Bekir Ağırdır, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu öncesinde değerlendirmelerde bulunuyor.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Günaydın, merhabalar Bekir Ağırdır!
Bekir Ağırdır: Günaydın!
Özdeş Özbay: Günaydın!
Ö.M.: Seçime çok az bir zaman kala gerçeklikle gerçek olmayanın birbiriyle karışmasından oluşan çok tuhaf bir ortamın içindeyiz, montajlar vs. ve milliyetçi propagandalar birbirini kovalıyor. Nasıl değerlendiriyorsun ortamı Bekir Ağırdır?
B.A.: Bir kere bir savrulma hali var. Savrulmadan kastettiğim şu, bir taraftan müthiş bir moral bozukluğu, öbür tarafta da müthiş bir şımarma var. Bir yandan da bütün ülke iktidarıyla muhalefetiyle böyle bir milliyetçilik yükseliyor gibi bir ezberin peşinden, bir dehşet savrulma hali. Bunu her şeyden önce, son derece problemli görüyorum. Bu programın adı da ‘yeni bir yol haritası denemesi.’ Bir kere bu yeni bir yol haritasına ne kadar ihtiyacımız olduğu da anlaşılıyor. İktidarın da muhalefetin de özgürlüklerden değil de güvenlikten, demokrasiden değil de sadece istikrardan dem vurdukları bir tuhaf zaman aralığına sıkıştık bir kere. Birincisi bu, ama her şeye rağmen seçim süreci sürüyor.
Evet, Pazar günü son kararlar verilecek. Aşağı yukarı eğilimlerin değişmesi yani AKP’ye ya da Erdoğan’a 14 Mayıs’ta oy verip de şimdi Kemal Bey’e oy verme ihtimali olan ya da 14 Mayıs’ta Kemal Bey’e oy verip de şimdi Erdoğan’a oy verme ihtimali olan insanlar söz konusu değil neredeyse. Bu söylemlerle, bu milliyetçiliği yükselten, milliyetçiliği kutsayan, ötekileştiren bu dille de böyle bir dinamiğin harekete geçme ihtimali yok her şeyden önce. Her şeye rağmen, Pazar gününü belirleyecek önemli şeylerden birisi, katılım meselesi olacak. Bütün bu dürtüyü yani seçmendeki oy verme davranışı ya da oy tercihini dürtecek, değiştirmeyi düşündürtecek ya da önceki seçime gitmemişken şimdi katılımı arttıracak unsur, temel duygu milliyetçilik midir? Emin değilim. Bir kere bu son derece sorunlu görüyorum, ülkemin geleceği için de çok daha sorunlu görüyorum birkaç nedenle. Bir, iktidarın montaj videoları bile bu kadar doğallaştırması ya da muhalefetin, bütün toplumdaki bu kaygı, kuşku, seçimde hile var mı yok mu meselesine net bir açıklama yapmadan onun da bir bakıma doğallaştırılması. Toplumun bütün bu gerçeklikten, gerçek üstü ya da gerçek dışı, hani Levent Erdem’in kavramıyla ‘zahiri hakikat’ diyor o sanal gerçeklik yerine, bu ‘zahiri hakikat’ın bu kadar normalleştirilmesi ve meşrulaştırılmasını son derece sorunlu görüyorum doğrusunu isterseniz. Çünkü yarın gerçek bir problemi ve gerçek bir yanlışı nasıl tartışacağız? Yani hiçbir zaman artık doğruyla yanlışı ayırt edemeyeceğimiz bir hayatta o zaman her şeyi denetleyen, yalnız ve yalnız devletin ve iktidarın ya da iktidarda kim olursa olsun sadece iktidarın ve devletin bize anlattığı bir hikayeye teslim olma hali sağlıklı bir durum değil her şeyden önce. Çünkü ilginç olan şey vatandaşın, yurttaşın, seçmenin de bunun farkında olması. Farkında olmaz olur mu? Yani kime ne oy verdiğinin fotoğrafını gösterince bakkaldan pirinci, soğanı yarı fiyat ödüyor değil ki? Herkesin yaşadığı bir hayat var, bir de dinle değil bir başka hikaye var ortalıkta. Bu yarılma hali doğal olarak yarın gündelik hayatta ama kiracı, ama ev sahibi ilişkisinde, ama herhangi bir ticari ilişkide, herhangi bir başka konuda nasıl gerçekliğe veya hukuka sığınacağız veya gerçekliğin ve hukukun hakim olmasını gerektiren bir hikayeyi nasıl üreteceğiz?
Şimdi sonunda benim kaygım şudur ki, ülke ortak ufkunu kaybettiği gibi ortak yaşama iradesini de kaybetti. Üstelik de iki taraf birbirinin ne kaygılarının, ne umutlarının, ne endişelerinin, ne ihtiyaçlarını, ne taleplerini, ne de acılarını ve yaralarını anlamaktan vazgeçip o sanal gerçekliğin ya da ‘zahiri hakikat’in ürettiği bir takım efsanelerden kendi pozisyonunu ya da kendi sağırlaşmasına, kendi dilsizleşmesine razı olacağı bir psikolojik ortam bu. Yani beni dehşete düşüren kısmı, yok uydurulmuş ‘şu oldu, bu oldu’dan öte bu ruh hali ve bunu çok daha önemsiyorum. Çünkü önümüzdeki dönemde kim kazanırsa kazansın, ülkenin ortak yaşama iradesinin, ortak ufku kaybetmesinin duygu halinin, duygusal düzeyde çok daha hızlanacağı ve de üstüne üstlük de bunu o sanal gerçekliğin hikayeleriyle son derece meşrulaştıracağı, kendini sorgulamayacağı ‘yanlış mı yapıyorum acaba? O benim tanıdığım komşum, öyle değil ki’ demeyeceği ve kendini hep haklı göreceği bir tuhaf ruh haline doğru gidiyor ülke. Bunun da asıl müsebbibi, asıl sorumlusu da ortak bir hayali, ortak bir ufku inşa etmesi gereken siyasetçilerin bizatihi kendilerinin yaratıyor, yapıyor olması ve daha da ilginç olanı, muhalefetin de iktidarın aynen bu tarzına, tavrına dahil olarak yürüyor olması. Onun için sarsılıyorum her gün gördükçe bu saçmalıkları.
Ö.M.: Ahmet İnsel’in Birikim dergisinde çıkan özlü bir yazısı vardı, ondan birkaç alıntı yapayım izninle; “Türkiye’de 28 Mayıs’ta 14 Mayıs’tan çok daha açık bir biçimde fiilen bir halk oylaması, daha doğrusu bir plebisit yapılacak,” diyor İnsel. “Esas olarak bir kişiye, Tayyip Erdoğan’a ‘evet’ ya da ‘hayır’ oyu verilecek bu fiili plebisit vasıtasıyla Tayyip Erdoğan’a ‘evet’ diyerek Erdoğanizmin pekişmesi, iyice kurumlaşması ve yerleşmesi yönünde oy kullanmakla, Kemal Kılıçdaroğlu’na ‘evet’ oyu vererek, siyasi toplumsal ve iktisadi geleceğimiz açısından çok büyük bir tehlike oluşturan rejim biçimi ve onun liderliğine dur demek arasında seçmenler tercihlerini ifade edecekler. Her iki taraf seçmeni de neye oy verdiğini gayet iyi bilerek tercihini ifade edecek. Bazı çevrelerin cahil ya da aldatılmış seçmen analizlerinin tersine, iki adayın seçmenleri gerçekte ne istediklerini gayet iyi biliyor. Ne için oy verdiğini bilmeyen bir seçmen kitlesi, tam da istediğini bilen bir seçmen topluluğu ikinci kez sandığa gidecek ve bunun böyle olması gelecek açısından bu seçimi daha önemli kılıyor,” demiş. Özlü yazısının sonunda da şunu diyor, “Erdoğanizmin bize dayattığından başka bir Türkiye’yi hepimiz farklı tasarlayabiliriz ama Tayyip Erdoğan yönetiminin Türkiye toplumunu bugün içine soktuğu durum, iktidarda kalırsa götüreceği istikameti dikkate alarak bu farkı farklı tasarı ve özlemlerimizi öne sürmeden önce bu gidişe amasız, fakatsız dur dememiz gerekiyor. Bu gidişe şimdi ve burada dur demenin önemi ve bunun mümkün olan en yüksek oranda ifade edilmesinin sorumluluğunun bilincinde olarak 28 Mayıs’ta ‘yeter artık, dur!’ çığlığının duyulması ve üstün gelmesi için sandık başına gideceğiz,” diyor Prof. Ahmet İnsel, ‘Her Şeyden Önce Yeter Artık Dur Demek’ başlıklı Birikim’deki yazısında. Ne diyorsun?
B.A.: Evet. Yani Ahmet Hocanın bu tespitlerine katılıyorum. Böyle olmamalıydı, muhalefet çok daha önceden hikayeyi değiştirmeliydi ama sonuçta bu seçimi belirleyecek dinamik ‘Erdoğan’la tamam mı devam mı?’ya dönüştü, birincisi o. İkincisi de Erdoğan’la tamam veya devam diyenler yok manipüle edildiler, yok cahiller mi, öyle mi böyle mi ya da batının etkisinde mi kaldı, ötekinin etkisinde kaldı gibi efsanelerin gerçek olmadığını, ben de seçmenin bilerek, isteyerek oy verdiğini düşünüyorum. Bu birincisi, yani hile-hurda açıklamaları ya da manipülasyon açıklamaları karşı karşıya olduğumuz tablonun bütününü açıklamaya yetmiyor. Elbette evet, bütün bunlar var. Az veya çok belki ama hikayeyi buradan açıklamak doğru değil. Burada aramamız gereken şey seçime hangi dürtülerle bütün bu gerçekliğin içinde davranıyor. İşte biraz önce konuştuğumuz o sanal gerçeklik, öbür hikayeler meselesi. Birazcık da o pozisyonları bilerek, oy verirken o pozisyonları meşrulaştıran bir alan açıyor her şeyden önce. Sonuçta bu seçim ‘Erdoğan’la tamam mı devam mı?’ seçimine döndü ve zaten sorun da biraz buradan kaynaklanıyor. Yani muhalefet ve Kılıçdaroğlu başka bir hayatın mümkün olduğunu ekonomik vaatlerin dışında anlatmadığı, anlatamadı. Önceliği bu değil, kaldı ki ikinci tur için de son 10 gündür tanık olduğumuz hikayede tümüyle sanki seçmen milliyetçilikle oy verdi, biz daha milliyetçi bir söyleme yönelelim demek.
Ö.Ö.: Herhalde ilk turda oy verenleri de cepte farz ediyor.
B.A.: Evet.
Ö.Ö.: ‘Bunlar kesin var, artı 5% alırsam bitti bu iş,’ diyor. İlk turdaki ittifak ilişkileri de böyleydi, sizin de analizlerinizde vardı, o bile tam işlememiş. Yani DEVA, Gelecek ve SAADET Partileri AKP’den %2, %3 koparmış olması gerekiyordu, o yüzden zaten ittifak kurulmuştu. Pek öyle olmamış, daha çok Cumhur İttifakı’nın diğer üyesi Yeniden Refah’a gitmiş gibi duruyor.
B.A.: Evet. Bu milliyetçi açıklaması, milliyetçi bir yerde seçmen açıklaması doğru değil yani eksik ya da hikayenin bütününü açıklamıyor. Elbette böyle milliyetçilik mi yükseliyor? Peki ama şimdi CHP’nin ya da Kemal Bey’in söylemlerine bakınca daha milliyetçi, Suriyeliler meselesinde en azından, neye o etki üretme? Ya da İyi Parti MHP’den daha mı az milliyetçi? Eğer milliyetçilikse mesele ya da Sinan Oğan’ın arkasındaki o beş – beş buçuk puanlık oy sadece Sinan Oğan’ın yeni bir ülkücülük tarifinden mi kaynaklanıyor? Böyle değil ki? Sinan Oğan’ın veya Zafer Partisi’nin yahut diğer aktörlerin kararıyla onların seçmenleri oradan oraya geçiyor değil. Bunu da konuştuk biliyorsunuz, ikinci tur bir muhasebe işlemi değil. ‘Birinci turdakileri toplayıp şu hesabı yaptık, şöyle mühendislik kurguladık’ hikayesinden de olmayacak. Dolayısıyla burada bir kere hepimizin, ben dahil hepimizin yeni baştan serin kanlılıkla seçmene niye hikayeyi doğru anlattık - anlatamadık meselesine kafa yormamız lazım. Pazar akşamı çıkacak sonuç ne olursa olsun. Evet, Pazar akşamı her türlü ihtimal halen masadadır, vardır çünkü sonuçta konuştuğumuz üç milyon fark, yani iki milyon seçmen fikir değiştirdiğinde ya da fikir değiştirmek deyince ille o vereceği adayı değiştirmeyebilir. Ama bir taraftan ‘sandığa gitmeyen bir milyon seçmen öbür taraftan eklenecek’, ‘iki milyon seçmen gibi minik sayılarla bütün bu hikayenin sonucu değişecek ama’ açıklamalarını, bütün o sonuca bağlı olarak açıklamalardan vazgeçebiliriz ya da açıklamalara aşık olabiliriz diye bakmamak lazım. Samimiyetle Kemal Bey de kazansa, samimiyetle ne oluyorsa, samimiyetle topluma neyi eksik anlatıyoruz, neyi kurguluyoruzu konuşmamız, düşünmemiz, açık fikirlilikle, serin kanlılıkla konuşmamız lazım. Ne yazık ki Ahmet Hocanın işaret ettiği hedefi ya da kaygıyı paylaşan insanlar bile, ne kadar serinkanlı tartışabiliyoruz bu meseleyi, ondan da çok emin değilim. O nedenle bildiğimiz her şeyi baştan masaya yatırıp konuşmakta yarar var. Kim kazanırsa kazansın. Sonuçta Pazartesi sabahı bambaşka bir ülkeye uyanmayacağız. Ülkelerin iflasları, şirketlerin ‘konkordato ilan ettim, kepenkleri indirdim’ dedikleri gibi elbette olmuyor. Bu ülkede hayat devam edecek ama nasıl devam edecek ve nasıl olmalı? Seçmenle ilişkiyi nasıl kurmalıyız? İnsanların umutları, ihtiyaçları, talepleri, kaygıları nedir? Bunları yeni baştan düşünmemiz lazım ama görünen şu; bugün devlet dediğimiz yapıda iktidarla beraber tümüyle güvenlik temelli ve güvenliği de sınır güvenliği diye anlayan ve içeridekileri ötekileştiren yani milliyetçilik esas itibariyle kendini yüceltmekle dışarıdaki düşmana karşı kendilerini kısma hali değil mi? Bizde peki yükseliyorsa milliyetçilik ya da milliyetçilik, gerçekten varsa hedefi yurt dışındaki ya da Türkiye dışındaki Türkiye ulusu ya da Türk toplumunun dışındakiler değil ki, kendi dışındaki farklı düşünenler. Buna milliyetçilik diyebilir miyiz? Farklı, içinde farklı düşünenlere, kendi içindeki farklılıklara, davranışı milliyetçilik yükseliyor diye mi anlamalıyız? Lümpenlik, şovenizm, kutuplaşma diye mi?
Ö.Ö.: Irkçılık.
B.A.: Evet, öyleyse bütün bu hikayeye yeni baştan, sadece Pazar günkü sonuca bakarak unutamayız. Yani yeni baştan bütün bunları tartışmamız lazım. Onun için daha temkinli konuşmaya çalışıyorum. Pazar günü şu olur bu olur demeden, ne olursa olsun ama içtenlikle o yeni yol haritasını konuşmamız lazım. Tam da o nedenle, o kitabı ben seçimlerden önce yayınladım, seçimin sonucuna bakarak değil. Çünkü baştan itibaren şuna itirazım var, bırakın, milliyetçilik meselesini bile bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların hiçbirisi ve bu ülkedeki 85 milyon yurttaşın hiçbirisi bir liderin kim olursa olsun, ister Erdoğan ister Kılıçdaroğlu, bir liderin bilgisi, fantezisi, hayalleri ve ütopyasıyla sınırlı bir hayata mahkum edilebilir mi? Doğru mu bu? Yanlış olan zaten bu kısmı meselenin ve bunu seçmene anlatamadık ya da muhalefetin de zaten böyle bir derdi olmadı. ‘Oyu bana verin, her şeyi ben hallederim’ diye bir anlatı. O zaman da bütün bu anlatıları hayata geçirebilme, kas gücü olana birinci turda biraz daha yaslanmış oldu. Ama bütün hikaye de bitmiş değil. Seçmen Pazar günü oy verirken kime, neye, niçin oy verdiğini bilerek verecek. Ama o ‘niçin’ sorusunun cevabında sonuçta seçmeni suçlamak, toplumu suçlayarak bulacağımız her cevap yanlış kapıya çıkar. Çıkıyor nitekim zaten. Bu ülke 2011’den beri bu tartışmaları her yerel seçimden, genel seçimden, referandumdan sonra yaptı tekrar tekrar.
Ö.Ö.: Biraz evvel bahsettiğiniz kitabım dediğiniz Aralık ayında çıkan Bize Yeni Bir Söz Lazım - Türkiye İçin Yeni Bir Siyaset Arayışı kitabı. 2022 Aralık’ında Mundi Yayınları’ndan yayınlanmıştı.
Ö.M.: Evet, üzerine program da yapmıştık. Bu lümpenleşme meselesi son derece önemli. Yani biraz sosyolog Émile Durkheim’ın da İntihar kitabında, çok uzun yıllar önce yani 100 küsur yıl önce yazdığı kitapta, ‘anomi’ diye yani toplumun, bireyin, yurttaşların toplumla bağının kopmasına yol açacak bir durumdan bahsedip intiharların da artmasından söz ettiği durumu da hatırlatıyor zaman zaman. Benim aklıma da şu geldi bu sabah, çok kısa ama önemli bulduğumuz bir habere değindik ilk dakikalarda, depremzede olduğunu söyleyen beş yaşındaki bir Türk çocuğu Hollanda’da tek başına bulunmuş. Tek kelime Hollandaca bilmeyen çocuğun ülkeye nasıl geldiği bilinmiyor. ‘Büyükşehirde tek başına’ başlığıyla Hollanda polisi Instagram hesabından açıklamış. Şehir merkezinde yalnız başına dolaşırken, bilmediği bir dilde, bilmediği bir ülkede depremzede olduğunu, 6 Şubat’taki depremde anne ve babasının yaralandığını söylemiş. Bu konuda milliyetçilik asıl bu çocuğu benimsemekte değil mi?
B.A.: Evet aynen öyle. Görünen şu ki milliyetçilik meselesi, yani seçmen bence ortak hayatta kaygılarından hareket etti, bireysel hayatında vaade baktı ve ‘vaatlerde de birisinin yapma gücü var’ diyor ama ortak hayattaki alana, asıl hikayenin nasıl çalışması, nasıl olması gerektiği, toplum olmanın, ortak kadere inancın, ortak geleceğe kabulün, ortak ufka bakmanın gereği konusunda çok eksiklik var. Ve orada da insanlar güvenlik kaygısıyla hareket ettiler. Bir kısmı kimlik, bir sürü açıklama var elbette ama sonuç olarak seçmen ne yaptığını bilerek yapıyor diye düşünüyorum. O nedenle sadece cehalet vs. açıklamalarından sıyrılarak biraz daha soğukkanlı bu hikayeye bakmak lazım.
Bir yandan da mesela bütün teorileri, siyaset biliminde de buna benzer hikayeler, batıda da var, bütün hikayelerde de var. Geçen hafta Yunanistan’da da seçim yapıldı, orada da aynı hikayeler tartışılıyor. Bütün dünyada konuştuğumuz hikaye bu durumdan çıkışa dair bir umut siyaseti henüz ne bizde ne başka ülkelerde çok baskın biçimde toplumlarda kabul edilmedi. Belki literatürdeki, teorideki süreç kavramını da yeniden tartışmak ve araştırmak durumundayız seçimlerin sonucu ne olursa olsun. Çünkü Türkiye bir yandan da bir vaka analizi laboratuvarı. Yani 2017’den beri aşağı yukarı bir referandum, bir yerel seçim, bir genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi yaptık. İimdi de işte altıncı yılında bu seçimleri yapıyoruz. Altı yılda bile oy oranlarından bakıldığı zaman, evet, yarım puanlık değişimin çok büyük siyasi sonuçları olacak Ahmet İnsel’in söz ettiği gibi. O yarım puandan öte baktığımız zaman toplum işte 50’ye 50, karpuz gibi ayrışmış, bölüşmüş, bölünmüş durumda. Dolayısıyla asıl karşımızdaki problem bence budur. Ama şunu biliyoruz, iktidar devam ederse bu problemi çözmekten yana değil tam tersine bu problemin varlığından güç alıyor ve bunu körüklemeye devam edecek. O zaman da her şeye karşın bu iktidarın durdurulması ya da değiştirilmesi bir başlangıç noktasıdır. Onun için herkesin sağa sola saldırmak yerine gerçekten Pazar günü hem oyuna, hem sandıklara sahip çıkması, ülkenin geleceğine sahip çıkması gerekiyor.
Ö.Ö.: Son dakika haberi vermiş olayım muhalefetin. Bizim gibi düşünenler açısından olumsuz bir haber ama Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ 11:00’de açıklama yapacağını duyururken bir tweet attı. Şöyle söylüyor, CHP Gençlik Kolları’nın duvarlara ‘Suriyeliler gidecek’ yazılarıyla boyamasını paylaşmış. Yani CHP’nin kampanyasını paylaşmış, yönünü de belli etmiş ve şöyle diyor, “Elinize sağlık, size Zafer Partisi’nin şablonlarını verelim. Söz, ben İçişleri Bakanı olarak yollayacağım Suriyelileri. Sadece Suriyelileri değil, Türkiye’yi dünyanın lunaparkı zanneden, kadınlarımıza cariye muamelesi yapan, sokaklarımızı uyuşturucu cennetine çeviren, selefi cihatçı örgütlenme yapan ve yılda 11 milyar dolarımızı yiyen herkes gidecek. Bugün saat 11’i bekleyin,” demiş. Bir tür yönünü belli etmiş ama her zamanki gibi Suriyelilere yönelik ayrımcı, hatta açıkça ırkçı söylemlere de devam etmiş. İçişleri Bakanı olacağını söylemesi ilginç burada. Bakalım, doğru mu göreceğiz.
B.A.: İş artık böyle pazarlıklara döndü. O zaman neyse de şimdi dönüp aktörler üzerinden değerlendirme yapmak işin birazcık kolay tarafı, mümkün olduğunca ondan uzak durmaya çalışıyorum. Ama Türkiye’nin şu andaki problemi bu değil bence. Ne yazık ki siyaset buraya kilitledi meseleyi. Sonuçta güvenlik temelli konuşuyoruz birincisi. İkincisi bütün bu görüşmeler, Sinan Oğan meseleleri vs. bakıldığı zaman söylenecek çok şey var elbette. Ama dediğin gibi, hikayeyi sadece aktörlerden okumak ve seçimin sonucunda puanı kimin aldığına bakarak yorum yapmanın eksiklik olduğunu samimiyetle bu programın adı, jingle’ında, başından beri ifade ettiğimiz o yeni sözün, yeni yol haritasının serinkanlılıkla tartışılmasının vaktinin geldiğini ve hatta geçmekte olduğunu düşünüyorum.
Onun için her şeye rağmen mutlu olma, evrensel doğrular için, bu toprakların 12 bin yıllık birikimi ve geleceğe hareket yönü için bile bütün bu ara dönemin dışında düşünmek gerekiyor. Pazar günü bu gözle oyumuza sahip çıkmak gerekiyor. Şu üç günde bile bence sadece ‘hile mi oldu?’, ‘cahiller mi oy verdi?’ tartışmasına kilitlenmeden ve Suriyeliler meselesine de kilitlenmeden birazcık ülkenin geleceğini düşünerek ve kendi geleceğimizi düşünerek, sadece çocuklarımızın geleceğini de değil. Biliyorsunuz bu seneki mottom ‘umudumu miras bırakmam’ diyordum. Hala da umudumu miras bırakmak istemiyorum, onun için başka bir şey yapılması lazım. Toplumda her birimizin, her kesimde komşusuyla, öbür seçmenden cahillik, suçlama vs. üzerinden değil yeni baştan hiç olmazsa kendisine soru sordurtma üzerinden başka bir şey yapılması için. Hala da bu mümkün çünkü sonuç olarak konuştuğumuz şey, demin de dediğim gibi, iki milyon mertebesinde bir oyun bir tarafa değil, öbür tarafa doğru meyil etmesi meselesi. Bu da muhtemelen mümkündür. 2019 Yerel Seçimleri’nden sonra İstanbul’da yerel meclis oluşmuştu. AKP ve MHP üyelerinin çoğunlukta olduğunu da gördü İstanbullu seçmen. Ama AKP’lilerin bir kısmı sandığa gitmedi. Asıl 31 Mart’ta sandığa gitmeyen gençlerden de 4 puana yakın insan ikinci tura gelip Ekrem Bey’den yana oy kullandı. Dolayısıyla bunu bir kez daha başarmak, bunu mümkün kılmak için çabalamaktan başka çare yok. Ama Pazartesi sabahı her halükarda kim kazanırsa kazansın biraz önce konuştuğumuz bütün konular ve sorular önümüzde geçerli ve asıl mesele de odur. Yani gerçeklikten bu kadar bağımız koparak sadece İHA’lar, SİHA’larla bir güvenlik temelli hayat kurgulamak ya da bunun mümkün olduğunu sanmak ya da bunu teknik olarak yapabilsek bile, başarılsa bile sokaktaki her bir adımı denetleme mümkün olsa bile ki örneğin Kuzey Kore var işte, yapıyor her şeyi, peki insanları mutlu mu? İnsanları refah içinde mi yaşıyor? Kuzey Kore 50 sene sonra daha refah, daha müreffeh bir ülke mi olacak? Hayır olmayacak. Bunu Kuzey Koreliler de biliyor, dolayısıyla hikaye başka bir şey aslında. Aramakta olduğumuz şey ‘üç gün bütün bunları yeniden düşünmeye yeter mi?’ demeden uğraşmak ve son dakikaya kadar çabalamak gerekiyor.
Ö.M.: Evet bir ufak alıntı daha yapmama izin verirseniz, Hakan Altınay’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Medeni kitabında bu çok enine boyuna tartışılıyor ve şunu söylüyor ‘siyasi ile medeni arasındaki fark tam olarak nedir?’ sorusuna, “Siyasinin temel derdi güç ve iktidar iken medeninin odağı müşterekler ve muhabbet. Dikey ilişkileri ve güce duyarsız bir medeni olamayacağı gibi müştereklere, muhabbete kör ve sağır bir siyasi ve tehlikeli bir yeni mutasyon olacaktır.” Kitabın ilk bölümlerinden birinde, Vakayiname programında da bunu ele alacağız, “Sonuçta neyse ki toplum ve iktidar partisi sadece güç perestlerden oluşmuyor. Kin ve kibir telkin edenler kendi tepkilerini de oluşturuyor. Birileri de medeni onama işi için kolları sıvıyor. Ya hırpalanmış medeniyi sağaltıp güçlendireceğiz ya da medenisi kaçmış siyasetin kanseriyle çürüyüp çökeceğiz. Seçim neyse ki bizim, hepimizin,” demiş bir bölümünde kitabın Hakan Altınay.
B.A.: Evet. Yani uğraşmaya devam.
Ö.M.: Uğraşmaya devam.
B.A.: Çabalamaya devam, düşünmeye devam ve çalışmaya devam.
Ö.M.: Evet aynen öyle. Peki çok teşekkür ederiz, bitiriyoruz bu noktada.
B.A.: Kolay gelsin efendim.
Ö.M.: Çok teşekkürler.
Ö.Ö.: Teşekkür ederiz.