Rüzgâra Bırakılmış Sesler, Sözler, Şarkılar

-
Aa
+
a
a
a

Yaklaşık 50 senedir dünyanın radyo bahçesinde, avcı- toplayıcı bir radyo gezgini gibi, seslerin, sözlerin, şarkıların peşi sıra geziniyorum, beğendiklerimi de topluyorum. 29 Nisan’ dan başlayarak 25 hafta boyunca her cumartesi 16.00’ da, hayatımda bir iz bırakan, rüzgâra bırakılmış sesleri, sözleri, şarkıları sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Kaynak: Yeşil Gazete (29 Nisan 2017)

2016 Mart ayından bugüne Yeşil Gazete’ ye yazdığım yazılarla, hazırladığım haberlerle katkı vermeye çalışıyorum. Geçtiğimiz ay “Radyo Günleri” yazısında radyo ile başlayan tanışıklığımdan ve bugün de özellikle Açık Radyo ile süren yol arkadaşlığımdan söz etmeye çalışmıştım.

Açık Radyo da kurucularıyla, emekçileriyle, program yapımcılarıyla ve dinleyicileriyle birlikte tıpkı Yeşil Gazete gibi bir kolektifin ürünü. Bu kolektifin 20 yıldan beri bir dinleyici olarak parçasıyım. Açık Radyo bu sürede benim için bir okul oldu diyebilirim. Açık Radyo ezbere yer olmayan, birlikte tartışılan, birlikte üretilen, birlikte öğrenilen bir okul. Devam zorunluluğu yok, ama bazı dersleri kaçırınca kendimi gerçekten eksik- rahatsız hissediyorum. Bir işte çalıştığım zamanlarda iş görüşmelerimi, dinlemek istediğim program sonrasına ayarlardım. 1990’ lı yıllarda bir dönem İstanbul’ un değişik semtlerinde kiralık evlerde oturdum ve aradığım ilk şey radyo yayınlarının o eve ulaşıp- ulaşmadığıydı. Gerisi bir şekilde hallolurdu.

Bugün Yeşil Siyaset Platformu’ nun da bir üyesiyim ve beni Yeşil Düşünce’ ye- Yeşil Siyaset’ e taşıyan en önemli araç Açık Radyo oldu.

Bugün de doğduğum köyde, Küçükçekmece Gölü’ nün kuzeyinde, Sazlıdere sulak alanının hemen kenarında bir yerde yaşıyorum. Bir zamanlar burası endemik dokusuyla İstanbul’ un en önemli, biricik doğa parçasıydı. Şimdilerde her sabah Sevgili Can Tombil ve Ömer Madra’ nın sesiyle dinlediğimiz saatli maarif takvimi günlerinde, orada radyoyla tanışmıştım ve artık o günler çok gerilerde kaldı. Artık takvimde yazan doğa olayları hiç gerçekleşmiyor ya da zamanında olamıyor. Örneğin leyleklerin köye, sazlıklara gelme zamanı geçti ve hala ortada yoklar!

İklimler değişti. Bizler değiştirdik! Suçu sisteme yüklemek en kolay yol. Oysa ki sistem değimiz şey bizlerden bağımsız bir şey değil.  Doğayı insana sunulmuş bir nimet, bir kaynak olarak gördük ve tükettik. Hem de ürettiğimizden daha fazlasını tükettik. Ve şimdi dünya bir kez daha ahir zamanlardan geçerken nerede yanlış yaptığımızı düşünmek ve Araf’ ta bir yerlerde duran, bizimle aynı kaderi yaşayacak olanlarla yeni bir hayatın YEŞİL SİYASETİNİ yapmak ve kendimizden başlayarak, hayatı yeni baştan, farklı bir biçimde yeniden örgütleyebilmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

Aynı mavi gökyüzü altında yaşıyoruz ve yeşil gezegenimiz ilk kez insan kaynaklı nedenlerle ve bir kez daha yaşamın sona ermesi meselesi ile karşı karşıya. Zamanın ruhunu anlamada, yeni bir hayatı kurmada sanatın- müziğin evrensel dilini önemsiyorum. Babil’den Sonra ayrışan dillerimizi ancak sanatın diliyle yeniden çakıştırabiliriz. Bu dil geçmişe, eski değerlere sıkıca tutunma çağrısı yapan bir dil olmamalı. Bu dil karanlık günlerin ardında aydınlık günlerin geleceğini müjdeleyen saf bir iyimserliği de içermemeli. Bir şeyler biliyoruz ama hazır cevaplarımız yok. Ezberlerimiz var belki, ama onları da bir an önce terk edebilmeli, güncelleyebilmeliyiz.

Neden “Babil’ den Sonra?”

Babil geçmişte kalan bir uygarlık kalıntısı değil. Bir fikir, bir düşünce aynı zamanda. Bir ütopya veya bir distopya. Kim nasıl isterse öyle değerlendirir. Babil (Babylon)  üzerine birçok anlamlar yüklenmiş, insanın Tanrı’ya ulaşmaya çalışmasının bir sembolü olan, tanrılaşmaya çalışmanın getirdiği felaketle özdeşleşmiş ilk mega kenttir.

İnsanların ilk zamanlarda tanrılaşmak gibi MEGA meseleleri yoktu. Uçsuz bucaksız doğanın içerisinde birlikte gezip, birlikte avlanıp doğaya karşı önce ayakta kalmayı başardılar. İlk zamanlarda doğadaki gürültüyü- sesleri taklit edip, insanlaştırmaya başladılar. Ki bu seslerin de hala gökyüzünde bir yerlerde, rüzgârın önünde dolaştığını düşünüyorum.

Gelişen el becerileri aklı tetikledi. Akıl el becerilerini sanata dönüştürdü. İnsanlar iş aletleri ürettiler, toprağı işlemeyi öğrendiler ve günü geldi yerleşik düzene geçtiler. Birlikte üretip, üretileni paylaşmayı öğrendiler. Bir yandan iş yaparken diğer yandan dans etmeyi ve şarkı söylemeyi öğrendiler. Sonra bu sesler kelimelere dönüştü. Yaşadıklarını kayalara resmettiler. Heykeller yaptılar.

Ama bir gün içlerinden birisi kalabalıklardan daha farklı olabileceğine,  bir tanrı olabileceğine hükmetti ve üretilenden daha çok pay alması gerektiğini düşündü. İş aletleri silaha dönüştü. Daha aşağıdakiler tanrının her zaman bolluk ve refah içerisinde yaşadığına inandırıldı. Eşit şartlarda yaşamın adresi olarak öbür dünyaya işaret edildi ve bu dünyanın bir geçici durak olduğu fikri hâkim kılındı.

Bob Marley’ in bir şarkısında “Babil sistemi kanımızı emiyor” dediği sistem binlerce yıl önce kuruldu ve bugün de bu sistem çalışıyor.

Asurlu’ lar “Tanrı’ nın kapısı” diyorlardı bu kente. Tarihin ilk mega kenti, hukuki metinlerin ilk başkenti Babil görkemli binaları ve asma bahçeleriyle bu bolluğun, refahın ve bereketin de simgesiydi. İnsanlar için tanrı katına, bolluğa ve refaha ulaşmak da ancak burada mümkün olabilirdi.

Mitolojiye göre tanrının Kapısı olarak gördükleri bu kentte yaşarken bir gün, güçlerini birleştirerek tanrılarına, MARDUK’ a ulaşmak ve zenginliğinden, yaşadığı bolluktan paylarına düşeni alabilmek için bir kule inşa etmeye kalkıştılar. Bu insan kibiri Marduk’ u çok kızdırdı. Bunun üzerine Marduk, Babil’de insanların birbirlerini bir daha anlamamaları için farklı dillerde konuşarak büyük bir kopuş yaşamalarını sağladı. Babil kulesinin yıkılmasından sonra İnsanlar bildikleri ortak dilden mahrum kaldılar ve dünyanın dört bir tarafına dağılarak farklı diller, kültürler inşa ettiler.

Babil’in fetheden en ünlü komutan Büyük İskender’in bile Babil’e adım attıktan sonra kendisini bir anlamda tanrı ilan etmesi ve sonra hastalanarak ölmesi, bu metaforu kuvvetlendiren tarihi olaylardan birisi olarak değerlendirilebilir.

Bana göre günümüzün Babil’ i de, kapitalizmin mega kenti New York’ tu. İkiz Kuleler’ in yıkılışı da Babil Kulesi’ nin yıkılışına çok benziyordu. İngilizce’ nin günümüzün ortak dili olduğunda hem fikiriz sanıyorum. Britanya Krallığı’ nın sömürgeci- yayılmacı hegemonik yapısı bu dili bütün dünyada hâkim kılmıştı. Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasındaki egemenliğinin yıkılmasının ardından ABD’nin kendi özgürlüğünü ilan etmesi ve dünyaya egemen bir güç haline gelmesi, bana Babil’ in tarihini anımsatıyor.

Kapitalist dünyanın tanrısı olan paranın en görkemli sembollerinden olan Dünya Ticaret Merkezi çağımızın Babil Kulesi gibi New York’un göbeğinde yükselmişti. 11 Eylül saldırısıyla yıkılan İkiz Kuleler ‘in ardından ABD’nin operasyonuyla dünyada insanlar arasında büyük bir ayrışma yaşanmış, ABD orduları bir zamanlar Babil’ in kurulduğu toprakları işgal etmişti. Bugün de bu topraklarda yaşayan insanlar savaşın pençesi altında kıvranıyorlar. Ortadoğu, Avrupa, ABD, Çin ve Rusya’nın birbirlerine çok yaklaştıkları bir dönemde gerçekleşen bu saldırıyla tekrar birbirilerinin uzağına itildiler. Tıpkı Babil Kulesi’nin ardından ayrı dilleri konuşmaya başlayan insanlara dönüştük bir anlamda. Bu çatışmalı, gergin ortamın bedelini dün olduğu gibi en altta kalan insanlar ve doğa ödeyecek. Ödüyor da. Mavi- Yeşil gezegenimiz artık yoruldu ve iklim değişikliğiyle alarm vermeye başladı.

Bu videoda The Playing for Change Band müzisyenleri, yaşadığımız dünyayı ancak el ele tutuşup, şarkılarla, müzikle, özgürlük ve adaletin hâkim olduğu daha iyi bir yer haline getirebileceğimizi söylüyorlar.

Bu videoda ise The Playing for Change Band müzisyenleri Manu Chao’ nun şarkısında onunla birlikte: “Acımla tek başıma gidiyorum/ Cezamı çekmeye gidiyorum/ Kaderim yasayı çiğnemek için koşmak/ Büyük Babylon’ un yüreğinde kaybolmuşum/ Belge taşımadığım için bana yasadışı (Clandestino) derler/ Kuzeyde bir şehre gittim/ Çalışmaya/ Hayatımı Cebelitarık ile Ceuata arasında bıraktım/ Denizde bir çizgiyim/ Şehirde bir hayalet/ Otorite yaşamımın yasaklanacağını söylüyor/ Bana yasa dışı derler/ Ben bir yasa tanımazım/ Siyah ve yasa dışı- Mano Negra/ Kolombiyalı yasadışı/ Kübalı yasa dışı/ Afrikalı yasa dışı/ Marihuana yasa dışı” diyorlar.

Sanatçılar çoğu zaman Babil’ i ezilen halkaların bir simgesi olarak betimlediler. İnsanlar arası eşitsizliği yasalaştıran Babil’i Bob Marley ve günümüzdeki pek çok Raggae sanatçısı da mısralarında lanetle anarlar. Raggae ile özdeşleştirilen “Rasta” da yine Babil’e karşı protest bir duruşun sembolüdür. Babil’in baskı ve köleliğe dayanan dünyasından kurtulmak için saçlarını uzatan ve taramayan “Rastafaryanlar”, bu şekilde Tanrıların kralı olarak gördükleri Jah’ın onları saçlarından tutarak kurtuluşun sembolü olan Zion şehrine götüreceğine inanırlar. Rastafaryan kültüründe Babil, mevcut kapitalist düzeninin ve sömürü sisteminin sembolüdür. Özellikle Jamaika’da Babil cümle içerisinde bir lanet kelimesi olarak kullanılır.

“…İnsanlığın Babil’le mücadelesi bitmeyecek gibi, ya dünya bir gün Babil olacak ya da Babil yıkılacak. Ama yıllardır Raggae dizelerinde bile yıkılamayan bir sistemi, bir fikri yıkmak nasıl mümkün olacak? New York, Roma, Paris, İstanbul, Tokyo belki çağlar sonra toprak olacak adı unutulan birçok şehir gibi, ancak Babil hep orada olacak. Çünkü Babil, duvarların ardına değil insanlığın en büyük mücadelesinin ardında saklı bir şehir…”

Programın cıngıl müziği de olan bu şarkıda The Playing for Change Band müzisyenleri “Üzülme kardeşim, bu dünyada hepimiz aynıyız. Barışı birlikte gerçekleştireceğiz. Kalplerimiz yakın ve güzel duygularla, titreşimlerle yüklü. Kalbimizin ritmini takip edelim.” diyorlar.

Bugünlerde kiminle konuşsam Türkiye toplumunda bir ayrışmadan, giderek yaşam tarzlarının çatışması olasılığından söz ediyor. Hayatın rengi baskın iki renkten oluşuyor. Her iki renk de kendisini BEYAZ diğerini SİYAH olarak tanımlıyor. Oysa ki başka bir renk daha var: GRİ. Tek başına iç karartıcı gibi görünse de, diğer tüm renkler bir an önce griden sıyrılıp kendi olmaya çabalasa da, SİYAH ve BEYAZ çoğu zaman buna pek de alan açmıyor… Hayatı SİYAH’ ın ve BEYAZ’ ın dışında yer alan bu GRİ alandan kendi renklerimizle zenginleştirebilir, renklendirebilir ve değiştirebiliriz diye düşünüyorum …

Ben gri alanda yer alan renklerden YEŞİL de kendimi daha rahat veu mutlu hissediyorum.  Yeşil, dün olduğu gibi bugün de farklı tonlarıyla grinin bir yerlerinde devinim halinde ve müziğin- sanatın bu devinimi kuvveden fiile taşıyabileceğini düşünüyorum.

29 Nisan Cumartesi 16:00’ da Açık Radyo’ da başlayacak olan Babil’ den Sonra kâinatın UMUT VAR; UMUT DOĞADA, İNSANDA VE ŞARKILARDA diyen tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık, YEŞİL bir program olacak. Ağırlıklı olarak dünyadan ve Türkiye’ den her türlü müzikler dinleyeceğiz. Olabildiği kadar sokaktan şarkıları, sesleri dinletmeye çalışacağım. Ama zaman zaman muhabbet de olacak, şiir de, rüzgara bırakılmış diğer sesler- sözler de olacak. Programın ilerleyen günlerde dinleyenlerin de katılımı- önerileriyle katılımcı bir forma dönüşmesini arzuluyorum. Bir anlamda yürürken öğrendiğim(iz), öğrenirken kolektif formunu vermeye çalıştığım(ız) bir radyo programı olmasını umuyorum.

Başlarken ilk sözümüz, Açık Radyo hep açık kalsın; gözümüz hep Yeşil Gazete’ de, kulağımız hep Açık Radyo’ da olsun; sesler, sözler, müzikler, sevgi ve muhabbet eksilmesin hayatımızdan olsun. Sonrasında sözlerimizi hep birlikte çoğaltırız.