Ayşegül Devecioğlu ile "Anatomi Dersi" kitabı üzerine

-
Aa
+
a
a
a

Anatomi Dersi kitabıyla bu yılki 69. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Ayşegül Devecioğlu’nu konuk ediyoruz.

Ayşegül Devecioğlu ile "Anatomi Dersi" kitabı üzerine
 

Ayşegül Devecioğlu ile "Anatomi Dersi" kitabı üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Derya Tolgay: Sait Faik Abasıyanık anısına her yıl bir öykücüye Sait Faik Hikaye Armağanı veriliyor. Darüşşafaka Cemiyeti ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları iş birliğiyle düzenlenen 69. Sait Faik Hikaye Armağanı Ödülü Anatomi Dersi öykü kitabı ile Ayşegül Devecioğlu'na verildi. Sevgili Ayşegül bugün stüdyoda. Hoş geldin. 

Ayşegül Devecioğlu: Hoş bulduk. 

D.T.: Stüdyodan birlikte yayın yapmak harika. Seni kutluyoruz Ayşegül. Okuduk kitabını. Çok çok güzel. Bizi çok düşündüren öyküler var. Birazdan onlardan bahsederiz. Ama ben önce seni tanıtmak istiyorum. Birçok gazete, dergi ve televizyonda çalıştın. Makalelerin, denemelerin yanı sıra 12 Eylül dönemini anlattığın ilk romanın Kuş Diline Öykünen 2004 yılında yayınlandı. Ve 12 Eylül darbesine dair bellek, unutma, hatırlama üzerine bir roman ile başlayan yazım serüveninin 2007’de yayınlanan ikinci kitabın Ağlayan Dağ Susan Nehir’ile devam etti. 2008 yılında da Orhan Kemal Roman Ödülü aldın. Ardından Kuş Uykusu, Başka Aşklar, Ara Tonlar, Güzel Ölümün Öyküsü var ve son olarak da Anatomi Dersi’yle Sait Faik Ödülü’nün sahibi oldun. Bu kitabındaki öyküler de çok hoş. Ödülün senin kitabına verildiği 11 Mayıs tarihinde ilan edildi.  Yani çok yakın zamanda aldın bu ödülü.  Kitaplarının hepsi de Metis Yayınları tarafından yayınlandı.   

Nevin Sungur: Tekrar hoş geldin Ayşegül. Adalar ve edebi üretimden yola çıkarak, bu programda başka yazarlar da ağırladık. Seninle de biraz  Adalı olmak, Adada yaşamak ve üretmek üzerine konuşmak istiyoruz. Sait Faik yıllarını Adada geçirdi, Adada kendi adına bir müzesi var. Sen de Sait Faik Ödülü’nü daha yeni aldın. Önce oradan başlayalım istersen. Bu ödülü almak sana neler hissettirdi?

 A.D.: Öncelikle Sait Faik'in, edebiyatçılığının, öykücülüğünün yanı sıra benim için çok ayrı bir anlamı var. Aslında bizim kuşak için çok ayrı bir anlamı var. Biliyorsunuz Sait Faik kendi döneminde, hatta aralarında Nazım Hikmet'in de bulunduğu bir yazar çevresi tarafından, bireyci olmakla, kendi dünyasından bir şeyler anlatmakla eleştirilmiş. Oysa yazdıklarının sonraki kuşaklar için öncü metinleri olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. Bizim evlerimizde çok Sait Faik vardı. 80’ler öncesinde Sait Faik kitaplarının, basılan evlerden emniyet bodrumlarına gittiğini hatırlıyorum. Hep kafamda şöyle bir soru vardı benim. Kendi kuşağım, yani 78 diye tabir edilen kuşakla, bir toplumsal değişim için mücadele eden bir kuşakla Sait Faik arasında nasıl bir ilişki olabilir? Sait Faik aslında dünyayı ve hayatı daha farklı anlatamayacak, hayatın eski tür metinlere ve eski tanımlara sığmayacak bir hâle dönüşmüş olmasından dolayı bir dil uydurmuş.  Çok da kalıplara sığmayan bu dil sayesinde aslında bizimle çok güzel bir kavuşma içinde olduğunu düşünüyorum.

Biz mesela şöyle bir şeyi hiç düşünmemiş bir kuşağız. Bir kırlangıç yuvasında ıslak saman sarısı, saçlı bir kadın oturur mu? Oturabilir. Bir ağaç dallarıyla birlikte içeri girebilir. Bulut pencereden içeri girebilir ve erik ağaçlarıyla konuşulabilir. Dolayısıyla burada Sait Faik'le benim kuşağım arasında çok özel bir bağ hissettim. Ben geçen sene Sait Faik Sempozyumu'na davet edilmiştim. Orada yaptığım konuşmada da bunları anlatmıştım. Benim için bu yüzden çok önemli Sait Faik Ödülü. Sevdiğim bir edebiyatçı, öykücü olmasının ötesinde…

Türkiye'de sanat, edebiyat desteklenmiyor biliyorsunuz. Köstekleniyor. Munzur Yasası çıkıyor. Ahmet Ümit'in kitabı poşete konuyor. Yavuz Ekinci'nin kitabı, terörle mücadele gerekçesiyle toplatılıyor. Yani baskı koşulları dışında bütün dünyada piyasanın da korkunç bir saldırısı var. Çünkü müthiş bir dilsel, kültürel manipülasyon var ve sanat da piyasanın baskısı altında. Sanatı, edebiyatı destekleyecek hiçbir özerk kurum yok. Şimdi bu felaket ortamında bu ödüllerin aslında edebiyatı, yazarları desteklemek anlamında önemli bir yeri var diye düşünüyorum. Hiç olmazsa bir parçacık. Ama bunu söylerken de tabii şunu da hiç aklımdan çıkartmıyorum. Ortada aslında mücadele etmemiz, dışında kalmamız ve direnmemiz gereken piyasa var. Mesela “Kitap piyasaya çıktı. Kitap raflarda yerini aldı” diyoruz. Benim de ağzımdan çıkıyor. Görünüşte masum bir laf. Ama bütün edebiyatını, sanatsal üretimin bu kadar piyasaya tabii olduğu bir noktada, tabii ödüller de aslında bunun bir parçası olmak zorunda.

Ama ben ödülümden memnunum.Bir de yanında köpeğiyle ve üstünde klasik ada kıyafetinde oturan bir Sait Faik heykeli olarak tasarlanmış ödül. O benim kıymetli ödülüm.  Tabii bu arada jüriye de tekrar teşekkür ederim.

D.T.: “Edebiyat dünyayı değiştirmede ve dönüştürmede iyi bir yoldaştır.” demişsin. Yas tutmayı, kayıplarımızı uğurlamayı, geçmişle yüzleşmeyi hiç yapmadığımız için tekrar tekrar da aynı şeyleri yaşıyoruz. Bu romanlar ve öyküler bunları tekrar hatırlamayı, belki yüzleşmeyi sağlıyor mu?

A.D.: Aslında belki soruyu şöyle sormak lazım. Mesela zaman zaman edebiyatın ne kadar harika bir şey olduğu, ne kadar okunması gerektiği, gibi şeyler duyuyorum. Ama mesela o metin senin hayatın ne kadar değiştiriyor? Yani değiştirebiliyor mu? Okuyup kenara koyduğun, ama ondan sonra hayatında, kendi iç dünyanda hiçbir şeyin değişmediği bir durum da söz konusu olabilir. Edebiyat da aslında dünyadaki birçok şey gibi yalıtılmış değil. Edebiyat da bir ortamın bir yaşam tarzının ürünü. Dolayısıyla edebiyat bize yoldaş olacaksa eğer, bence başka mekanizmalara da ihtiyaç var.

Benim okuduğum metinler benim dünyamı çok değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Ama bir taraftan, zaman olarak benim gençliğim hem de evde iyi bir kütüphane olması sonucunda kendimi insan olarak gerçekleştirebilecek bir fırsat çıktı önüme. Yani sonuçta çok kötü şeyler yaşanmış olsa da “ben insanım ve insan olmanın gereğini yapıyorum hayatta” diyebildim. Dolayısıyla edebiyat bana gerçekten yoldaş oldu. Şimdi mevcut koşullarda belki şunu bekleyebiliriz. Büyük bir maneviyat dünyası kaybı var günümüzde.  Şimdi maneviyat dünyası deyince insanların aklına hep din geliyor. Aslında din bunun çok küçük bir parçası. Yani orada olmaması gereken bir kavram hatta. Fakat insanın eşitlik, özgürlük için verdiği mücadelenin kanalları tıkandıkça ve dünya bu hale geldikçe, maneviyat dünyamızı din gibi şeyler dolduruyor. Bence edebiyat bu anlamda, yani maneviyat dünyamızın zenginleşmesi açısından önemli. Çünkü o olmadan aslında mücadele de olmuyor. Özellikle bizim gibii dünyayı bir değiştirme niyeti olan ve bunu da soldan yapan insanlar için tutunacağımız şeyler para pul değil, ama işte bu hayal. Ama gerçekleşmeyecek değil, gerçekleşebilecek bir hayal. Ayrıca edebiyatın siyasete de çok faydası var. Herhangi bir edebi metni ne kadar yalıtabilirsiniz onu bilmiyorum ama her edebi metin siyasi okumaya tabii kılınabilir ve dönemin de izini taşır diye düşünüyorum. Nitekim bu öykülerde de öyle aslında.

D.T.: Kimin söyladiğini hatılamıyorum ama özetle şöyle diyordu: Her okuduğumuz kitabın kapağını kapattıktan sonra, insanlar aynı kalmıyor. Mesela sen aynı Ayşegül olmuyorsun. Her kitabın bizi değiştirdiğini iddia ediyordu. Sence de öyle mi?  

A.D.: Bu elde ya da cepte olan bir şey değil. Yani öyle olsa çok iyi olurdu, ama değil. Bir edebi metnin dönüştürücü bir rol oynaması için insanın o dönüşümü yaşayabileceği bir hayatın, o zeminlerin, kanalların içinde olması lazım.   Bunun illa siyasi olması da gerekmiyor. Ama bunlara tamamen ket vurulduğu bir ortamda, bu da çok mümkün olamıyor. Bu konuda edebiyatçılarla devamlı imzalar yayınlıyoruz. Genellikle de ben başı çekerim.  “Arkadaşlar şu metin var, bunu şöyle yapalım” falan derim. Evet edebiyat susmadı. Edebiyat önümüzdeki dönem de susmayacak. Ama bunları derken bile, bunların bir çeşit insanı büyüleyen kolaycılığına mı kapılıyorum? “Ya da bunları söylemek tek başına yeterli mi, bir anlam taşıyor mu?” diye düşünüyorum. 

D.T.: Böylece konfor alanlarına mı kaçıyoruz? 

A.D.: O konfor alanları hepimizin hayatında var. Özellikle edebiyatla, sanatla uğraşmanın ayrıcalıklı bir yanı da var. Bu benim edebiyat ve sanat anlayışımın tamamen dışında bir şey sanki.  Aslında dünyayla iç içe olmadan herhangi bir metin yazma hakkı söz konusu değil bence. Ama genelde yazar hep şey diye hayal edilir ya mesela Ada buradan çıkmıştır.

N.S.: Bir taraftan edebiyatın potansiyel olarak dönüştürücü gücü var. Ama öte yandan yaşadığımız yerin de hayatımız üzerinde dönüştürücü bir gücü oluyor. Şöyle sormak istiyorum.  Adada yaşamak Ayşegül'ü değiştirdi mi ya da Ayşegül'ün edebiyat üretimine bir değişim katkısı oldu mu?

A.D.: Vallahi mutlaka olmuştur. Çünkü camın önünde bir ağaç varsa yani pencerenin önünde bir ağaç görüyorsan, onun bile hem evdeki hayata, hem de o evdeki insanların uğraşlarına etkisi vardır.  Bir de Ada tabii tarihiyle, korunabildiği kadar korunmuşluğuyla çok özel bir yer. Dolayısıyla etkisinin olmaması mümkün değil. Ben Ara Tonlar’ı Burgaz'da yazmaya başladım. Burgaz'ın o metnin içinde olmaması mümkün değil. Bir de tam tersini düşünelim. Ben şehirde bir binanın yirmi dördüncü katında otursaydım, onun da etkisi olacaktı. Yani o sırada çevremde olup bitmekte olan şeylerin de olacaktı. Yani yazma edimini ne zamandan, ne mekandan yalıtamayacağınıza göre mutlaka etkisi var. 

Adalı olmayı ben çok sevdim. Birisiyle birliktesin. Sevgilin var. Arkadaşların var. Özellikle sizin tanıyacağınız Gürsel'le, Gülten benim üst katımda oturuyorlardı. Çok hayatıma giriyorlardı. Çünkü yürüyüşler yapıyorduk.  Zamanımızı birlikte geçiriyorduk. Orhan Silier, Ayşe Erzan… 

D.T.: Adalar Demokrasi Meclisi...

A.D.: Referandum döneminde lokma dağıtmıştık Büyükada Meydanı'nda. Ben bas bas bağırıyorum. “Hayır dedirten lokma. Bu lokmayı yiyin hayır dersiniz” diye… Vapurlarda bildiriler dağıtmıştık.Yalnız benim Adayla ilgili duygularım atlar nedeniyle çok yaralandı. Yolda gelirken bunu söylesem mi, söylemesem mi diye çok düşündüm. Aslında burada hâlâ yaşayan arkadaşlarım var. Bence Ada atlardan dolayı çok büyük bir şey kaybetti. Bu o kadar derin bir yara ki aslında. Benim için milat gibi. Bütün o sürecin yaşanışı sırasında ortaya çıkan gayri insaniliklerde, dangalaklıklarla her şeyle birlikte düşününce... Bazı şeyler de gayri insani olsun diye yapılmıyor. Hayvan hakları dediğimiz haklar, doğanın hakları dediğimiz şeylerin içselleştirilememesi, onların nesneleştirilmesi yani bütün bunlarla birlikte bu da bir yekün. Yani o atlar çünkü birdenbire kaybolmadılar. Bir de insanların ciğerini yaka yaka bir süreç içinde kayboldular ki ben insanların neler yaşadığını, ne çaresizlikler yaşadığını biliyorum. Bir de bu kedi değil ki. Hani kedi olsa, sokakta kalmasın evime alayım ama atı?!  Başka bir şey yani, Bence burada Ada çok büyük bir yara aldı. Hani bunu nasıl telafi edilebileceğini ben bilmiyorum. Ada deyince oraya ayak bastığım andan itibaren aklıma ilk gelen ve bütün orada bulunduğum sürece böyle zihnimi çok şey yapan kurcalayan, perişan eden bir şey. 

D.T.: Sekiz yüze yakın at öldü. Bu çok büyük bir travma ve Adanın dönüşümü ve değişimi açısından tarihsel bir kırılma da getirdi. Otuz sekiz ilçe var ve ona benzeyecek otuz dokuzuncu ilçe olarak tüm özelliğini kaybedip motorize bir hale geçmiş durumda ve çılgın bir halde şu anda Ada gerçekten.

A.D.: Aslında atlar bir taşıma aracı değil. Bir canlı. Bunu çok içinde hissetmedikçe... Bu süreçte her türlü gayri insani şey yaşandı ve  hakikaten bilmiyorum nasıl sarılacak bu yara? 

D.T.: Bizden önce Ada onlarındı. Atların adasıydı orası aynı zamanda. Atlar tamamen göz önünden kaldırılıp, yok edildi. O hafıza kazınmaz, hatırlanır umarım. Biz de bununla yüzleşeceğiz herhalde. 

A.D.: Tüm varlıkların değersizleştirilmesi sonucu bütün bunlar. Ben edebiyatçıyım, benim için taşın da, ormanın da, dağın da bir şeyi var.

D.T.: Ruhu?

A.D.: Hani ruh demeyeyim de, o varlığa yabancı kalamazsınız. Yani bir dağ varsa orada, sen ona kayıtsız kalamazsın. Aslında atlar bu bütün canlıların, bütün canlı yaşamın nasıl değersizleştirildiğinin bir kanıtı oldu. Şöyle düşünün, orada sekiz yüz atın yok edilmesi aslında bize karşı yapılmış bir şey. Bu atlara karşı yapıldı ama bize karşı da yapıldı aslında. Bizim hayatımıza karşı yapıldı. O yüzden son derece ağır bir şey. Şimdi düşünüyorum bu düştüğüm çukurdan nasıl çıkayım da, güzel bir şey söyleyeyi diye…

D.T.: Az vaktimiz kalmış. Ben konuyu yakın gelecekte edebiyata çekeyim. Anatomi Dersi adlı kitabının son öyküsü çok hoş. Biraz bunun üzerine konuşalım. Bu öyküde yapay zeka var, edebiyat var. Muzur şeyler var. Hiç aklımıza gelmeyen, yaratıcı şeyler var. Ne dersin? Uygun mudur? 

A.D.: Tabii ki. Ben o öyküyü yazarken çok eğlendim. Şimdi insanlar edebiyatla daha haşır neşir olunca muhtemelen şöyle düşünüyorlar. Yazar böyle bir konuyu, işte bir meseleyi tartışmaya açmak için yazar. Aslında ben onu tam da eğlenmek için yazdım. Çünkü şimdi bir eleştirmen yazar mücadelesi var. Fakat ortada bütün bu eleştirmen ve yazarların durduğu tarihsel, toplumsal bir sahne var.

Her şey bunun önünde yaşanıyor ama aslında, bunlar da türlü çarpıklıklar içinde. Ne doğru düzgün bir eleştiri yapılabiliyor, ne de bunun bir karşılığı olabiliyor. Bu tür, yani bizi geliştirici zeminlerden çok  uzağız. Muhtemelen kafamda bu vardı. Kuş Diline Öykünen için de söyleyebilirim. Birçok insan “onu 12 Eylül'ü anlatmak için yazdı” diyecektir. Halbuki oradaki kadınla erkek ilişkisi beni daha çok ilgilendiriyordu. Yani yazarın bir meselesi varsa bile, o meseleyi biz orada,o mesele kılığında göremeyiz. Dolayısıyla içinde hepimizin olduğu bir yerdeyiz.Yani ben piyasanın dışındayım diye bir şey yok. Hepimiz oradayız. Hepimiz burada ne varsa bunun içindeyiz. Kısacası ben bu öyküyü kendimizle eğlenmek için yazdım. böyle bir noktaya varır mı iş? Yani işte bir dünyaya girip orada şey yapmak . Eğlence, eğlenelim. 

D.T.: Woody Allen bu senaryodan kendi tarzından bir film yaparmış gibi. 

A.D.: Zannetmem Woody Allen buna şey yapsın. Onda çok malzeme vardır.

N.S.: Programın sonuna geldik ama çok kısa bir şey sormak istiyorum. Sen hem gazeteci, hem yazar, hem de aktivist olarak hiçbir zaman siyasi mücadeleden kopmadım. Bir şeyleri değiştirmek için verilen mücadele, temelde, güçlü bir dayanışmayı gerektiriyor. Senin Adada yaşadığın dönemlerde verdiğiniz dayanışma ve beraberinde düzenlenen kampanyaları da düşün. İşte demin konuştuğumuz atlar meselesiyle ilgili olduğu gibi. Günümüzde Adalar çok büyük bir tehdit altında ve hani seçilmişlere, burada yaşayan halka rağmen sürekli tepeden inme yaklaşımla bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Aslında biraz Türkiye'de olup bitenlerin  mikro ölçekte devamı yaşanıyor Adalarda da. Bir dayanışma ve mücadele açısından baktığında, sen Adalardaki dayanışma ve mücadeleyi nasıl tecrübe ettin? Yeterli mi, eksik mi, yanlış mı?

A.D.: Yanlış diyemem ama,yetersiz ve eksik diyebilirim. Ama onun sebebi de aslında hepimizin orada yarattığı şey. Demokrasi Meclisi’nin içinde ben de vardım. Kalıcı bir meclisin, kalıcı bir örgütlenmenin, kısacası daha uzun vadeli bir perspektifin olması lazım. Çünkü sonuçta biz öyle bir yerde yaşıyoruz ki, iktidarın oraya bakınca “rant, rant, rant” diye ağzının suyu akıyor. Hedefte ve direkt tehlike altında.  Buranın sakinleri olarak herhalde çok daha zaman vermek, beşeri zaman vermek, emek vermek, akıl yormak gerekiyordu. Ama bundan sonraki dönemde biz çok akıllanacağız.

.