Yeni bir medeniyet inşası sürecinde kavramlar ve Servet-i Fünûn

-
Aa
+
a
a
a

Abdullah Ezik, Freie Universität Berlin’den Daniel Kolland ile Osmanlı-Türk entelektüel ve basın tarihinde kendisine özel bir yer açan Servet-i Fünûn dergisi üzerine konuştu.

Serveti fünun kapakları
Yeni bir medeniyet inşası sürecinde kavramlar ve Servet-i Fünûn
 

Yeni bir medeniyet inşası sürecinde kavramlar ve Servet-i Fünûn

podcast servisi: iTunes / RSS

Osmanlı-Türk entelektüel tarihi araştırmaları çerçevesinde Osmanlı’nın Batılılaşma çalışmalarında kendisine özel bir alan açan Servet-i Fünûn, aynı zamanda edebiyat, tarih, felsefe, sosyoloji, biyoloji, kimya ve matematik gibi birçok farklı disiplinden makalenin yayımlandığı; çağını yakından takip eden ve Avrupa ile sıkı ilişkiler geliştirmiş bir dergidir. Bu yönüyle Türk modernleşmesinin takip edilebileceği en temel yayın organlarından biri olan dergi, kavramsal çalışmalar çerçevesinde de oldukça velûd bir sahadır. 

Abdullah Ezik: “Making and Universalizing New Time - A History of the Late Ottoman-Turkish Magazine Servet-i Fünûn (1891-1914)” başlıklı doktora tezinizde Servet-i Fünûn dergisine kavramsal bir açıdan yaklaşıyor, derginin Osmanlı-Türk entelektüel tarih çalışmaları için ne derece verimli bir saha olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Öncelikle sizi Servet-i Fünûn dergisi üzerine çalışmaya yönlendiren temel nedenler nelerdir?

Daniel Kolland: Çoğu zaman olduğu gibi, bu kaynakla, beni giderek daha çok heyecanlandıran Servet-i Fünûn’la daha yakından ilgilenmem biraz tesadüf sonucu oldu. Dergiyle ilk temasım master tezim için uygun bir kaynak arama sürecindeyken gerçekleşti. Tezimde dokuzuncu yüzyılın sonunda iki farklı coğrafyada yayımlanan ve Orta Doğu’ya ait olan iki derginin teknolojiyle ilgili fikirlerini ve söylemlerini mukayese etmek istedim. Kahire’de Arapça olarak yayın yapan uzun süreli al-Muqtataf adlı aylık bir dergiyi değerlendirmek istedim; buna paralel olarak Türkçe çıkan ve benzer bir biçimde uzun süre ve al-Muqtataf’a eş zamanlı olarak yayın yürüten bir başka dergiyi de bu sürece dâhil etmek istedim: Servet-i Fünûn bunun için çok iyi bir örnekti. Tezde ele alacağım sorular şunlardı: “O dönem teknoloji hakkında neler konuşuldu?” “Ne tür ümitler, hayal ve beklentiler vardı?” Daha doğrusu, “pratikte Avrupa emperyalizminin hizmetinde olsa da teoride evrensel ve herhangi bir yere bağlı olmayan teknoloji hakkında ne tür korkular, ümitler, hayaller ve beklentiler söz konusuydu?” Dünyanın hızla teknolojikleşmesi ile İstanbul’da ve Kahire’de nasıl karşılaşıldı? Gerçekten de Servet-i Fünûn, tüm bu sorulara cevap bulabilmek için çok ideal bir dergiydi. Ama burada ideal olmakla neyi kastediyorum? Burada derginin içeriğinin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan halkı kesinlikle temsil etmediğini iddia ediyorum. Dergi, çok daha dar ve o sırada yeni şekillenen bir burjuvazinin platformuydu. Ama ben bu tarz soruları bir kenara bırakıp derginin o dönem için çığır açan birtakım fikirlerin merkezi olmasına odaklanmak istiyorum. Bu süreçte daha da önemli bir şey oldu ve Servet-i Fünûn’daki makalelerde daha önce görmediğim bir başka fikrin ortaya çıktığını fark ettim: İnsaniyet on dokuzuncu yüzyılda yeni bir zamana girdi. Yazarlar tereddüt etmeden kendi yaşadığı devri kutladılar ve onu her açıdan önceki bütün devirlerden üstün gördüler. Elbete var olan tarih yazıcılığı Osmanlılar’ın genel olarak –ve bence yanlışlıkla- modernlik denilen Batı Avrupa yaşam tarzına karşı hissettiği duyguları ele aldı. Bununla birlikte var olan tarih yazıcılığı bence fazlasıyla güçsüzlük hissini vurguladı. Bense Servet-i Fünûn’da çoğu zaman hem geleceğe dair hem de yaşadığı çağa ait vaat ve konulara yönelik evrensel bir optimizm ve ümidin söz konusu olduğunu gördüm. Kısacası bu “yeni zaman” fikri ilgimi çekti ve doktora tezimde bu fikrin Osmanlı’da yükselişini, toplum çapında yayılışını ve sağlamlaştırmasını izledim.

Serveti fünun ana sayfa

AE: Senin “yeni çağ, yeni zaman” düşüncesiyle birlikte Servet-i Fünûn’a yaklaşma biçimin de oldukça ayrıksı. Dergide bu “yeni çağ“ fikri nasıl kullanılıyor ve hangi yönüyle ön plana çıkarılıyor? Entelektüel tarih metodolojisi, Servet-i Fünûn’u anlamlandırma süreninde size nasıl yardımcı oldu? 

DK:Servet-i Fünûn’da “yeni zaman” fikri her yerdeydi. Bu tahayyül Servet-i Fünûn’da özellikle Batı Avrupa’daki eş zamanlı gelişmeler, modalar ve fenomenler hakkında konuşulduğunda hep ortada bir yerdeydi. Bunu biraz daha açmak gerekirse, Servet-i Fünûn’da çağın bilimsel bulguları ve insanın doğanın sırlarını çözmesi, kadınların toplumsal hayata katılması, küresel çapta hareket kabiliyeti ve ulusların birbirine karışması vesaire hep ön plandaydı. Dolaysıyla analizim kesinlikle dil odaklıydı: “Zaman, tarih ve değişim hakkında konuşmak için hangi kelimeler ve terimler kullanıldı?” Fakat ilk olarak Osmanlılar’ın kendisinin “yeni zaman” kavramı ya da terimini kullanmamış olduğunu vurgulamalıyım. Onlar bunun yerine bir sürü farklı ifadeler kullandı: “devr-i cedîd”, “asr-ı hâzır”, “terakkiyât-ı cedide”, “medeniyet-i hazıra” vesaire. Ama en önemlisi, asıl incelemek istediğim şey kullanılan terimlerim altında yatan fikirlerdi. Ve şüphesiz bu fikirlerin en önemlisi “terakki fikri”ydi. Terakki bugünkü Türkçe’de “gelişme” ve “ilerleme” anlamına geliyor. Yani her şeyin zaman geçtikçe daha iyi olması fikri. Bu fikrin en kati hükmü şu ki, her yaşanılan zaman öncekilerden daha iyidir. Osmanlı’da egemen olan döngüsel tarih anlayışına aykırı olan bu terakki fikri ancak on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı eliti arasında yayılmaya başlıyordu. Yine de terakki kavramı temelinde bir tasavvuf terimi olduğu için burada söz ve fikir arasında bir ayrım yapmamız lazım: Osmanlı entelektüel tarihinde terakki kavramı spesifik çerçevelerde hep vardı. Ama eskiden terakki daha çok tanrıya doğru bir yükseliş anlamına geliyor, bir tür terfi gibi kullanılıyordu, mesela orduda. Ama on dokuzuncu yüzyıldaki devlet adamları ve entelektüeller terakki kavramını daha çok Fransızca’daki “progres”, yani “progress” (İngilizce) gibi kullandı. Onlar Fransız entelektüel evrenine dalıp yeni tercümeler yaparak Batı Avrupa’da yaygın olan “progres” fikrini Osmanlı terakki fikrine bağladılar. Ve işte bu şekilde yüzlerce yıllık terakki kavramına yeni bir anlam tabakası eklenmiş oldu. Bu arada, aynı süreç Arapça ve Farsça’daki terakki kavramlarında da görülüyordu. Bu tarz fikirlere odaklanmamın daha genel bir sebebi ise doktora tezimi Berlin’de bir Global Intellectual History (küresel entelektüel tarihi) çerçevesinde hazırlamış olmam. Terakki ve progres kavramları arasında olduğu gibi tezimde de uluslararası fikir alışverişlerinden örnekler veriyorum. Ve bu programın özü ya da araştırma hedefi küresel çapta fikirlerin yeni entelektüel çevrelere girmesini ya da girmemesini takip etmektir. 

Serveti fünun 512. sayı 8. sayfa

AE: Bu süreçte yeni bir entelektüel sınıfın doğması, Servet-i Fünûn’un yeni bir neslin sözcüsü olarak kabul görmesi de bir diğer önemli mesele. Biraz da Servet-i Fünûn’da ön plana çıkan meseleler ve bu meselelerin entelektüel tarih bağlamında neye denk geldiğinden söz edebilir misiniz? Yeni entelektüel tipin yükselişinde derginin rolü nedir? 

DK: Kesinlikle, Servet-i Fünûn etrafında toplanan zümre muhakkak yeni bir entelektüel tipinden ibaret. Bu yenilik tam olarak nelerden oluşuyor? İlk olarak eğitim. Yazarların çoğu Tanzimat’ın getirdiği yeni eğitim kurumlarından mezun oldu. Bu okullarda yeni bir nesil yetişti. Bu Batı Avrupa’nın dillerine, tarihine, kültürüne ve entelektüel hayatına aşina olan bir nesildi. Servet-i Fünûn yazarlarının otobiyografik yazılarından çok net bir imaj ya da daha doğrusu bir öz imaj çıkıyor. Onlar, kendilerini, kendi ata nesillerine oldukça yabancı hissediyorlardı. Babaları Osmanlı yerli medeniyetine dalmışken, Servet-i Fünûn yazarları kendilerini daha çok Batı’ya ait bir kültüre ait hissediyorlardı. Binaenaleyh onlar, babalarına tepeden bakıyorlardı. Bu his özellikle Hüseyin Cahid ve Ahmet İhsan’ın hatıralarında ön plana çıkar. Bu küçük ama ileride çok etkili olacak olan elit sınıfı, Batı Avrupa’daki gelişmeleri çok yakından takip ediyordu. Hatta görülmemiş bir derece, görüşmemiş bir ilgiyle takip ediyorlardı. Burada vurgulanması gereken nokta şu ki: Servet-i Fünûncular gerçekten Batı’nın üstünlüğüne inanıyorlardı. Ve bu inanç fanatik bir dereceye varmış dahi olabilir. Osmanlı ve İslam mirasını hor görerek Osmanlı toplumunun Avrupalılaşması gerektiği çağrısında bulundular. Avrupalılaşma kavramını uyduran zümre onlardı bildiğim kadarıyla. Bu aşırılığa bir örnek daha vereyim: Servet-i Fünûn yazarları özelikle Fransa’daki edebî ve felsefî akımlardan tamamen haberdarken, aynı devletin kolonyal suçlarına karşı ya da diğer bölgelerdeki Müslümanlara uğrattığı zulümlere karşı duyarsız kaldılar. 

AE: Son dönemde kavramsal tarih çalışmalarının giderek artması, Osmanlı’nın modernleşme sürecine dair halihazırda mevcut olan tartışmaların yeniden alevlenmesine, konulara yeni perspektif ve iddialar üzerinden yaklaşılmasına da zemin hazırladı. Sizin tezinizde de benzer bir kavramsal tarih çalışmasının ön plana çıktığından söz edebiliriz. Bu çerçevede “tekâmül” ve “inkılap”, Servet-i Fünûn ile biçimlenen özel kavramlardan. Peki bu kavramlardan yola çıkarak dergiye yaklaştığınızda siz nelerle karşılaştınız? Kavramlar, Servet-i Fünûn’u ve bu nesli anlama yolunda size neler söyledi?

DK: Evet, tezim düşünce tarihine ait olduğu için ben de bu fikirleri kapsayan kavramları ele aldım. En önemlisi, geç Osmanlı toplumundaki yeni zaman tahayyülünü anlamak için bilhassa zamansal kavramları inceledim. Yani, “temeddün” ve “terakki” gibi tarihin geri çevrilemez değişimini gösteren ve buna dair söz söyleyen kavramlar. Benzer bir şekilde “inkılap” ve “tekâmül” kavramları elit kesimde hâkim olan tarihin değişimi algısı, onların arzularını ve beklentilerini çok net ifade ediyordu. Ama bu iki kavram biraz daha sonra ortaya çıktı. Temeddün ve terakki sözcükleri Osmanlı düşünce hayatına bin sekiz yüz altmışlı yıllarda girdiyse, tekâmül ancak asrın sonunda ön plana çıkmıştı. Dahası tekâmül ancak Fransızca bir kavramın çevrisi olarak yaygınlaştı: “évolution” yani “evolution” (İngilizce). Diğer bir deyişle, Osmanlı entelektüelleri evrim teorisi hakkında konuşmak için bu sözü yarattılar. Bununla birlikte, ilk bakışta tekâmül, evolution’ın en uygun tercümesi gibi görünmüyor da. Çünkü kelime Arapça kaf-mim-lam kökünden geldiği için tekâmül anlamsal olarak “daha da mükemmelleşme” anlamına geliyordu. Ama çevirilerin uydurmasında tesadüf ve farklı anlamlandırma tarzları başından beri bu konuda belirgin bir rol oynuyordu. Arapça’da mesela “evolution” “nuşu”, yani “büyüme” demektir. Son olarak, Osmanlı düşünce hayatında tekâmül her şeyin doğa kanunları gereği yavaş ve daimî değişmesi anlamına geliyordu. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde şekillenen sosyolojide bu durum yaygındı. Aslında tam o dönemde inkılap kelimesi Osmanlı siyasi dilinde egemen olmaya başlıyordu. İnkılabın Arap ve İslam siyasi düşüncesinde çok uzun bir devamlılığı var. Kelime, Arapça köküne baktığımızda “tersine çevirme” demek. Anlam açısından da daha çok “devrim”e benziyor, o kelimenin kökünde de “devir” ve “daire”, yani “halka” var. İlerleme fikrinin etkisi altında inkılap döngüsel anlamını kaybedip terakki yolunda “hız ve külli bir değişim” anlamına gelmeye başladı. Onun dışında, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında Osmanlı entelektüelleri inkılap kavramını Fransız ihtilalinin tahayyülüyle karıştırmaya başladılar. İnkılabı, her şeyi kökten yenileştiren bir hamleyle bağdaşlaştırdılar. İnkılap, özellikle Balkan Savaşları felaketlerinden sonra hızlı ve bütünsel bir reform programı teşvik etmeye çalışan elit bir zümre tarafından kullanıldı. Bu elitler hem toplumsal hem zihinsel anlamda geniş bir inkılap talep ediyordu. Dolayısıyla bu örnek de bize kavramların siyasi ve toplumsal rollerini gösteriyor. Terakki, tekâmül ve özellikle inkılap kavramı insanları harekete geçirmek ve siyasi programları meşrulaştırmak için kullanıldı. 

Serveti fünun 515. sayı 333. sayfa

AE: “Evrim”, bu dönemde gerek Servet-i Fünûn’da gerekse Batı’da yoğun bir şekilde tartışılan önemli mesele ve kavramlardan. Siz de doktora tezinizde bu meseleye yaklaşırken aynı zamanda yeni bir iddiada da bulunuyorsunuz: “Evrim”in Servet-i Fünûn edebiyatını doğrudan etkilediğini, bu enerjinin kendisine şiir ve romanlarda da alan açtığını söylüyorsunuz. Bu konu üzerine ne söylersiniz?

DK: En başta vurgulanması gereken nokta şu ki Osmanlı’da evrim teorisinin yayılışı daha kapsamlı bir natüralist paradigma kaymasının parçasıdır. Yani on sekizinci yüzyıldan beri Avrupa’nın her yerinde bilim insanları yeni bir enerjiyle doğanın sırlarını çözmeye kalkışıyorlardı. Dahası on dokuzuncu yüzyılın, jeoloji, biyoloji, antropoloji ve sosyoloji gibi, yeni bilimsel disiplinleri insanlara yeni bakış açıları getirdi. Bunların en önemlileri şunlardır: 1. Hayatta tesadüf yoktur. Hayatın her ufacık fenonemi evrensel doğa kanunlarına göre gerçekleşir. 2. Doğa sürekli değişiyor. Dolaysıyla doğanın bir tarihi var ve tabiatta her şey uzun bir tekâmül sürecinin bir neticesi. Doktora tezimde gösterdiğim gibi bu iki iddia Osmanlı evrimciliğinin merkezindeydi. Bunun dışında, insanın bu çerçevedeki yerinin ne olduğu Osmanlı evrimciliğinin en çekişmeli sorusuydu. Yani insan yaratılışından sonra ne kadar değişmiş ve ne kadar değişecekti. Servet-i Fünûn çevresindeki genç mülkiye ve tıbbiye mezunları tekâmül nazariyesinin sözcüsüydü ve insan aklı ve bedenini ara vermeden tarihselleştirip insanı tarih boyunca sürekli değişen bir nesne olarak tasvir ettiler. Kısacası tekâmül nazariyesiyle terakki ve değişim bedensel olarak algılanmıştı. Son olarak, buraya eklenmesi gereken bir şey varsa o da Osmanlı entelektüellerinin şaşırtıcı ırkçılığıdır. Osmanlı entelektüelleri kendilerini bedence ve akılca üstün gördükleri beyaz ırktan sayarak Afrikalılar’ı hayvanlarla eşit tuttular. Daha önce de söylediğim gibi Servet-i Fünûn’daki yazarlar Avrupa kolonyalizmini hoş gördüler. 

Serveti Fünun sayıları

AE: Servet-i Fünûn, şüphesiz tüm bu kavram, mesele ve tartışmalara paralel olarak meydana getirdiği yeni edebiyat ile de özel bir oluşum. Son olarak, Servet-i Fünûn edebiyatı sizin tezinizde kendisine nasıl bir yer buldu? 

DK: Servet-i Fünun’da şekillenen edebiyat meselelerini ele aldığımda en şaşırtıcı nokta şuydu: Evrim paradigmasına bakmadan Servet-i Fünûn edebiyatını düşünmek abes, mümkün değil. Az önce açıkladığım gibi Servet-i Fünûn edebiyatının altında evrimle ilgili iki fikir yatıyordu: Birincisi, tabiatta her şey insanın çözebileceği kanunlara göre yaşanır. İkincisi ve evrensel kanunların en önemlisi, her, ama gerçekten her şeyin hiç durmadan gelişmekte olması. Şimdi bu fikirler edebiyata nasıl uygulanmış? Her şeyin evrensel kanunları takip etmesi özellikle Servet-i Fünûn romanlarında uygulanmasıyla mevzu bahisti, bilhassa Aşk-ı Memnu ve Eylül romanlarında. Bu iki romanda da yazarlar, cerrah ya da doktor gibi, doğa kanunlarına bakarak ana karakterlerin ruh hâlini teşrih ediyordu. Her şeyin sürekli değişmesi paradigmasına ise özellikle Servet-i Fünûn şiirinde rastlanıyor. Servet-i Fünûn şiirinin ideali, incelik ve hassaslık olduğu için iyi bir şair olmak için en gerekli şart, gelişmiş ve ince sinirlerinin olmasıdır. Sinirler kesinlikle o dönemin en konuşulan şeyleri arasındaydı. Hem Avrupa’da hem de Osmanlı’da bir insanın sinirleri direkt aklın gelişmesine bağlanıyordu. Diğer bir değişle, Servet-i Fünûn yazarlarına göre çok ince ve rakik sinirleri olan bir şair beyninin, sözde duyarsız bir köylünün beyninden ya da Afrikalı birine ait bir beyinden daha gelişmiş olması gerekiyordu. Binaenaleyh Servet-i Fünûn yazarları kendi şahsi ve ince şiirlerini evrimin zirvesi olarak gördü ve kutladılar. Kısacası, bu entelektüel bağlama bakmadan Servet-i Fünûnşiiri anlaşılamaz. Son olarak, evrim teorisi aynı şekilde Servet-i Fünûn yazarlarının önceki nesille aralarında kurdukları bağlantıyı da şekillendirdi. Nâmık Kemal ve Şemseddin Sami gibi yazarlar yeni Türk edebiyatının kurucusu olarak coşkuyla karşılandıkları hâlde onlar kendilerini daha da ilerlemiş bir mevkide kabul ettiler. Mesela Kemal ve Sami edebiyat-ı cedide olurken, Servet-i Fünûn yazarları daha “tekâmül edilmiş” yeni bir edebiyat-ı cedide lanse ediyorlardı. Çoğu zaman da kendilerine edebiyat-ı hâzıra, yani daha asri, çağdaş ya da modern edebiyat, lakabı taktılar.