Konuğumuz Aylin Vartanyan ile İstanbul Expressive Arts Enstitüsünün katılımcılarıyla birlikte 2021 yılının Eylül ayında Burgazada’da deneyimlenen doğa ve fotoğraf temelli dışavurumcu sanat çalışmalarından yola çıkarak alanın kadın dayanışmasına nasıl bir katkıda bulunduğunu konuştuk.
Açık Radyo’nun Dünya Mirası Adalar programında dışavurumcu sanatlar alanının temel kavramlarından olan poiesis, eco-poiesis ve communitas üzerinden Expressive Arts Institute İstanbul’un kadınlardan oluşan eğitim gurubuyla Burgazada’nın Martha Koyu’nda deneyimlediğimiz yas ve kadın dayanışmasına dair çalışmamızı anlatmaya çalıştım.
Dışavurumcu sanatlar
Fenomenolojik temelli ve intermodal Dışavurumcu Sanatlar (Expressive Arts) 1980’li yıllarda bir terapi disiplini olarak başlamış ve alanın önde gelen isimleri Shaun McNiff, Paolo J. Knill, Margo Fuchs Knill, Stephen K. Levine ve Ellen G. Levine tarafından önce Boston’da bulunan Lesley Üniversitesi’nde daha sonra da İsviçre Saas Fee’de bulunan European Graduate School’da akademik bir alan olarak varlığını sürdürmüştür. 2000’li yılların başından itibaren dışavurumcu sanatlar yaklaşımı eğitim ve çatışma dönüşümü alanlarında aktif olarak kullanılmaya başlanmış ve 2011 yılında Ellen G. Levine ve Stephen K. Levine’in editörlüğünü yaptığı Arts in Action: Expressive Arts Therapy and Social Change (Eylemde Sanat: Dışavurumcu Sanat Terapisi ve Sosyal Dönüşüm) kitabında farklı ülkelerdeki farklı ihtiyaçlara yönelik tasarlanmış uygulamalar üzerinden dışavurumcu sanatların eğitim ve toplumsal dönüşümüne katkıları paylaşılmıştır.
2019’da İstanbul’da kurulan Expressive Arts Insititute Istanbul, ilk eğitim gurubuyla 2021 yılında çalışmaya başladı. Fulya Kurter Musnitsky ’in kurduğu enstitü, pedagojik yaklaşımını ve eğitim içeriğini European Graduate School’un ilkeleri üzerine temellendirdi ve Türkiye bağlamına ve ihtiyaçlarına uyarlayarak Üniversite’nin Türkiye’deki partneri oldu. Beliz Demircioğlu ve benim de eğitmen -veya daha çok tercih ettiğim deyişle “alan tutucu”- olarak bir parçası olduğumuz enstitü çalışmalarını heyecanla sürdürmeye devam ediyor.
Poiesis kavramı Dışavurumcu Sanatlar alanının temel felsefi kavramlarından biridir.
Eski Yunan filozoflarından Aristoteles dünyayı deneyimlenin, hayata anlam vermenin üç yolu olduğundan bahseder: theoria, praxis ve poiesis. Theoria, etimolojisine baktığımızda görmeyi, temaşayı, düşünmeyi ve dikkatle seyretmeyi içerir. Praxis, gözlemlenen ve üzerine derin düşünülen teoriyi pratiğe geçirmek, yapmak demektir. Bu iki kavram hayatımızın büyük bir kısmını kaplayan pratikler. Ancak poiesis, yani elle yaparak, şekil vererek dünyayı anlama ve deneyimleme, içinden geçtiğimiz zorlayıcı durumlara sanatsal bir üretim deneyimi üzerinden anlam verme olasılığını sunuyor bizlere. Poiesis süreci ayrıca görünmeyenin görünür hale gelmesi demek. Ortaya çıkan eserle bir kişinin veya topluluğun yaşadığı karşılaşma, varoluş sürecimize de katkı sağlayan ve dönüştüren bir alan açıyor bize. Kavramı, dışavurumcu sanatlar alanına kazandıran Stephen K. Levine’in de söylediği gibi:
Dışavurumcu sanatlar çerçevesinde, poiesis kendimizi içinde yaşarken bulduğumuz dünyaya karşılık vermek demektir. Olur da karşılık verme kapasitemiz ketlenir veya şiirsel faaliyetimiz kısıtlanır ise o zaman hem kişisel olarak hem de toplumsal olarak acı çekeriz çünkü kendimizi çaresiz bir halde buluruz (s. 27).
Ecopoiesis kavramı nispeten daha yeni gelişmekte olan bir kavram. Alanın önde gelen isimlerinden Kopytin Alexander Ivanovich, Ecopoiesis’i bir tür ekolojik yakınlık/samimiyet olarak tanımlıyor. Eski Yunanca’da “Oikos” kelimesi ev demek. Bir evde yaşayan tüm canlıların aralarındaki iletişimin ve birbirlerine nüfuz etme halinin altını çiziyor.
İnsanın kartezyen bir varlık olarak çevresinden koparılması veya çevreyle kurduğu bağın zayıflaması bizi günümüzde artık inkarı mümkün olmayan bir çevre kriziyle yüz yüze getirdi.
Ivanovich’in çalışmaları bizleri varoluşumuzun dışında bıraktığımız, hatta adına “çevre sorunları” deyip ‘ev’imizin dışında gördüğümüz ekolojik aşınmaları yeniden düşünmeye davet ederken üzerine düşünmemiz için de şu soruları soruyor: Antroposen (insan odaklı) bir bakış açısından eco-human (eko-insan/evinde olduğunun farkındalığına varmış insan) bakış açısına geçilebilir mi? Doğayı nesnelleştiren ve doğanın varlığımıza karşılıksız olarak hizmet ettiğine dair bir anlayıştan kopmaya başlamak nasıl mümkün olacak? İnsan ve doğa veya özne-nesne ilişkisinden özneler arası bir ilişkiye geçebilir mi? Dualiteden çıkmak mümkün mü?
Dışavurumcu sanat alanının önemli isimlerinden Sally Atkins’in Melia Snyder ile birlikte yazdıkları Nature-based Expressive Arts Therapy(Doğa Temelli Dışavurumcu Sanat Terapisi) adlı kitapta budist akademisyen ve ekofelsefeci Joanna Macy’den ilhamla yeniden ele aldıkları aktif umut kavramı da oikos’da varolan canlılar olarak birbirimize görünmeyen iplerle bağlı olduğumuzu ve bu bağın bizleri eşsiz bir dengede tuttuğunu gösteriyorlar bizlere. Karşı karşıya kaldığımız en büyük tehlikenin “aklımızın ve kalbimizin körleştiğini” (s. 92) hatırlatan Atkins ve Snyder’in aktif umut kavramı ile ilgili paylaştıkları ifade üzerinden bedenin doğayla iç içe olması halini imgelememize yardımcı oluyor: “Dünya canlıdır. Yeryüzü tedarik evimiz ve kanalizasyonumuz değil, bedenimizin uzantısıdır” (s.93). Doğa bize hizmet eden ve kendisini karşılık vermeden tüketme hakkını elimizde bulundurduğumuz dışsal bir araç değil, varoluşumuzun kaynağıdır.
Kadın dayanışması, Communitas ve Şefkat Dili
İçinde yaşadığımız oikos’a verdiğimiz zararları düşündükçe insan dediğimiz varlık hep böyle yıkıcı mıydı diye düşünüyor insan. Yerli kültürlere baktığımızda yaşadıkları dağlara, toprağa ve suya ayrı ayrı isimler verip onlar için her yıl belli zamanlarda ritüeller yapıp doğanın bereketli ve karşılıksız vericiliğine teşekkür edip minnet duygularını paylaşıyorlar. Yerli kültürlerin ritüellerinde karşılıksız almak, hunharca tüketmek diye bir durum söz konusu değil. Ancak sömürgeci ve ataerkil sistemin hükmettiği tarihimize baktığımızda doğaya ve doğadaki canlıları ‘ev’in dışında bırakarak hiyerarşi kurma anlayışı hala devam ediyor. Yazar Ursula Le Guin “Women and Wilderness” (Kadınlar ve Yaban Doğa) makalesinde eril duruşun doğaya ve kadına hükmetme dürtüsünü, sömürgecinin tüketen ve yok eden mantığını temel alarak şöyle açıklıyor:
Medeni Erkek der ki: Ben Özüm, ben Efendiyim; geri kalan her şey Öteki-dışardaki, aşağıdaki, tabandaki, boyun eğen hizmetkar. Ben sahiplenirim, ben kullanırım, ben keşfederim, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim ne yaptığımdır. Önemli olan benim ne istediğimdir. Ben benim ve geri kalan her şey benim uygun gördüğüm şekilde istismar edeceğim kadın ve bakir doğa (s. 161).
Le Guin’in sözlerini ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum. Şu soruyu sormuştum kendime: Sonsuz hakimiyet arzusuna bir güç sarhoşluğuyla sahip çıkan efendi anlayışı, kadın ve doğayı denetleme ve tüketme uğruna ‘ev’ini parça parça kaybettiğinin, aşındırdığının nasıl farkında olamaz? Efendinin “dışardaki” diye addettiği her varlığın içeride olduğunu tekrar hatırlaması ne zaman mümkün olacak?
Dışavurumcu sanat uygulamalarının kadın dayanışmasına katkılarını düşündüğümde poiesis ve ecopoiesis kavramlarına ek olarak Victor Turner’ın bize kazandırdığı, Edith Turner’ın da Communitas: The Anthropology of Collective Joy (Communitas: Toplu Neşenin Antroplojisi) kitabında tekrar ele aldığı communitas kavramı da öne çıkıyor benim için.
Edith Turner’ın Alaska’da yaşayan Inupiat topluluğuyla katıldığı bir doğa ritüelinde topluluktaki bir üyenin dediği gibi: “Her şey yolundayken arkadaşlığımız bir çadır gibi kaplar hepimizi” (ix). Irkçılıkla, doğa felaketleriyle ve ölümle sürekli mücadele halinde olan Inupiat topluluğu üyeleri için communitas’ın içinde olmak hem iyileştirici hem de güçlendirici bir deneyimdir. “Communitas zayıfların gücü ile yaşar. (…) Communitas, aynı topluluğa ait kişilerin hemcinsleriyle deneyimlerini paylaşmaktan duyduğu keyiftir” (s. 2). Communitas olarak hareket etmek egonun kaybolduğu, bireylerin bir bütünlük içinde tüm dikkatlerini ortak bir amaca yönlendirdikleri bir deneyimi içerir (s. 3). Communitas olmak herhangi bir topluluk olmaktan farklıdır. Bu toplulukta rekabet yoktur. Bir amaca doğru ortak bir ritimle hareket edilir. Buluşma alanında oyun vardır ve sanatsal üretim ve ritüeller de bu oyuncu olma haline eşlik eder. Kuralları ve kısıtlamaları olan yapıların dışındaki bir yapıyı kurgulamayı ve içinde bir arada var olmayı içerir. Communitas zamanı geldiğinde ve gerekli olduğunda dağılabilir ve üyeleri yeni communitas’lar kurabilir. Communitas’da konuşulan dil ve iletişim şekli de önemlidir. Her communitas üyesi diğer bir üye ile var olmanın yollarını arar. Bakışıyla veya sözüyle diğer bir kişiyi sabitlemez; bir arada olma hali her bireyi canlandırır, şifalandırır.
Ursula Le Guin bir kadın üniversitesi olarak bilinen Bryn Mawr College’da yaptığı bir konuşmada baba dili ile anne dile arasındaki farka şiirsel bir bakışla değinir: “Anne dili (bu bağlamda biz bu dile şefkat dili de diyebiliriz), bir ‘sohbet’tir.” (s. 149) der. Sohbet kelimesinin İngilizce karşılığı olan “conversation” kelimesinin kökü “birlikte dönmek” demektir diye ekler. Türkçe’de sohbet kelimesinin eş anlamlısı olan muhavere (karşılıklı soru cevapla konuşma) kelimesinin etimolojisinde de dönme anlamı olduğunu görüyoruz. Birlikte dönmenin imgesi communitas’ın ruhuna da ne güzel denk geliyor. Dönen, dans eden, gerektiğinde duran ve yas tutan, gücünü bir aradalıktan ve birlikte üretmekten alan bir yan yana olma hali... “Anne dili/şefkat dili, sadece iletişim amaçlı kullandığımız dil değildir; ilişkiye ve bağlantı kurmaya hizmet eden bir dildir.” (s. 149) demeyi ihmal etmiyor Le Guin. Ne de olsa “(b)u dil gücünü bölmekten değil, birleştirmekten alır; birbirini uzaklaştırmaktan değil bir araya getirmekten alır. Kadın+ dili sessizliğin eşiğinde ve çoğu zaman da şarkının eşiğinde bir dildir. Hikayelerin anlatıldığı dildir.” (s. 150). Le Guin’in tüm önermeleri dışavurumcu sanat çalışmalarımızda communitas içerisinde deneyimlediğimiz sanatsal üretimlerimiz üzerinden birbirimize ve doğada yaşam veren her varlığa görünmeyen iplerle bağlı olduğumuzu görünür kılan ve her türlü yargılayıcı ve ayrıştırıcı dilden uzak olan bir alanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini gösteriyor bizlere.
Burgazada’da Martha Koyu deneyimi
2021 yılının Eylül ayından Şubat ayına eğitimlerine Zoom platformu üzerinden başlamış İstanbul Expressive Arts Ensititüsü’nün tümü kadınlardan oluşan üyeleri -veya communitas’ı- ilk yüz yüze/hibrid çalışmasını Burgazada’da gerçekleştirdi. Doğa ve fotoğraf temelli atölye çalışmalarımızı sonbahar ışığının turuncuya kaçan renklerini içimize çekerek adanın sessizleşmeye başlayan sokaklarında uyguladık. En önemli duraklarımızdan biri Martha Koyu idi. Bu koy ismini Burgazada’nın tanıdık simalarından Madam Martha’nın adını taşıyor. 1920 yılında Mısır’da Ermeni bir aileye doğmuş olan Martha, babasının işi nedeniyle İstanbul’a geliyor. Küçük yaşlarda bale dersi alıyor. Dans etmeyi ve süslenmeyi çok seviyor. Evlenip eşiyle ve çocuklarıyla yaz-kış Burgazada’da yaşamaya başlıyor. Denizi ve suyu ayrı seviyor Martha. Hatta adını taşıyan koydaki balıkçı vefat ettikten sonra, ondan geri kalan kulübeyi satın alıyor ve deniz kıyısında çok vakit geçirmeye başlıyor. Çocuk yaşında dans etmiş olması, bedeniyle kurduğu rahat ilişki ve doğayı kendi bedeninin bir uzantısı, ‘ev’i gibi görme hali ada sakinleri tarafından garip karşılanıyor. Yağmur yağdığında kovalara doldurduğu suyla yıkandığı ve “Allah’ın suyuyla yıkanıyorum.” dediği biliniyor. Deniz kabuklarından süsler yapıp takmayı ve adadaki genç kızlara ve kadınlara hediye vermeyi seviyor. Tüm bu alışkanlıkları dedikoduların daha da yükselmesine yol açıyor. Ne yazık ki Martha bu baskılara dayanamayıp hayatına son veriyor.
Martha koyunda yaptığımız çalışmada Martha’nın hazin hikayesini paylaştık. Bulunduğumuz koydan topladığımız doğal malzemelerle her birimiz bir heykel yaptı ve bu heykelin ilham verdiği bir şiiri paylaştı. Tüm heykelleri yan yana getirerek daha büyük bir heykel yapmayı denedik ve heykelin yaydığı titreşimlerle etrafında dans ettik. Bu bir yas dansıydı, bir yandan da Martha’nın ‘ev’de olma halini communitas olarak birlikte deneyimlediğimiz bir süreçti. Bu dansın sonunda adada karşılaştığımız bir duvar yazısından ilhamla communitas’ımıza “Ahenkle kal” dileği sızdı ve bizlerle kaldı. Martha’nın yasını tutarken kendimizi deniz kıyısında, yazın başında üzüntüyle izlediğimiz müsilaj için de yas tutarken bulduk. Communitas olmak belki neşeyi olduğu kadar, yasın ağırlığını da taşımamız için bize alan açıyor. Birlikte eğilip bükülmek, aynı titreşimlerde buluşmak, bazen köklenmek, bazen dönmek… Burgazada bize iki günlüğüne çok cömert bir ev sahipliği yaptı. Şehrin gri katmanlarından bizi çıkarıp ‘ev’de bir arada olduğumuzu hatırlattı. Yazın hepimizi mateme bürüyen orman yangınlarının ve devam eden müsilajın açtığı yaralar da tazeyken yas tutmanın, birlikte üretmenin, hikayelerimizi arayıp bulmanın ve yargılamadan döndürmenin iyileştirici gücünü hatırlattı. Martha’nın 21. yüzyıldaki gecikmiş communitas’ı olarak dönerek genişleyen şiirsel bir dil kurduk iki gün boyunca. Bu dili Marmara Denizi’ne de ahenkle bıraktık. İki günün sonunda kendi dilini kurmuş bir communitas olarak adadan ayrıldık.
Kaynakça
Atkins, S.; Snyder, M. 2018. Nature-Based Expressive Arts Therapy: Integrating the Expressive Arts and Ecotherapy. London and Philadelphia: Jessica Kingsley Publishers.
Ivanovich, K.A. 2021. “The Eco-Humanities as a Way of Coordinating the Natural and Human Being”. Ecopoiesis: Eco-Human Theory and Practice.
Le Guin, Ursula K. 1989. Dancing at the Edge of the World: Thoughts on Words, Women, Places. New York: Grove Press
Levine, Stephen K. 2011. “Art Opens to the World: Expressive Arts and Social Action”. Art in Action: Expressive Arts Therapy and Social Change, ed. Ellen G. Levine ve Stephen K. Levine. 21-31. London and Philadelphia: Jessica Kingsley Publishers.