Esin Hamamcı, Boğaziçi Üniversitesi doktora öğrencisi ve Tübitak bursiyeri Mehmet Şamil Dayanç ile “Osmanlı Kuruluş Anlatıları: Bağlam, Tür ve Türsel Sabitlenmezlik” başlıklı tez çalışması üzerine konuştu.
Esin Hamamcı: “Osmanlı Kuruluş Anlatıları: Bağlam, Tür ve Türsel Sabitlenmezlik” başlıklı tezinizde Osmanlı kuruluş anlatılarını ele alıyorsunuz. Konuyu seçerken temel motivasyonunuz neydi? Açtığınız sorunsallaştırma alanları nasıl bir rota izledi?
Mehmet Şamil Dayanç: Yüksek lisansa başladığımda Osmanlı’nın kuruluşuna odaklanan romanlar hakkında bir tez yazacağım aklımın ucundan geçmezdi. Fakat Erol Köroğlu’ndan almış olduğum “Tür Kuramları ve Kurtuluş Savaşı Anlatıları Türü” başlıklı ders, gerek okuma paketiyle gerekse sağlam kurulmuş yapısıyla girdisi çıktısı belli bir tezin yazılabileceğini düşündürdü. Derste kuramsal okumaların ardından Halide Edip’in Ateşten Gömlek’inden başlamak üzere art arda kurmaca ve kurmaca olmayan anlatılar okumaya başladık. Ben de “kurtuluş”u “kuruluş”a tevil ederek, “Osmanlı’nın kuruluşuna dair nasıl bir metinler havuzundan bahsedilebilir?” sorusundan yola çıkmak suretiyle araştırmalara başladım.
Birkaç makale okuduktan sonra ilgimi çeken ilk husus, Osmanlı’nın kuruluşuna dair göndergesel olmayan anlatıların, diğer bir deyişle kurmaca metinlerin 1960’ların sonunda ve 1970’lerin başında art arda yayımlanmış olduğuydu. Diğer nokta ise Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları romanına kadar (ki 1949’da tefrika edilip 1950’de kitap olarak yayımlanmıştı) herhangi bir romanın yayımlanmamış olmasının ilginçliğiydi. Birtakım yüksek lisans ve doktora tezlerine de bakarak dillendirdiğim tarihsellikten emin olduktan sonra özetle şu iki soru temel çıkış noktam oldu: Tarih disiplininin araştırma sahasında geniş bir külliyat olmasına karşın neden Osmanlı’nın kuruluşuna dair 1949-1950’ye kadar herhangi bir roman yazılmamıştır? Neden 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Osmanlı’nın kuruluşuna dair silsile hâlinde romanlar yayımlanmaya başlamıştır?
E.H.: Tezinizde belli başlı dönemselleştirmelere gidiyorsunuz. Bu dönemler, yokluk (Geç dönem Osmanlı’dan 1950’ye kadar olan süreç), atipik bir örnek (Osmanoğulları konumu), patlak verme/infilak etme (1960’ların sonu ve 1970’ler) ve uzlaşma (Osmancıkve 1980 sonrası) şeklinde cereyan ediyor. Dönemsel ayrımı neye göre belirlediniz? Çıkış noktasında metinler nasıl bir rol oynadı?
M.Ş.D.: Önce net bir şekilde cevap verip sonra da cevabımı detaylandırmak istiyorum. Metinler kurucu bir rol oynadı. Sırasıyla metinlerin konumunu şu şekilde açabilirim:
İnkılâp’ın edebiyatını yapma fikri aslında yeni düzeni tasarlarken kural koyucu/reçeteli [prescriptive] bir anlama sahip. Nutuk’un yayımlanmasının ardından yayımlanan Kurtuluş Savaşı anlatılarına bakıldığında aslında neden Osmanlı’nın kuruluşuna dair kurmaca eserlerin yayımlandığı açık bir hâle geliyor. Zira, Yeşil Gece’nin, Dikmen Yıldızı’nın ve Halâs’ın yayımladığı ortamda Osmanlı’nın kuruluşuna dair bir roman yayımlatmak zeitgeist’a pek de uygun düşmüyor. Yokluğun anlamını büyük oranda İnkılâp Edebiyatı adlandırmasıyla bir arada düşünerek tartışıyorum. Geç dönem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar olan dönemde kuruluş yerine “yükseliş” dönemine vurgu yapmak sanırım daha işlevsel bulunuyor.
Kastettiğim anlamıyla Osmanlı kuruluş anlatılarının ilk ürünü Feridun Fazıl Tülbentçi’nin 1949 yılında tefrika ettiği, 1950 yılında da kitap olarak yayımlattığı Osmanoğulları romanıdır. Bu roman da öncesi ve hemen sonrasındaki metin yokluğundan ötürü atipik bir örnek olarak adlandırılıyor.
Osmanoğulları’nın ardından kuruluşa dair ilk edebî anlatı Kemal Tahir’in 1967’de yayımlanan Devlet Ana’sıdır. Bunun ardından ise Cahit Tanyol’un 1969’da yayımlanan Kuruluş ve Fetih Destanı adlı şiir kitabı gelir. 1970’ler Osmanlı kuruluş anlatılarının patlak verdiği dönemdir. Sırasıyla belirtmek gerekirse: 1971’de Ragıp Şevki Yeşim’in Ovaya İnen Şahin, 1972’de Cavit Ersen’in Osman Gazi, 1973’te Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Konak, 1975’te Yavuz Bahadıroğlu’nun Turgut Alp ve 1979’da Bekir Büyükarkın’ın Kutlu Dağ (1970’lerin başında tefrika edilir).
1970’lerdeki silsile 1983’te yayımlanan Tarık Buğra’nın Osmancık kitabıyla devam eder. Aslında bu anlatıların yayımlanış tarihlerini temel olarak alıp belli dönemselleştirmelere başvurdum. “Neden 1950’lere kadar Osmanlı’nın kuruluşuna dair bir roman yoktur?” sorusu “yokluk” adlandırmasını; öncesindeki boşluktan sonra 1950’de kitap olarak yayımlanan Osmanoğulları’nı merkeze alarak, kuruluşa dair romanların yayımlanması için neden 1960’ların sonunu beklemek gerekir sorusu “atipik bir örnek” adlandırmasını, 1960’lerin sonu ve özellikle de 1970’lerin başında art arda Osmanlı’nın kuruluşuna dair romanların yayımlanması “infilak etme” adlandırmasını, son olarak yokluk ve infilak dönemlerindeki zeitgeist’ı bir araya getiren Osmancık’a vurgu yapmak suretiyle uzlaşma adlandırmasını kullandım.
E.H.: “Bağlam” bölümü, “yokluğun anlamını ve varlığın belirleyicilerini tartışarak Osmanlı kuruluş anlatılarının nasıl bir tarihsellikte ortaya çıktığını” ele aldığını söylediğiniz, kitapların gösterenlerini tartışmaya açan önemli bir nokta. Burada Osmanlı kuruluş anlatılarının varlığının ve yokluğunun anlamı neye denk geliyor? Birbiriyle konuşan metinler nelerdir?
M.Ş.D.: Bu soruyu hakkıyla cevaplandırabilmem için sanırım tarihsel olarak ilerlemem iyi olacak. Yokluğun anlamı derken aslında Osmanlı’da romanın ortaya çıkışından 1950’lere kadar olan süreçte neden Osmanlı’nın kuruluşuna dair bir romanın olmadığı sorusunun peşinden gidiyorum. Melezlikleri de silerek biraz kabaca anlatmak gerekirse, söylemeye çalıştığım özetle şu: Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e kadar olan dönemde Osmanlı hâlihazırda varlığını devam ettirdiği için bir “altın çağ” yaratılmaya çalışıldığında vurgu kuruluş dönemine olmuyor. Ya İslâm tarihinden komutanlar seçiliyor ya da yükseliş dönemine atıf yapılıyor. Şeriat vurgusunda, Osmanlıcılıkta, Pan-İslâmizmde ve sonrasında da Türkçülük tartışmalarında, Walter Benjamin’in deyimiyle tarih meleği yardıma çağrılırken vurgulanmak istenen kuruluş dönemi olmuyor.
Cumhuriyet dönemine geçildiğindeyse özellikle 1920’lerin sonundan itibaren İnkılâp Edebiyatı adlandırılmasına başvuruluyor. Şerif Eskin (2017) İnkılâp Edebiyatı kavramını doktora tezinde şu şekilde açıklıyor:
İnkılâp Edebiyatı kavramı kimi zaman yeni rejimin tüm sahalarda gerçekleştirdiği inkılâpların kitlelere benimsetilmesi ve yeni düzenin buyruklarının ilkokul sıralarındaki öğrencilerden Anadolu’nun her yanındaki köylülere kadar bütün ulusa telkin edilmesi adına sürdürülecek bir toplumsal mühendislik projesini ifade eder. Buna kısaca inkılâbın edebiyatını yapmak diyebiliriz. (s. 62)
İnkılâp Edebiyatı vurgusu aslında Osmanlı bakiyesine yüz çevirip “İnkılâp’ın edebiyatını yapmak” şeklinde tebarüz ediyor. Özellikle Nutuk’un yayımlandığı 1927’den sonraki süreçte yayımlanan metinler Osmanlı geçmişinin tahkir edildiği; ya görülmediği ya da hor görüldüğü döneme denk geliyor.
Cumhuriyet’e kadar olan dönemde Osmanlı’nın kuruluşuna dair herhangi bir kurmaca metnin yazılması gerekli görülmediğinden, Cumhuriyet dönemindeyse İnkılâp Edebiyatı vurgusuyla yeni bir edebiyat kanonu yaratılmaya çalışıldığından 1950’lere kadar olan dönemi yokluk dönemi olarak adlandırmayı uygun gördüm. Tam da bu noktada Osmanoğulları romanı öncesinde herhangi bir kurmaca anlatının olmamasıyla atipik bir konumda. Osmanoğulları’nın ardından Devlet Ana’ya kadar kuruluşa dair herhangi bir kurmaca anlatının olmaması da Osmanoğulları’nın atipikliğini pekiştiriyor.
Solun hegemonyasına karşı 1961’de TKAE’nin (Türk Kültür Araştırma Enstitüsü) kurulmasıyla birlikte başlayan süreç, özellikle 1970’lerle birlikte hem İbrahim Kafesoğlu’nun İslâm’a yaklaşması, ki İbrahim Kafesoğlu Copeaux’nun belirttiği üzere tarih ders kitaplarının içeriği açısından da önemli bir figürdür, hem MHP’nin Çağlar Keyder’in belirttiği üzere İslâmcı sağa eklemlenmesi hem de Gökhan Çetinsaya’nın Dündar Taşer örneği üzerinden Osmanlı ve İslâm’a yakınlaşmak suretiyle Söğüt’te kuruluş şenliklerinin düzenlenmeye başlanması milliyetçi-muhafazakâr patikanın içinde filizlenecek Osmanlı kuruluş anlatılarının art arda üretimine zemin hazırlar. Aslında bu yıllar, Osmanlı kuruluş anlatılarıyla sınırlı da görülmemelidir. Kenan Çayır’ın (2008), Türkiye’de İslâmcılık ve İslâmi Edebiyat kitabında belirttiği üzere hidayet romanları 1970’li yıllarda, romanın İslâmileştirilebileceği vurgusuyla doğar (s. 34). Çayır’ın belirttiği üzere “temel sorun, İslâm’ın üstün olduğu fikrini herkese kabul ettirmek[tir]. Bir bakıma ulaşılamayanı yazı yoluyla elde etmek[tir]. Farklı bir okumayla ‘cihad arzusu’nun tatmin olmasıdır” (s. 17). Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı bu yılların ürünüdür. Osmanlı kuruluş anlatılarının 1970’lerdeki örnekleri olan Ovaya İnen Şahin, Osman Gazi, Konak, Turgut Alp ve Kutlu Dağ’da, bazılarında daha baskın olmakla birlikte (Osman Gazi ve Turgut Alp), İslâmî vurgu merkezî unsurların başında gelir. Demem o ki, her nasıl ki Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ta çizdiği güzergâhta sınıfsallık vurgusuyla bir patika oluşturuluyorsa, Osmanlı kuruluş anlatılarının 1970’lerdeki çizgisinde de (hidayet romanlarında da olduğu üzere) bir kimliği inşa etme amacı ön plandadır. Bunu, 1960’lardaki sol hegemonyaya karşı, bir kimlik inşa etmeye çalışan milliyetçi-muhafazakâr kanadın kendilerini var etme mücadelesi olarak okuyorum.
E.H.: “Bağlam” bölümü, “Tür” bölümüne zemin oluşturuyor. Kuruluş anlatılarının metinlerinin varlığının ya da yokluğunun anlam kazandığı noktaya da kapı aralıyoruz. Burada temel amacınızı şöyle açıklıyorsunuz: “Buradaki temel iddia ise Osmanlı kuruluş anlatılarının birtakım unsurları tekrar etmesinin onu bir tema olmaktan çıkarıp tematik alt tür hâline getirdiğiydi. Tür vurgusu hem Osmanlı kuruluş anlatılarının bir tematik alt tür oluşturduğu iddiasına zemin hazırladı hem de türe katılım alt başlığıyla tarihsel roman, tezli roman ve epik tartışmasının oluşmasını sağladı.”
Burada, Osmanlı kuruluş anlatılarını herhangi bir tema olmaktan çıkarıp tematik alt tür hâline getiren unsurları dile getirebilir misiniz?
M.Ş.D.: Sorduğunuz soru romanlara biraz daha yakından bakmayı gerekli kılıyor. Burada, “fark”ın da altını çizmekle birlikte her romanda “tekrar” eden şu unsurlar tematik alt tür kavramını işlevsel bir hâle getiriyor:
- Her roman bir dönüm noktasında açılır. Genellikle 1281 yılının (Ertuğrul’un ölümü) altı çizilmekle birlikte temel vurgu Bizans’ın, Selçukluların ve Moğolların gidici olduğu, karmaşık ortamın ise yeni “imkân”lara izin vereceği şeklindedir. Miras alınan bir gelenekle birlikte Osman’ın erdemleri sayesinde karmaşa ortamı aşılmakta anlatılar ise ümitvâr bir şekilde kapanmaktadır.
- Kesif bir “biz-onlar” kalıbı mevcut olmakla birlikte “biz”e dahil olacak “öteki” ile “biz”den ihraç edilecek “içerideki düşman” kalıbı tekrarlanır (Köse Mihal ve Dündar Bey üzerinden).
- Bir yandan ideal erkeklik performansının inşa edildiği öte yandan “sevgili ve ana olarak erotik vatan” anlayışının kurulduğu bir güzergâh söz konusudur.
E.H.: Tezin son bölümü “Türsel Sabitlenmezlik”. Burada türlerin özdeş olmayışından da söz edebiliriz aslında. Derrida’nın “türsel aidiyet değil, katılım vardır” diye belirttiği noktada siz de tezinizin amacının, Osmanlı kuruluş anlatıları tematik alt türünün hangi türler arasında salındığını belirtmekten ziyade, bu tematik alt türün, kendi içinde nerelere saptığını göstermek olduğunu söylüyorsunuz. Osmanlı kuruluş anlatılarında bu farklılıklar karşımıza nasıl çıkıyor?
M.Ş.D.: Her nasıl ki yukarıda “tür” vurgusuyla birlikte bir “tekrar”dan bahsettiysem, hemen ardından “fark”a açılan kapılara da değinmem gerekir. Zira, her ne kadar birtakım unsurların tekrar etmesi “tematik alt tür” kavramını işlevsel hâle getirse de “tekrar”ların “fark”a açılan kapılarının altını çizmek gerekiyor. Burada, metinlerden yola çıkarak dört patikadan bahsetmem gerekiyor:
1- Osmanoğulları: Türklük ayırt edici, üstün bir kimlik olarak hiyerarşinin en üst basamağında yer alırken temel performans alanları savaş ve cinsellik üzerinden işler. İyi savaşan ve cinsel anlamda çekici olan Türk erkeklerinin karşısında savaşçılıktan nasibini alamamış “hımbıl” tekfurlar vardır. Romanda Türklük ile erkeklik bir arada düşünülürken Türk ve Müslüman olmayan kadınlar yalnızca cinsel kimlikleriyle var olurlar. Müslüman-Türk kadınları ise ya soyun devamını sağlayacak aşkın bir arzu nesnesidir ya da onların seslerini duyabilmek çok da mümkün değildir.
2- Devlet Ana: Devlet Ana, diğer Osmanlı kuruluş anlatıları gibi biz-onlar dikotomisi üzerinden işler. Fakat diğer kuruluş anlatılarında, biz kümesini genel itibarıyla Müslüman-Türkler oluştururken onlar kümesine dair spesifik bir kimlikten bahsedilmez. “Biz”in içerisinde yer almamak “onlar”dan sayılmaya yetmektedir. Devlet Ana’da ise bu durum biraz farklıdır. Roman, “Batı’ya karşı biz” mantığıyla yazıldığı için, “onlar” kümesini spesifik olarak “Batılı”lar oluşturur. “Biz” kümesinin erdemleri yüceltilirken pejoratif cümle dağarcığı Batılılar üzerinden kurulur. Devlet Ana için temel amaç da Batılı romanlara karşı “gerçek bir Türk romanı” yazmaktır. Tıpkı biz-onlar ayrımında olduğu gibi, Osmanlı kuruluş anlatılarının erkek bakışı üzerinden kendilerini var etmeleriyle Devlet Ana’nın eril dili ve erkek bakışı benzer bir konumdadır. Bununla birlikte, Devlet Ana’da heteronormativite üzerinden bir sapkınlaştırma yoluna da gidilir. Örneğin, diğer Osmanlı kuruluş anlatılarında Müslüman-Türk erkekleri çekici bir şekilde tasvir edilirken tekfurlar hımbıllıklarıyla kendilerine yer bulurlar. Devlet Ana’da ise Notüs Gladyüs ve Keşiş Benito cinsel anlamdaki “sapkın”lıklarıyla konumlandırılırlar. Dahası, cinsel sapkınlık bağlamında adlandırılan karakterlerin edimlerinin, âdeta bir söylem patlamasıyla kötücül/şeytanî tarafı doldurmaları söz konusudur. Son olarak, Osmanlı kuruluş anlatılarının diğer örnekleri epik ile tezli roman arasında salınırken bir süreklilik anlatısı tuttururlar. Bu anlatılarda yekpare bir zaman anlayışı vardır. Devlet Ana ise tarihselleştirme amacıyla yola çıktığından romans kalıbını temellük etme yoluna gider. Burada ise romanın tezinin, romans kalıplarının temellük edilişinin önüne geçtiği görülür. Amaç, Batı’ya karşı biz anlatısı inşa etmek ve ATÜT vurgusuyla “kerim devlet”in niteliklerini ortaya dökmektir. Tüm bu özellikleriyle Devlet Ana, en az türe katıldığı kadar türden sapmasıyla da Osmanlı kuruluş anlatıları içerisinde ayrıksı bir konumdadır.
3- İnfilak Dönemi yahut Katı, Sıvı ve Gaz: 1970’lerde patlak veren bu romanları genel itibarıyla değerlendirdiğimde şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Osmanlı kuruluş anlatıları her ne kadar bünyesinde barındırdığı tekrarlardan ötürü bir tematik alt tür hâline geldiyse de türün baskın özelliğini gösteren romanlarda dahi farklardan bahsetmek gerekir. Müslümanlığı bünyesinde barındıran Türklük vurgusunun merkezde olduğu Ovaya İnen Şahin; gerektiğinde Nas Suresi’nden dahi yararlanan, görüşünü Türk-İslâm senteziyle açıklayan Osman Gazi; ayırt edici nitelik olarak İslâm’ı merkeze almakla birlikte Türklük kimliğiyle de övünen Turgut Alp; Müslümanlığı kültürel bir unsur olarak konumlandıran ilk Türk devletlerine gönderme yapan ve bununla birlikte kuruluş ve kurtuluşu birleştiren Kutlu Dağ, özetle Türklük ve Müslümanlık arasında salınan bir sarkaç hareketini akla getirir. Tanıl Bora’nın (2018), Türk Sağının Üç Hâli kitabında belirttiği üzere: “İdeolojilerin, fikirlerin sabit pozisyonları ifade etmekten uzaklaşıp bir yapboz oyununun parçalarına dönüşmesi, onları tamamen ehemmiyetsizleştirmediği gibi; ideolojileri, fikirleri içerikler ve pozisyonlar olmaktan öte ‘hâller’ olarak düşünme önerisini güçlendiriyor - ‘artık’ eskisi gibi anlayamadığımızı, bu yordamla daha fazla anlayabiliriz.” (s. 11).
4- Osmancık: Cihân devletini kuran irâde, şuur ve karakter vurgusuyla yayımlanan Osmancık, 1970’lerde yayımlanan romanların aksine makbûliyet içeriklerini daha mutedil bir şekilde sunar. 1970’lerde gerek ayetlerin kullanılması gerekse şedit bir Türklük vurgusu Osmancık’ta uyumlu ve ılımlı bir hâle evirilir. Romanın icra etmeye çalıştığı rol, bir yandan Türklüğün öte yandan İslâm’ın kurucu öğe olarak konumlandırılıp övünülecek bir Osmanlı tablosu ortaya koymaktır. Bu tablo, bilgelik, erdem, fazilet gibi bilek gücünün ötesinde bir medeniyet tasavvurunu dile getirir. 1980’ler boyunca devam edildiğinde ise Küçük Ağa ile Osmancık romanlarındaki ideolojik pozisyonların karışımı makbul bir konumda olacaktır. Sevinç Çokum’un (1989) Ağustos Başağı bunun bir örneğidir.
Sonuç olarak belirli bir tarihsellikte görülmeyen, sonrasında da bastırılan bu tematik alt tür, bastırılanın açığa çıkması gibi özellikle 1970’lerde infilak eder. Bir sonraki infilak dönemi olan 2015 ve sonrasını ise sanırım farklı bir bağlamda tartışmak gerekiyor.