İstanbul'un suyla değişen ilişkisi

-
Aa
+
a
a
a

Hüseyin Irmak, Taner Öngür ve Sera Tolgay’la İstanbul bağlamında geçmişten bugüne suyla değişen ilişkimiz üzerine konuşuyoruz.

Marmara Denizi'nin ve İstanbul'un doğayla değişen ilişkisi
 

Marmara Denizi'nin ve İstanbul'un doğayla değişen ilişkisi

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Merhabalar. Bugün üç kıymetli konuğum Sera Tolgay, Hüseyin Irmak ve Taner Öngür’le Barın Han’da canlı yayındayız. Teknik masada Selahattin Çolak’a ve destekçimiz İnci Eviner’e çok teşekkür ediyoruz. Hoşgeldiniz.

Sizinle birlikte burada olmak harika. Bugün İstanbul’da suyla ilişkimizi, Marmara Denizi’nin ve İstanbul’un doğayla değişen ilişkisini konuşacağız. Dünya Mirası Adalar olarak daha önce benzer konu başlıklarıyla bienale katılmıştık. Konuklarımızdan Sera da bize mihmandarlık yapmıştı. Şimdi konuklarımı tanıtayım:

Hüseyin Irmak, 30 yıldır Kağıthane Vadisi ve su havzası üzerine çalışan, bölgeyle ilgili çok sayıda kitabı olan araştırmacı yazar. Su kemerleri ve İstanbul’a suyun getirilişi, Doğu Roma döneminden Osmanlı’ya kadarki süreci, Terkos Gölü ve İstanbul Suları Anonim Şirketi’ni bize anlatacak.

Sera Tolgay, iklim krizi uzmanı. Ekolojik restorasyon, doğal altyapı, çevre planlama ve kentsel tasarım projelerini disiplinlerarası metodlarla çalışan bir mimar, tasarımcı ve şehir plancısı. Menderes dönemi kıyı şeridinin değişimini, Derin Deşarj Politikaları ve Marmara Denizi’ni arıtmanın ötesinde nasıl restore ederek sağlıklı bir ekosistem hâline getirebileceğimizi örneklerle anlatacak.

Taner Öngür, 1984’ten beri iklim krizi hakkındaki bestelerini Heybeliada'daki güneş enerjisiyle beslenen evindeki stüdyodan yapan, rock dünyasının en önemli isimlerinden, Moğollar’ın efsane basçısı.

Sözü sevgili Hüseyin’e bırakayım.

Hüseyin Irmak: Teşekkür ederim davetiniz için. İstanbul’un başından beri su ile ilişkisi sorunlu olmuş. Çünkü Bizantion yerleşiminin olduğu bölge killi ve kireçli bir toprağa sahip. O nedenle kuyu suları genel olarak acı. Bunun için de bir süre sonra dışarıdan su getirme ihtiyacı doğuyor. Milattan sonra 1. yüzyılda Edirne’yi de kuran ilk Roma imparatoru Hadrianus hem Istranca hattı üzerinden hem de orman hattı üzerinden daha sonra bizim Halkalı Suları dediğimiz hattı kuruyor. Ardından Belgrad Ormanı üzerinden, bizim sonradan Kırkçeşme dediğimiz su hattını oluşturuyor. İstanbul’da yüzyıllar boyunca çalışan su hatlarının ilk kurucusu Hadrianus. Hâlen o hatların kemerleri, bentleri yaşıyor. Bazıları tamamen harap da olsa, diğerleri Bizans ve Osmanlı döneminde elden geçirilip yenilendiği için günümüze kadar kaldı.

İstanbul’daki su yolları tarihin en uzun süredir çalışan su yolları arasında. Istranca’dan İstanbul şehir içine gelen su yolu, Romalılar’ın yaptığı su yollarının en uzunundan bile 2.5 kat uzun. Daha sonradan Halkalı dediğimiz su hattı ise Romalılar’ın dünyada yaptığı en uzun su hattı.

Buradan izinsiz su almanın cezası var. Ceza altının ölçü birimi ons üzerinden tanımlanıyor. 28 gr su alırsanız, onun 15 katı ağırlıkta altınla cezalandırılıyorsunuz. Böyle bir emirname var Bizans döneminde. Sonrasında buna benzer yasakları Osmanlı da devam ettiriyor. Su hatları üzerinden, bentlerden veya galerilerden izinsiz su alanları kürek cezası ile cezalandırıyor ve Kasımpaşa Tersanesi’nde uzun süre çalıştırılıyorlar. İstanbul daima suya ihtiyaç duymuş, su İstanbul için daima önemli olmuş. Kendisini besleyen, adını geçirdiğimiz iki su hattı var. Bu iki hat da hep korunuyor. 1770’lere kadar Belgrad Ormanları’na insanların girişi yasak. Özel yazılı izin almak zorundasınız. O dönemde yabancı botanikçiler, jeologlar oralarda çalışma yapacakları zaman yazılı izin alıyorlar. Sonrasında yavaş yavaş bu olay tavsıyor. Arkasından Terkos Gölü ile Terkos hattı kuruluyor ve sonra bu hat Kırkçeşme ve Halkalı su hatlarının 30 katı kapasiteye çıkıyor. Terkos’un önemiyle beraber o yasaklar da tavsıyor tabii. Çünkü ikinci plana düşüyor Kırkçeşme ve Halkalı su yolları. Fakat bu bentler ve su hatları, su mirası ve su mimarlığının önemli eserleri olarak hâlâ yaşıyor. Büyükşehir Belediyesi, İSKİ ve benzeri kurumlar bunları turistik hatlara dahil etseler ve doğru bir anlatıma tabi tutabilseler, İstanbul’un saklı zenginlikleri olarak ortaya çıkacaklar. Şu anda çoğu sahipsiz gibi. Tahribata açık durumdalar.

D.T.: Seninle tanışmam seneler öncesine dayanıyor. Belgrad Ormanları’nda bize rehberlik yaparken bunların bir kısmını senden dinlemiştim.

Su altından kıymetli

H.I.: Su altından kıymetli. 15 kat kıymetli. Hele ki İstanbul’da hem tuzlu su hem tatlı su kıymetli. Tuzlu su İstanbul’un ekonomisini belirliyor. Palamut akını var. Altın Boynuz’a ismini veren palamut akınıdır. İstanbul’un ekonomisini tanımlayan şeylerden biri ayrıca. Bu dönemin İstanbul’unda palamutun ekonomiye katkısı felsefe okullarında okutuluyor. Dönemin paralarının üstüne palamut resmi basılıyor.

Haliç’in varlığı donanma ve tersanelerle gelişiyor. Aynı zamanda tatlı su açısından da sorunlu olmuş ama sürekli gözetilmiş bir yer. 2., 4., 6. ve 12. yüzyılda son hâline gelerek, daima yenilenmiş. Devamında Osmanlı, Fatih’le beraber yenilemeye girişiyor. Kanuni çok daha büyük bir yenileme yapıyor. Sonraki süreçte de çalışmalar devam ediyor. Daha sonra 1740’larda Taksim Su Hattı kuruluyor. Taksim Su Hattı’nın üzerinde 3 bent var. Kırkçeşme Su Hattı üzerinde 4 bent var. Taksim Su Hattı ile Kırkçeşme Su Hattı’nın tamamı Kağıthane Deresi’nin kolları üzerine kurulu. O nedenle tarihte buraya Kağıthane suları da deniyor. Toplam 7 bentten söz ediyoruz. Birisi Bahçeköy, diğeri Çiftalan tarafında. Birbiriyle ilgisiz duruyorlar fakat hepsi Kağıthane Deresi’nin kolları üzerinde.

D.T.: Hüseyin Irmak çok kıymetli görseller paylaştı. Bunları Dünya Mirası Adalar’ın sosyal mecralarında paylaştık. Şimdi sözü Sera’ya bırakalım.

S.T.: Hüseyin’in de bahsettiği gibi, bugün İstanbul’un dört bir yanına baktığımızda gördüğümüz sarnıçlar, maksemler ve su kemerleri, kentin nüfusuna ayak uydurmaya çalışan farklı kuşakların bize bıraktıkları. Bu yapılar mimari, kentsel ve tarihsel bir zenginlik olarak izlerini günümüze bırakmış. İstanbul kurulduğunda, çözülmesi gereken sorunlardan biri nüfus artışı beklenen kente su sağlayabilmek. Kuruluş döneminde İstanbul’un su ihtiyacı yeraltı kaynaklarından sağlanıyordu. Valens Kemeri ve Mazul Kemeri gibi ilk su tesisleri Bizans zamanında yapıldı. Osmanlı döneminde Kırkçeşme Su Tesisleri, 1555’te Mimar Sinan tarafından inşa edildi ve su taşıma sistemleri genişledi. Eski Beyoğlu’ndaki su probleminin çözülmesine yönelik ilk adımlar ise 1732'de yapılmış Taksim Suyu Tesisleri’yle atıldı. Nüfusla beraber genişleyen ve gelişen bir altyapı var ve bazen kırılma noktaları olduğunu görüyoruz.

Keza, New York’u New York yapan da çevresindeki Hudson Vadisi’nin coğrafyası; bu coğrafyaya yapılan büyük altyapı projeleri ve 19 rezervuar gölünden şehre taşınan temiz su. Lucy Sante’nin yeni kitabı da bir yapı olarak şehrin su coğrafyasına nasıl birebir bağlı olduğuyla ilgili.

1800’lerde hızla gelişen ve nüfusu artan İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla yabancı Anonim Su Şirketi’ne imtiyaz verildi. Terkos Şirketi böyle kuruldu. Ardından kaynak suları, küçük hatlarla çeşmelere verilmeye başlandı. 1900’ler başında II. Abdülhamid tarafından yaptırılan bildiğimiz Hamidiye Suyu buna örnektir. Ancak zamanla su şirketlerinin de yetersiz kalmasıyla Terkos Şirketi 1932 yılında İstanbul Sular İdaresi’ne devredildi. 1981’de su ve atık su yönetimi için İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) kuruldu. 1970 yılında yapılan nüfus sayımında 3 milyon olan kent nüfusu 1990’ların sonunda üçe katlanarak 10 milyonu buldu. 1990’lı yıllarda durmak bilmeyen göçlerle su kesintileri sıklaştı ve suyun kalitesi salgın hastalıklara neden olacak kadar düştü. Bugün İstanbul’da 17 milyondan fazla insan yaşıyor ve binlerce tarım ve sanayi tesisinin su ihtiyacını karşılamak bir yana, İstanbul’un göl, nehir ve denizlerini temiz tutabilmek imkânsız hâle geldi. İstanbul’da 30 yılı aşkın zamandır musluktan su içmek unutuldu. İstanbul Üniversitesi’nin 2008 yılında yaptığı bir araştırma, kent nüfusunun yüzde 95’inden fazlasının su içmek için damacana kullandığını gösteriyordu. Bu tedarik sorununun yanına suyla olan fiziksel ilişkimizi ve atık suları nasıl kullandığımızı da eklemeliyiz.

“Bu şehir kamburdur, düzeltelim.”

Menderes dönemindeki değişimlerden de bahsetmek lazım. Bilinen en eski şehirlerden biri olan İstanbul’un “yeni şehir” hâline gelme süreci bu dönemde gerçekleşiyor. 1950’lerde Menderes’in imar operasyonları ile başlıyor. 1945’te İstanbul’da kayıtlı toplam 3 bin araç varken, bu sayı 2019’da 4.2 milyona ulaşıyor. Araç odaklı bir ulaşım sisteminin inşası engebeli bir topoğrafyası olan İstanbul’da kıyıların büyük ölçüde otobanlara dönüşmesiyle mümkün oldu. Dönemin önemli figürlerinden karayolları uzmanı Muzaffer Uluşahin’in, “Bu şehir kamburdur, düzeltelim” demesinden de anlaşılabileceği gibi, yolların topografyaya uygun olması ya da geleneksel mimarinin dikkate alınması öncelikli hedef değildi. Bu bana o dönemin rasyonel planlama modelini anımsatıyor. Aynı dönüşümü bu dönemde Robert Moses ile New York’ta da görüyoruz. Kıyıların neredeyse tamamı otobana dönüşüyor ve pek çok mahalle yerle bir ediliyor bu otobanlar için.

Turgut Cansever de, İstanbul’daki dönüşümün altlığını oluşturan Henri Prost’un nazım planında önerilen yolların, masa başında, sahada incelemeye tabi tutulmadan ve genişletilerek, sadece karayolu mühendislerinin fikri alınarak tasarlandığını anlatır. Sadece karayolu mühendislerinin kentsel tasarımcı olduğu şehirlerde odak noktasının araçlar olması ve suyla ilişkimizi kesmesi pek de şaşırtıcı değil.

İstanbul’un suyla ilişkisi de, 1950’lerde yapılan Sarayburnu’ndan başlayarak sahil boyunca Suriçi’ni geçip Yeşilköy’e uzanan sahil yolundan itibaren bozulmaya başlıyor. Bu talihsiz ilk örnek ve daha sonraki yıllarda da sahil yolları aynı şekilde denizle ilişkiyi sekteye uğratıyor. Günümüzde Moda - Caddebostan sahilleri yaya odaklı ve bisiklet yollarıyla dönüştürülerek halka geri kazandırılsa da İstanbul genelinde örnekleri az. Belli noktalar dışında doğal kıyılar yok denecek kadar azalmış durumda.

1958’de Türk lirası dolar karşısında yüzde 300 oranında değer kaybediyor ve 1 dolar 2,8 liradan 9,1 liraya çıkıyor. Bu devalüasyonla, Menderes planları yarı yolda kalıyor. Böylece yapı malzemesinin fiyatının artması ile altyapıya yapılan yatırımlar kesintiye uğruyor. Tanıdık geldi mi?

Marmara’da uygulanan derin deşarj politikaları

Buna paralel olarak Marmara Denizi de büyüyen şehirle birlikte değişmeye başlıyor. İstanbul gibi dev bir havzanın sularının kirli olmasının temel sebebi, Marmara Denizi’nde yaygın olarak uygulanan derin deniz deşarjları.

Derin deşarj politikaları 1971 yılında Haliç’in ve İzmit Körfezi’nin kirliliğine çözüm getirmek amacıyla DAMOC Projesi olarak bilinen İstanbul Kanalizasyon Projesi’yle hazırlanıyor. Bu proje daha sonra revize ediliyor. Atıkların arıtılmadan alt akıntıya deşarj edilmesi prensibi (derin deniz deşarjı) geliştiriliyor ve atık suların Karadeniz’in ölü olduğu iddia edilen sularına taşınacağı varsayılıyor. İstanbul yerleşkeleri 11 farklı bölgeye ayrılıyor ve 15 deşarj bölgesi belirleniyor. Bazıları pek de derin değil.

İller Bankası, 1975 yılında yayımlanan “İstanbul Kanalizasyon Projesi Master Plan Revizyonu” raporunda, “Marmara Denizi’nin alt tabakasının İstanbul’un atık sularının ancak küçük bir kısmını özümleyebilecek kapasitede olduğunu, artan nüfusla ve sanayiyle birlikte evsel ve endüstriyel atıkların kontrolsüz biçimde Marmara’ya gönderilmesiyle ışık geçirgenliğinin düşeceğini, Marmara’da alt seviyelerde çözünmüş oksijen miktarının giderek azalacağını ve oksijensiz duruma gelerek alt tabakaya bağlı canlılığın kaybolacağını” belirtiyor. Peki bilim insanlarını neden dinlemiyoruz? 1975’te günümüzü öngörmüşler.

1954 yılından bu yana devam eden MAREM (Marmara Denizinde Değişen Oşinografik Şartların İzlenmesi) projesi, 1983 yılından beri 25 metreden daha derin suların pek çok deniz canlısı için yaşanamayacak duruma geldiğini ve denizdeki oksijen miktarının durmaksızın azalmakta olduğunu gözlemliyor. Marmara, sanayi, evsel atık, deniz trafiğinin yoğunlaşması gibi nedenlerle bir atık su çöplüğüne dönüşüyor. 1950’lerden itibaren sahil bölgelerinde başlayan yapılaşmayla birlikte, Marmara çevresinin dolmaya başlaması da süreci tetikliyor. Kıyı dolgu alanlarına bağlı habitat kaybı, iklim değişikliğine bağlı deniz suyu sıcaklıklarının artması gibi nedenlerle müsilaj krizini tetikliyor ama son iki senedeki gelişmeler ilk değil. 1990’larda suyun yeşil ya da kırmızı aktığı dönemler de hafızalarda.

Özetle, İstanbul’a kuşbakışı baktığımızda yanılabiliriz. Çünkü denizlerle çevrili, göller ve nehirlerle dolu bir coğrafyada kurulu. Plansız, gittikçe yayılan bir kentleşme süreci ve yoğun göç alan İstanbul’un su sorunu hayli eskiye dayanıyor. İstanbul kurulduğu günden bu yana, tarihin hemen her devrinde dünyanın nüfusça en büyük kentlerinden biri oldu. İstanbul New York’tan, Avrupa’daki bütün şehirlerden, hatta komşumuz Yunanistan’ın tamamının nüfusundan daha büyük. Kurulduğu günden bu yana İstanbul suya ancak zaman içinde adapte olabildi. Fakat günümüzde 17 milyon nüfusu geçen bu şehirde üst eşiğe gelindi.

Beni en çok şaşırtan da birkaç kuşak öncesine kadar musluktan akan suyun içilebilir olması ama günümüzde damacanalar ve pet şişelere dayalı bir su tedarik sistemine dönmüş olmamız. Yine bir eşik noktasındayız ve yapmamız gereken çok şey var. Çözüm çok basit ve hayati önem taşıyor kendi sağlığımız, çocuklarımızın sağlığı ve bize bu şehri emanet eden kuşaklar için. Bu araştırmayı yaparken 1980'lerden önce İstanbul'da musluktan su içildiğini duyduğumda şok oldum. 90’larda yüzücü olarak gittiğim Fenerbahçe burnu kıyılarının etrafının ne kadar koktuğunu ve yaklaşamadığımız bölgeleri olduğunu hatırlıyorum.

Çevresel sorunlar hep lüks gibi gözükse de daha büyük sosyal ve ekonomik sorunların bir belirtisi. O yüzden enflasyon, üretmeden tüketen toplumun sorunları ve Marmara’nın hâli bir bütün.

Su, İstanbul ve New York

İstanbul ve New York çok paralel, özellikle yakın tarihleri. Yaklaşık 15-20 sene önce Bloomberg (New York Belediye Başkanı) döneminde kıyılar şehrin 6. Bölgesi ilan ediliyor. Arıtma kapasitesinin yanı sıra doğal altyapı projeleri, kıyılara yeşil yollar, bütüncül kıyı planı yapılıyor. Ben de New York Belediyesi’nde çalışırken kıyı planlama bölümüyle iklim adaptasyonu üzerine çalışmıştım ve ilk master planlarını bu dönemde yayınladılar. Yayınlanan eylem planının prensiplerin ötesine geçerek elle tutulur projelere de dönüştürülmesi lazım.

İstediğimiz zaman büyük altyapı projeleri ve gerekli tesisleri inşa edebiliyoruz.

Derin deşarj projelerine son vermeliyiz. Atık sular ileri atık su arıtımı yapılmadan alıcı ortama verilmemeli. Maalesef Çorlu'da açılan davada bir sonuç alınamadı ve mahkeme Tekirdağ Ergene Derin Deniz Deşarj A.Ş’nin Ergene’ye bıraktığı atıklarına dur demedi.

İleri arıtmayla birlikte biyoremediasyon yöntemleri ve doğal altyapı önemli bir rol oynuyor. Bu kadar değiştirdiğimiz kıyıları, yok ettiğimiz sulak alanları restore etmemiz gerek.

Bütüncül planlama ve arazi yönetimi araçlarını geliştirmek ve su havzalarının korunmasını sağlamak şart. Su kalitesinin korunması önemli. Doğal alanlar ve kıyıların şehrin en az yüzde 30’unu kaplaması lazım. Sınırları olmayan bir şehrin suyu sınırsızmış gibi davranıyoruz. Kime, neye güveniyoruz?

“İstanbul’a baktığımızda kendi yansımamızı görüyoruz.”

Hem Bizans hem de Osmanlı döneminden kalan su kemerlerinin ve çeşmelerinin güzelliğini düşünün. Marmara’ya, İstanbul’a baktığımızda kendi yansımamızı görüyoruz ve geldiğimiz nokta pek de gurur duyulacak bir nokta değil maalesef. Peki biz torunlarımıza ne bırakacağız? Dikkatimiz çok dağınık. Hepimiz telefonlarımıza bakıp hayatımızın gözümüzün önümüzden akıp gittiğini hissediyoruz. Niye harekete geçmiyoruz? Para soyut bir şey. İnsanların her gün ekonomik hayata katkıda bulunması için yarattığımız bir şey. Ama ipin ucunu kaçırdık. Instagram like’ları da para gibi soyut. Bu dünyada gerçekten var olduğumuzu unutturan araçlar bunlar. Ama su, denizdeki balıklar, canlılar, evinizin musluğundan akan ve içebildiğimiz temiz su gerçek!

Marmara’yı temizlemek ve restore etmek, evrendeki tek evimiz dünyada daha şefkat dolu yaşamak ve iklim krizini çözmek için her türlü teknolojiye, yeteneğe, beyinsel ve bedensel güce sahibiz. Sorun bizde bitiyor. İçimizi temizlememiz gerekiyor diye düşünüyorum.

D.T.: Sevgili Taner, bir iki kelam edersen çok seviniriz.

İklim krizine ağıt

T.Ö.: Konu ile alakalı değil ama, genel bir şey söyleyeyim. İlk kez Almanya’daki Yeşiller Hareketi’nden arkadaşlarım anlatmıştı iklim krizini, çok etkilenmiştim. Bir gün gelecek buzullar eriyecek, iklim değişecek… Çok paniğe kapılıp bir şarkı yazmıştım. O günden bakınca naif sözleri var. Belki Türkçe yapılmış bu bağlamdaki ilk şarkı olmasından da kaynaklı olarak böyle. Onu çalıp söyleyeyim isterim. İsmi “Alarm”.

Dünyanın tepesi Himalayalar

Yamaçlarında kalmamış bir tek ağaç

Kışın biriken kar suları

Baharda Bengal Deltası’na saldırıyor

Kardeş, Bengaldeş sular altında

Bengaldeş sular altında

Dünyanın ciğeri yanmış, soluk alamıyor

Altımızda arabalar, biz gaza basıyoruz

Donmuş, bozulmamış bir kıta Antartika

Göz koymuşuz madenlerine, paylaşamıyoruz

1999 belki bir pazar sabahı

Amsterdam sular altında, Amazonlar yanıyor

Afrika açlık grevinde, insanlar sürünüyor

Kimsesiz çocuklar, güney Amerika'da

Öldürülüyor, öldürüyorlar

Zararlı haşereler gibi

Sokak köpekleri gibi

Her gün daha fazla, insan dünyada

Her gün daha fazla, kirlenme etrafımızda

Her gün daha hızlı, dünkünden

Her gün daha az, zamanımız kalıyor

Anlat bunları herkese

Mümkünse anlaşılır bir şekilde

Gezegenimiz ellerimizde

Yaşatabilirsek, kurtarabilirsek eğer

Düşün bir an, geleceğini

Düşün bir an, çocuklarını

Düşün bir an, şu yaşadığın dünyayı

Çünkü başka hiçbir şansın yok

Başka hiçbir şansın yok

Başka hiçbir şansımız kalmadı artık

D.T.: Bize armağanından bahseder misin?

T.Ö.: Heybeliada’da her yıl plaklar yapıyorum. Az sayıda basılıyor, meraklıları alıyor. Bu sene de yaptığımız bir plak var. Plağın iki yüzü de 19’ar dakika. Hafta sonu Kadıköy Plak Günleri’nde tanıttık. Nâzım Hikmet’in, “Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz” isimli uzun şiiri, bir de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ZamanKırıntıları”nı barındırıyor içerisinde.

D.T.: Açık Radyo arşivine bir armağan. Çok teşekkür ediyorum. Bugün sevgili konuklarım Hüseyin Irmak, Taner Öngür ve Sera Tolgay’la İstanbul’da suyla değişen ilişkimiz üzerine konuştuk. İnşallah aramıza kıyı ile beton olarak dökülen bu blokları kırıp suyla bağlantımızı yeniden kurabiliriz.