“Oyların bölünmesi” tedirginliği üzerine

-
Aa
+
a
a
a

Bekir Ağırdır; seçime yönelik anketlerin sonuçlarını, seçmenin “oyların bölünmesi” konusunda yaşadığı tedirginliğin haklı olup olmadığını ve seçime giden Türkiye’deki atmosferi değerlendiriyor.

“Oyların bölünmesi” tedirginliği üzerine
 

“Oyların bölünmesi” tedirginliği üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın, Bekir.

Bekir Ağırdır: Günaydın.

Ö.M.: Biraz önce T24'te Cumhurbaşkanı adaylarının ve ittifakların oy oranlarındaki son durumu gösteren, dört anket şirketinin ortalaması alınarak hazırlanmış bir derleme yayımlandı. Ve buna göre Millet İttifakı'nın adayı Kılıçdaroğlu, seçiminin ilk turunda yüzde 47,64 oy oranı alıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın oyu ise yüzde 44,22 oranında. Buna göre seçim ikinci tura kalıyor.

B.A.: Paylaşılan bütün o anketlere bakarak genel eğilimi söylemek mümkün. KONDA, bütün bu spekülatif tartışmaların dışında kalabilmek için, hiçbir zaman aralarda anket yayınlamadı. Seçimden önceki Perşembe günü hariç. Onun için KONDA’nın sayılarını söyleyemiyorum ama sözünü ettiğiniz sayılar üzerinden de yine birkaç temel, paralel şey olduğunu da not etmek isterim. 

Ancak bir, iki karakter var. Bunca yorgunluğa ve yanlışlığa; pandemi, ekonomik kriz gibi bütün bu yaşananlara rağmen iktidar kanadının ve Erdoğan'ın oyunun hâlâ yüzde 42-45 aralığında seyrediliyor olması bir önemli karakter. Halbuki bir yıl önce çok daha yüksek oranda gerilemişti. Ama görüldüğü gibi Cumhur İttifakı ve Erdoğan'ın oyu bu oranlar mertebelerinde seyrediyor… İkincisi, Kemal Kılıçdaroğlu burun farkıyla önde. At yarışçılarının jargonuyla söylersek… Ama o burun farkı, bir puanla iki puanla değişiyor. Kabaca görünen böyle bir durum var. Yani muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı; AK Parti, MHP toplamının bir adım önünde ama hâlâ yüzde elli değil gibi görünüyor. Üçüncüsü ise seçim kabaca baktığımızda birinci turda değil, ikinci turda bitecek gibi görünüyor. 

Her şeye rağmen bu araştırmaların ya da bu sayıların hepsi seçimden 14 gün önceki pazar gününe ait sayılar. Yani aradaki 14 gün var. Örneğin bugün Kemal Bey'in Ali Babacan'la video çekmiş olması, İzmir mitinginde sekiz liderin eşleriyle beraber sahneye çıkması gibi “bir aradalığı” öne çıkaran, kampanyada vites değişikliği yapan bir politika izleniyor. Doğudaki mitinglerde de, Ağrı ve Van'da da öyle. Oradan bir değişiklik beklenebilir ama beklenen değişiklikler yarım puan, bir puandır. Bir yandan da iktidarın kas gücünü kullanarak yaptığı hamleler var. Seçmenin ruh halini sosyal medya üzerinden, informal, bel altı birtakım işler yaparak ya da ahlak dışı işler yaparak etkileme kapasitesini de sıfırlamak mümkün değil. Çok da yanlış değil T24'teki haber. 

Ö.M.: Seçimin ikinci tura kaldığı senaryo da ele alınmış bu haberde. Yedi anket şirketinin verileri üzerinden hesaplanmış. Buna göre Kılıçdaroğlu yüzde 52 oranında oy alarak ikinci turda seçimi kazanıyor. 

B.A.: Oy oranları konuşulabilir. En azından bakıldığı zaman ikinci turda Kemal Bey artık burun farkıyla değil net biçimde kazanacak görünüyor. Ama aradaki on dört günde neler olur? Neler değişir? Dikkate almakta yarar var. Muhalefet kesin kazanıyor diyemiyoruz. Yani buradaki problem şu: “Erdoğan yeniden seçilirse, Erdoğan iktidarı devam ederse olumlu mu olur, olumsuz mu olur ülke açısından?” gibi bir değerlendirme yapıldığında toplumun ya da seçmenin üçte ikisi net biçimde “olumsuz olur” kanaatindeyken, muhalefetin bu üçte ikiyi konsolide edememesi ya da onları tatmin eden adaylar, manifestolar, programlar, vaatler ya da organizasyon, siyaset tarzı üretememiş olması ve iktidarın da yavaş yavaş kas gücüyle bir şeyleri değiştiriyor olması. 

Özdeş Özbay: Üstelik bir de deprem oldu. Antep gibi AKP'nin çok kuvvetli olduğu yerleri de vurdu. 

B.A.: Elbette geriliyor. Ama sonuç olarak oy oranlarına bakıldığı zaman, üç ittifak arasında görece ilk sıradaki ittifakı oluşturuyor. Ama iki ittifakta da (yani hem Millet İttifakı hem de Emek ve Özgürlük İttifakı) Kemal Bey’e oy verdiği için burun farkıyla geçiyor. Seçmenin şikayetleri ya da ülkenin problemleri üzerinden bakınca “şimdiden zaten yüzde 60’a 40, bu seçim bitti” diyen heyecanlı bir bekleyiş olması gerekirken endişeli bir iyimserlik var. 

Ö.M.: Oyların boşa gitmesi ihtimalinden de kaygılı bir şekilde söz ediliyor. 

B.A.: Bu konu Türkiye'de hep tartışılır. Herhangi bir dernekte, vakıfta bile genel kurul yapılıp, yönetim kurulu seçimi yapılacak olsa, iki liste çıkarsa hemen büyük abiler devreye girer. “Olur mu? Ayrılığa ne gerek var? Tek liste yapın” derler. Biz de bunu demokratlık sanırız. Bu, böyle bir ruh hâli.

Ö.Ö.: Apolitik bir yandan, öyle değil mi? 

B.A.: Evet. Yani hayatın gerçekliğine de aykırı. Tabii ki kritik eşikler var ve kritik eşiklerde oyların bölünüp bölünmemesi önemli. Yani bu Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların bölünüp bölünmemesi ya da Kemal Bey'in birinci turda seçilemiyor olması, Muharrem İnce ve Sinan Oğan'ın aldığı oylarla ilgili. Kategorik olarak Muharrem İnce ve Sinan Oğan aday olmasa bütün o oylar kategorik olarak Millet İttifakı'na mı çalışacak? Onu söylemek çok da mümkün değil. Çok varsayımsal. Bu tartışmayı üreten şey şu: “Millet İttifakı'na mı; Emek, Özgürlük İttifakı’na mı oy verelim?” tartışması. Muhalefet açısından bunu gündemde tutan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın içinde TİP’in ayrı listeyle giriyor olması. Şimdi bir kere “Bu oyları kimin bölüyor, nasıl bölüyor? tartışması çok soyut bir tartışma. TİP meselesi özellikle burada tartışılan şey. 

“Ülkedeki her farklı siyasi geleneğin parlamentoda olması önemli” 

Seçim sistemimiz gereği olarak, ittifak hâlinde seçime girdiklerini Yüksek Seçim Kurulu'na bildirmiş olan partiler: Yeşil Sol Parti ve TİP, Adları da Emek ve Özgürlük İttifakı. Bu partilerin toplam oyunun yüzde 7’yi geçmesi, o ittifak içindeki her bir partinin yüzde 7’yi geçmiş gibi (yani barajı geçmiş gibi) milletvekili hesabına dahil olmaları sonucunu üretiyor. Dolayısıyla bu noktada TİP’in barajı geçme meselesi yok. Ama ikinci bir baraj daha var biliyorsunuz. Türkiye'de partilerin Hazine yardımlarından yararlanabilmeleri için yüzde 3 oyu geçmeleri gerekiyor. Hazine yardımı meselesi ise ittifak hâlinde değil, her partinin kendi oyuna göre hesaplandığı için TİP’in bir meselesi var. TİP’in oy almasıyla, oylarının bölünmesi ya da milletvekili sayısının azalması sonucu ortaya çıkmak zorunda değil. Onu bugünden söylemek mümkün değil.

Ve son soru da şu: “TİP’in aldığı oylar, AKP’ye mi yarar?” Şimdi orada matematiksel bir durum var. Matematiksel olarak TİP’in varlığı ya da iddialı olduğu iller Anadolu illeri değil. Metropoller… Yani metropollerdeki (her ne kadar adı itibarıyla İşçi Partisi olsa da) oylar esas itibariyle bizim endişeli modeller dediğimiz eğitimi de yüksek kesimlerden geliyor. Özgürlük ve demokrasi meselesinde kafaları daha net. Ama bu iktidarın gidişi konusunda da arzuları ve pozisyonları da çok net olan bir küme. Yani İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Bursa'da ya da Muğla'da oy alınacak TİP. Oralarda ise kabaca baktığımız zaman Kütahya’da, Afyon'dan ya da Tokat'tan 50-60 bin oyla belki bir milletvekili gelecekken TİP’in oy aldığı yerlerde 90 ila 110 bin arasındaki oyla milletvekili seçimi gerçekleşecek. Dolayısıyla TİP’in aldığı o 2,5 ya da 3,5 oy, 8 milletvekilliği kazandırmayacak zaten. Yani o tür bir beklenti yok. Anketlerde de görünen bir TİP patlaması yok. Ama bu 2 veya 3 milletvekili çıkarmaya yarar mı? Yarayabilir gerçekten. Peki bu milletvekilleri ya da TİP ayrı liste yapmasaydı, bunlar HDP'nin yani kategorik olarak Yeşil Sol Parti’nin milletvekili kazanması sonucunu üretir miydi? Böyle bir sonuç üreteceğini söylemek mümkün değil. Çünkü HDP'nin varlığı nedeniyle, biraz önce sözünü ettiğimiz o sosyolojik kümenin sayısının ne kadar olduğunu söylemek mümkün değil. Ama Kürt siyasetine bakış nedeniyle HDP'ye değil CHP'ye ya da farklı yerlere oy veriyorlar. Bir de oy vermeyen seçmen kümesi var. Özetle TİP’in varlığı, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın oyları bölünecek anlamına gelmeyebilir. 

Türkiye'nin problemleri üzerinden baktığımız zaman, eğer Cumhurbaşkanlığı değişimi sağlanmışsa ve parlamentoda yeni bir büyük uzlaşma inşa edecek, ayrıca güçler ayrılığının esas olduğu yeni bir anayasa yapacaksak parlamentodaki temsiliyet önemli. Sayısal ağırlıktan daha çok fikren önemli. Zaten bu seçimlerden hemen akabinde, bir hafta sonra meclis açılırken göreceğiz. Birbirlerinin listelerinden giren herkes kendi partilerine dönecek. Çok büyük olasılıkla parlamento açılırken 15,16 ayrı parti olacak. Seçim hikâyesi üç ittifak üzerinden yürümüş olsa bile... Diyelim ki TİP yüzde 2,5-3 oy aldı ama hiç milletvekili çıkaramadı. HDP'de ya da Yeşil Sol Parti de 78 değil de 75 milletvekili kazandı. O 3 milletvekilliğinin Yeşil Sol Parti’ye getireceği ya da ondan götüreceği bir şey yok siyasi anlam açısından. Ama TİP’in ya da ülkedeki her farklı siyasi geleneğin parlamentoda olmasının (ama bir milletvekili, ama on bir milletvekili veya yüz milletvekili) bir anlamı var siyaseten. Onun için bu işin oyları bölmek, bölmemek üzerinden tartışılmasını çok doğru bulmuyorum açıkçası. 

Ö.M.: Son derece önemli bir noktanın altını çiziyorsun. Çünkü ister istemez bu psikolojik ortamda kaygılar doğuyor. Aslında göründüğü kadar ciddi, abesle iştigal bir durum yok. 

B.A: Hiç de öyle bir durum yok. WhatsApp veya mail gruplarında böyle şeyler görüyorum. Sanırsınız ki seçmenler bir WhatsApp grubunda yazışarak oy kullanıyorlar. Oradan haberleşecekler falan… Böyle bir şey mümkün değil. Yani sonuç olarak hepimiz bu ülkedeki gidişata müdahale edecek, iktidarın durdurulmasını sağlayacak Cumhurbaşkanlığı oyunu kullandıktan sonra bizi kurtaracak hikâye her birimizin kendi varlığıyla, arzularıyla, fikriyle, hayat tarzıyla veya siyasi ideolojisiyle mecliste temsil edilmesini sağlamaktır. Benim kanaatim bunun ideal olduğudur. 

Eskiden olduğu gibi “güven oyları mecliste çok önemli olacak” gibi durumlar olsaydı, hakikaten o bir milletvekilini kazanmak önemliydi. Ama bugünkü sistem içinde bir milletvekili eksik veya fazla önemli değil. Bu önemsizliği arttıran önemli durumlardan biri de şu: Bu üç ittifakın hiçbirisi parlamentoda 301 milletvekiline sahip değil. Olamayacak görünüyor. Dolayısıyla parlamentoda da yeni Cumhurbaşkanı (Kemal Bey seçilirse), muhalefet kanadı her yasa yapmak istediğinde iki ittifak arasında iş birliği ve uzlaşma şartını sağlayacak. Dolayısıyla böyle bir durum varken ve illa bir tarafın bir kazanma şansı da görünmüyorken “Oylar bölündü mü, bölünmedi mi?” tartışması anlamsız geliyor bana. Türkiye'de eğer gerçekten toplumsal esenliği dert ediyorsak ve büyük toplumsal uzlaşmanın peşindeysek; bunu sağlamanın yolu ülkedeki var olan bütün siyasi akımların yanında, kimliklerin ya da sınıfsal temsilcilerin de parlamentoda olmaları. Gerisi o sayısal ağırlığa bağlı değil. Gerisi, parlamentoda siyaset tarzı olarak uzlaşmayı esas alıp almamaya bağlı. Yani siyaset yapmakla ilgili bir mesele. Eğer böyle bir zihniyet yoksa ve her şey illa sayısal olarak ilerleyecekse, zaten o zaman yapacak bir şey yok. Oradan bir çıkış üretemiyoruz her şeyden önce. 

Ayrıca hep, Emek ve Özgürlük İttifakı veya Millet İttifakı konuşuyoruz. Ama bir de Sol İttifak var. Her ne kadar anketlerde henüz anketlerde yüzde 1 bile görünmüyor olsalar da... Ama Türkiye'de bir başka meselemiz var. Türkiye'de sol fikriyatın temsilcisi olan partilerde, anlayışlarda ya da hareketlerde bir kitleselleşme eksikliği var. Zaten iktidara da tek başına bir sol parti talip değil. O ağırlığa, o kitlesel desteğe ulaşamamış. Demek ki sadece bir örgütlenme ya da “halkımızın eğitimi” meselesi değil bu. Demek ki bir siyaset eksikliği problemi var. Yani sol fikriyatta bir yenilenme ihtiyacı var. TİP veya diğerleri özgürce bunu tartışmaz, solun tek bir temsilcisini Yeşil Sol Parti ya da HDP sayarsak ve hikâyeyi bir aktöre tanımlarsak burada dönüyoruz, dolaşıyoruz yüzde 12-13 oyu konuşuyoruz.

Karşımızdaki mesele bölünüp, bölünmeme meselesi değil. Karşımızdaki mesele; Türkiye'de sol fikriyatın, özgürlükçü demokrat fikriyatın büyük kitlesel desteklerle bir iktidara ağırlığını koyup koyamaması meselesi. Bu arayışların, tartışmaların yapılmasında yarar var. TİP de, diğer sol partiler de bu arayışın bir parçası. Ve TİP diğerlerine göre öne çıkar gibi göründüyse, en azından bu seçimde gündemde yer alıyorsa, bu başarıdır. Bunu da yok saymak, onlara “susun arkadaş. Şu seçim aralığında konuşmak doğru değil” demek asıl doğru değil. Denemeden bulamıyoruz yolumuzu ve bu tartışmayı sadece “oyları bölmek, bölmemek” noktasına kitlemenin kendimize de haksızlık olduğunu sanıyorum. 

Ö.M.: Gereksiz detaylarla vakit kaybetmek ve güç, enerji kaybına da yol açabilecek bir tartışma gibi görünüyor bana da. Esas olarak, senin her zaman vurguladığın gibi “yeni bir söz üretmek ve geniş çaplı, tabandan yükselen bir demokratik anlayışın yaygınlaştırılması” hayati önem taşıyor. 

B.A.: Bunu denemeden de bilemeyiz. Yani çünkü burada şöyle bir temel sorununuz var: “O söz, diyelim ki altı kelimeden oluşan bir cümle ise; yüzde 51 oy alan ya da çoğunluk olan ağırlığını koyacak ve altı kelimeyi de o yazacak…” Böyle bir demokrasi anlayışı yok. Yani dolayısıyla mesele sayısal çoğunluk ya da yönetimin birinin tekelinde olması meselesi değil. Kaldı ki şu tarafını da tartışmamız lazım: Kürt hareketi ya da HDP, “Türkiyelileşmek” konusunda nereye geldiğimiz de ortada. Demek ki yeni arayışlara, yeni tartışmalara ihtiyaç var. “Bu tartışmaları yapmayalım” demek doğru değil.

Ö.M.: Geniş kapsamlı bir perspektifin egemen olmasında, demokrasi ile demokrasi dışı seçenekler arasındaki ana ayrımı çok dikkatle vurgulamakta fayda var. 

B.A.: Dolayısıyla burada yapılacak şey, parlamentoda en geniş temsiliyeti sağlamak ve seçimden sonra da bu tartışmayı yapmak. Karşımızda en az yirmi tane sol parti var. Ama her birisi yüzde 0,5 hatta yüzde 0,25 bile oy alamıyorlar. Demek ki bir meselemiz var. Bu mesele yokmuş gibi davranmak ya da bu meseleyi yalnızca HDP'nin tekeline bakmak da doğru değil. 

Ö.M.: Benim kafamda, bu programla daha da netleşti perspektif. 

B.A.: Ben ısrarla şunu söylemek istiyorum: Bu gerginlik ve kaygı, korku, endişe iklimi iktidarın lehine. Zaten bunun için bazı şeyleri yapıyorlar veya yapmaya çalışıyorlar. Muharrem Erkek, “İçişleri Bakanlığı’nın illerde, valiliklerde, kaymakamlıklarda seçim süreci için görevlendirme talimatlarından” söz ediyor. Eğer bütün bunlar doğruysa (ki bir kısmında açık bildiriyoruz, iktidar siyasi sürece doğrudan müdahale etmeye çalışıyor) onların arzuladığı o korku iklimini ve tedirginliği yaymak, kendi aramızda bütün bu tartışmaları göğüslemek yerine asıl bu iklimi kırmaya çalışmamız lazım. Bu seçim döneminin bir bayram havasında, bir düğün havasında olmasını sağlamamız lazım. O iklimi, coşkuyu, heyecanı yaratamıyor olduğumuz için de iktidar kanadı hâlâ bu yüksek potansiyelde devam ediyor. Onun için tartışmaları biraz daha birbirimizi anlamaya çalışarak yapmamız lazım. Ama ne yazık ki hemen “hainlik, satılmışlık, bölünmüşlük” konuşuyoruz. Bu sağlıklı bir şey değil. Çok temel bir zihni mesele bu. Yani bütün bunları illa TİP'e oy verilsin diye söylemiyorum. Ama bu tartışmayı buradan yapamayız. Yapmamalıyız. Daha sakin ve aklı selim bir yerden tartışmamız, konuşmamız lazım. 

Ö.M.: Selahattin Demirtaş'ın da bu konuda “Ne olursa olsun seçimi kazanmaktan başka bir şeye odaklanmayın.” açıklaması da senin dediklerini güçlendiriyor. 

B.A.: Brezilya’da Lula’nın söylediği gibi: “Cennetin kapılarını bu seçimde açamayacağız belki ama cehennemin kapılarını kapamak gerekiyor.” Ülkenin gidişatına bir biçimde müdahale etmemiz lazım. Bunun da öncelikli yolu Cumhurbaşkanlığı seçimi. Sonra da parlamentoda siyaset kültürümüzün ve tarzımızın; müzakere temelli, uzlaşma arayan bir dile ve tarza gelmesini sağlamaya çalışmamız lazım. Söylediğim şeylerin bir kısmının romantik olduğunu biliyorum. Pratik gerçekliğe, var olan siyasi kültüre aykırı olduğunun da farkındayım. Eğer var olan siyasi kültüre teslim olursak, her tartışmayı münakaşaya bağlar ve hainlikler, bölünmüşlükler üzerinden yürütürsek “yeni sözü” nasıl bulacağız?