varsa, bir de suçlu olması gerekiyor. Mültecilerin tüm suçların faili olarak seçilmesi üst sınıfları rahatlatıyor. Mesela “Suriyelilere büyük paralar ödeniyor, hepsi krallar gibi yaşıyor” dendiği halde Türk Kızılayı yıllarca bunu yalanlamadı. Oysa hem verilen parasal destek çok cüzi, hem de 2016 yılından beri tüm destekler AB fonlarıyla yapılıyor.
“Suriyeliler üniversiteye sınavsız giriyor ama bizim çocuklarımız sınav kuyruklarında perişan oluyor” iddiasına yanıtınız nedir?
Suriyeliler ilk yıllarda Türkiye’deki üniversitelere sınavsız girebiliyordu. Çünkü Suriye’deki lise eğitimi üniversiteye sınavsız girmeyi sağlayacak kadar sıkı. Suriye’de zaten üniversiteye sınavsız girebiliyorsunuz. Burada bize sunulan bir avantaj olarak görülen şey, aslında bizim normalimizdi. 2014 yılından itibaren sahte lise diplomaları ortaya çıkınca bu uygulama da kaldırıldı ve artık liseyi Suriye’de de bitirmiş olsan da burada sınavla üniversiteye girebiliyorsun. Nitekim 2015 yılında ben de sınavlara girerek üniversiteye kaydolabildim.
Bir mülteci olarak gündelik hayatta ne tür ayrımcılıklarla karşılaşıyorsunuz?
Suriye’deyken devlet baskısı yüzünden zaten insanlar politik görüşlerini birbirleriyle paylaşmazdı. Burada ise mülteci olduğumuz için benzer bir davranış sergilemek, hatta nereli olduğumuzu gizlemek zorunda kalıyoruz. Taksiye bindiğinizde, herhangi biriyle tanıştığınızda sorulan ilk soru “nerelisin?” Memleketinize dair merakın altında size dair hazır etiketi yapıştırma ihtiyacı yatıyor. Nereli olduğunuza göre sizinle kurulacak ilişki belirleniyor. Türkiye’ye ilk geldiğimizde bu soru bizi rahatsız etmiyordu. Ama zamanla bu sorunun hiç de masum olmadığını anladım. Bu da kimliğimizi gizlemeyi bir refleks haline getiriyor.
Suriye’de istikrar sağlandığında başta Türkiye ve Lübnan olmak üzere komşu ülkelere sığınan mülteciler geri dönecek mi?
“Dönecek misiniz” sorusunu tek bir mülteciye değil, milyonlarca mülteciye tek tek sormanız gerekiyor. Çünkü herkesin birbirinden farklı hayatları, bağları ve nedenleri var artık. Kimi burada bir iş kurmuş, kimi aile, kiminin çocuğu buradaki eğitim sistemi içinde yetişmiş, kiminin dönse başını sokacak bir evi yok ama kimi de dönebileceği koşulları dört gözle bekliyor. O yüzden bu soru bir kişiye sorulamaz, bir kişiden alınan yanıt da herkese genellenemez. Suriye’yi artık ülkesi olarak görmeyenler de var. Ayrıca bir savaş başladıktan sonra silahlar sustuğu anda bitmiş olmuyor. İnsanların travmaları, yaşadıkları can ve mal kayıpları onların gölgesine dönüşüyor ve silahlar sussa da onları takip ediyor.
Sizce Suriye bir daha toparlanabilecek mi?
Suriye savaşı, belli grup ve devletlerin para kaynağı olmaktan çıktığında bitebilir. Bu savaş bizi birçok ülkenin mikroskobunun altına soktu. Suriye silah ticaretinin, yeni üretilmiş silahların denemeleri için, kirli paraların aklanması için saha olarak kullanıldı. Çeşitli güçler hesaplarını burada gördü, görüyor. Biz mülteci olduktan sonra da kaçtığımız ülkelerin iç hesaplaşmasının nesnesi yapıldık. İnanılmaz bir çıkar ağı bizler üzerinden örülmüş durumda.
Türk medyasında “Afgan mültecilerin gelişinden en çok Suriyeli mülteciler rahatsız” türü manipülatif haberler yapıldı…
Mülteci mültecinin halini anlar, ondan rahatsız olmaz. Savaş öncesinde Suriye’de iki milyon Filistinli mülteci vardı. 2004 işgali sonrası gelen milyonlarca Iraklı mülteci vardı. İkinci Dünya Savaşı döneminde Yunanistan’dan Suriye’ye gelen çok sayıda mülteci olmuştu. Suriye’de mülteciler hep vardı. Fakat hiçbir zaman medyada Iraklı, Filistinli mültecilere karşı bir söylem olmadı. Bizim rejimimiz son derece fesat ve faşist olmasına rağmen Esad’dan bile mülteci karşıtı bir söylem duymazdık. Türkiye’deki gibi bir toplumsal nefret de yoktu.
14 yaşından itibaren başlayan mültecilik serüveniniz sizi nasıl şekillendirdi?
Hayata, insana, dünyaya bakışımı belirledi bu koşullar. Doğar doğmaz bize öğretilen bazı şeylerin ne kadar değersiz olduğunu bu süreçte idrak ettim.
Ne mesela?
Milliyetçilik mesela. Bu ideolojinin ne kadar değersiz olduğunu anladım. Vatanın toprak parçası değil, sevdiklerinin bulunduğu yer olduğunu gördüm. Şehitlik konusunun ne kadar sahte ve kullanışlı olduğunu idrak ettim. İnsanların kendilerine değer katmak için ayrımcılık yaptığını artık biliyoruz. Ayrımcılık yaptığımızı kabul etmesek de kendimizi iyi hissetmek, ezikliğimizi gidermek için bunu yapıyoruz. Başkalarını ezerek kendini iyi hissedince, ezdiklerinin sesini duymuyorlar bile. Mültecilik yeni bir şey değil. İnsanlar ezelden beri bir yerden başka bir yere göç etmiş. Fakat dünyada sınırlar çizildiği için bu göç kriminalize edilmiş.
Çözüm ne sizce?
Bir çözüm göremiyorum. Belki de çözümsüzlük hali normalin kendisidir. Türkiye’de mülteciler hakkında yaygın olan çok büyük yalanlar var. Mesela hepimizin devlet tarafından, halkın vergileriyle beslendiğimiz yalanı bunlardan biri. Hepimizin aslında cihatçı olduğu, hepimizin dilenci olduğu, hepimizin ülkesini satmış olduğu… Bu yalanlar eskiden beni çok rahatsız ederdi. Ama artık anladım ki, bu benim, bizim değil, bunlara inananların sorunu. Biz bunlarla baş edemeyiz. Yalanlarla baş edecek olanlar, bu yalanlara inananlardır.
Çocukluğunuzun geçtiği Halep sizin için ne anlama geliyor?
Son gördüğümde Halep dönülecek bir yer değildi.