Yoksullukla mücadele hayırseverlik değil

-
Aa
+
a
a
a

10 Aralık 2006Radikal Gazetesi

10 Aralık, 1950'de Birleşmiş Milletler (BM) tarafından "Dünya İnsan Hakları Günü" olarak kabul edildi. Bu, 10 Aralık 1948 yılında gene BM tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne gönderme yapan bir karardı. Bu yıl Dünya İnsan Hakları Günü, bir insan hakları ihlali olarak yoksulluğun önemini vurgulayan özel bir temayla gündeme geliyor. Bu tema şu şekilde ifade edilmiş: "Yoksullukla Mücadele: Hayırseverlik Değil Yükümlülük". Bu ifade, yoksullukla ilgili iki önkabulü yansıtıyor. Bunlardan biri, yoksulluğun sadece bir gelir düşüklüğü sorunu değil, insanların topluma, toplumun eşit bireyleri olarak katılabilmelerini engelleyen unsurların tamamıyla ilgili bir sorun olduğu fikri. Bu bağlamda yoksulluk, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşım, sağlıklı bir yaşam sürmeye elverişli barınma koşulları, ekonomik ve siyasi hayata katılabilme imkanını içeren bir haklar manzumesi içinde ele alınıyor. İkincisi, bu hakların hayata geçebilmesi için siyasi bir iradenin gerekli olduğuna dikkat çekiliyor. Bu bağlamda, kullanılan kelimenin "sorumluluk" değil "yükümlülük" olması önemli. Bu iki önkabulün ikisi de, Türkiye'de yoksuluk sorununa yaklaşımlar açısından önemli. İlk olarak, Türkiye'deki hakim yoksulluk anlayışının, sorunun büyüme ve istihdam artışı bağlamında değerlendirilmesine yönelik olduğunu görüyoruz. Geniş bir siyasi spektrum içinde paylaşılan görüş şu: "Ekonomi büyür, istihdam olanakları yaratılırsa, yoksulluk ortadan kalkar". Sol kesimin bu önermeye gelir bölüşümüyle ilgili bazı eklemeler yaptığı da oluyor. Ama özünde sorunun bir gelir ve istihdam sorununa indirgendiği açık.

Tersine durum

BM Kalkınma Programı'nın (UNDP) geçen ay yayınladığı '2006 İnsani Gelişme Raporu', bu indirgemenin neden yanlış olduğunu çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Her yıl yayınlanan bu rapor, dünya ülkelerini, gelirle birlikte, sağlık ve eğitim alanındaki performans bilgilerini de içeren bir insani gelişmişlik endeksine göre sıralıyor. Bu sıralamada Türkiye'nin yeri, 177 ülke arasında 92. sırada. Bu sıralama sonucunun çok parlak olmamasından daha da düşündürücü olan, Türkiye'nin insani gelişmişlik sıralamasındaki yerinin sadece kişi başına gelir düzeyine göre yapılan sıralamadaki yerinin (70) epeyce altında oluşu. Bunun anlamı şu: Türkiye'nin eğitim ve sağlık alanındaki performansı, gelir düzeyinden beklenebilecek olanın altında. Oysa Türkiye gibi daha yoksul OECD ülkelerinden olan Güney Kore ve Meksika'da bu durum tersine dönüyor. İnsani gelişmişlik sıralamasında 26. sırada olan Kore, kişi başına gelir sıralamasında 31., Meksika'nın insani gelişmişlik sıralamasındaki yeri 53, gelir sıralamasındaki yeri 60. Bu bağlamda daha da çarpıcı bir örnek Küba: Bu ülkenin gelir sıralamasındaki yeri 93, insani gelişmişlik sıralamasındaki yeri ise 50. Bu, gerekli siyasi irade olduğunda, daha yoksul bir ülkenin daha zengin bir ülkeden insani gelişmişlik açısından daha iyi bir performans gösterebileceğine işaret ediyor. Türkiye'de böyle bir siyasi iradenin olmayışı, eşitsizliğin toplumun bir kesimini yoksulluk ve sosyal dışlanmaya mahkum etmesine yol açıyor. Bu bağlamda, en alt yüzde 20'lik gelir diliminde yer alan Türk vatandaşlarının, nasıl doğdukları günden itibaren topluma dezavantajlı bir biçimde katıldıklarını gösteren bazı istatistikler gayet düşündürücü. '2006 İnsani Gelişme Raporu'na göre, en alt yüzde 20'lik gelir diliminde, profesyonel sağlık personeli denetiminde gerçekleşen doğum oranı yüzde 41, bütün gerekli aşıları yapılmış bir yaşındaki çocukların yaş grubuna oranı yüzde 28, boyları yaşlarına göre kısa 5 yaş altı çocukların yaş grubuna oranı 17, bebek ölümleri binde 43. Bu oranlar, en yüksek yüzde 20'lik gelir dilimindeki vatandaşlarımız için sırasıyla şöyle: Yüzde 98, yüzde 53, yüzde 3 ve binde 30. Bu vahim eşitsizlik, sadece gelir eşitsizliğiyle ilgili bir şey değil. Bu, devletin anne ve çocuk sağlığı alanındaki yükümlülüklerini yerine getirmemesiyle, buna bağlı olarak da anne ve çocuk sağlığının kişisel gelir olanaklarına bağlı hale gelmesiyle ilgili bir durum. Böyle bir durumda, bütün Türk vatandaşlarının topluma eşit koşullarda katılma hakkına sahip olduklarını söylemek kesinlikle mümkün değil. Burada, devletin yükümlülüklerini yerine getirmemesinden kaynaklanan bir insan hakları ihlaliyle karşı karşıya olduğumuz açık.

Eğitimde de hak ihlali

Bu tür hak ihlallerinin başka örneklerini, başka alanlarda, özellikle eğitim alanında da bulabiliyoruz. Türkiye'de eğitim harcamalarının milli gelire oranı çok düşük değil. Ama toplam eğitim harcamaları içinde kamu harcamalarının payına baktığımız zaman, bunun OECD ülkeleri arasında en düşük oran olduğunu görüyoruz. Hele Türkiye'nin okul yaşındaki nüfusunun toplam nüfusa oranının yüksekliği göz önüne alındığında, bu durumun düşük gelir dilimlerindekiler için eğitim hakkının ne anlama geldiği konusunda düşündürücü bir nitelik arz ettiği kolayca görülebiliyor. Ama Türkiye'de devlet, yapmadıkları gibi, yaptıklarıyla da sosyal hak ihlallerine sebep olabiliyor. Bunun güncel bir örneğini, bugünlerde büyük bir hızla sürdürülen 'Kentsel Dönüşüm Projesi' kapsamında yapılan gecekondu yıkımlarının yol açığı evsizlik sorunu oluşturuyor. Geçen hafta, bu yıkımların mağduru bir Çingene ailenin bebeği, ailenin sığındığı çadırda öldü. Ailenin evi yıkılmasaydı bebek yaşar mıydı bilmiyoruz. Gene de, bazı gazetelere yansıyan bu bebek ölümü, devletin kendi eliyle yaratmakta olduğu evsizlik sorununun ilerde ne biçimlerde karşımıza çıkabileceğini göstermek açısından çok anlamlıydı. Bu tekil trajedinin gösterdiği başka bir şey de, söz konusu yıkımların Çingeneler gibi özellikle yoksul ve dışlanmış bir kesimin durumunu daha da vahim bir hale getirdiğiydi. Bu kesimin dışlanmasıyla ilgilenip onların topluma entegrasyonunu sağlamak üzere özel önlemler almaları gereken yetkililerin, yapmaları gerekeni yapmamakla kalmayıp, pervasızca varolan durumu ağırlaştıran girişimlerde bulunmaları, Dünya İnsan Hakları Günü'ne bu yıl verilen anlam çerçevesinde üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir durum oluşturuyor. Bu iç karartıcı verilerin oluşturduğu tablo, sivil toplum kuruluşlarına (STK) ciddi bir sorumluluk yüklüyor. Burada söz konusu olan, devleti yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlama sorumluluğu. Ama Türkiye'de, sorumluluklarla yükümlülüklerin birbirine karışmasından doğan çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'de insanlar yoksulluk sorununu, özellikle bu sorunun eğitim alanındaki tezahürlerini gerçekten çok ciddiye alıyorlar ve bu iyi bir şey. Ama bu ciddiye alış, kendini, sosyal harcamalarla ilgili talepleri dile getirmek ve bu taleplerin yerine getirilip getirilmediğini izlemek için girişilen örgütlü çabalarla göstermiyor. STK'lar, devlete yükümlülüklerini hatırlatmaktan çok, bu yükümlülükleri üstlenmeye çalışıyorlar. Kampanyalar düzenliyor, banka hesapları açıyor, paralar toplayıp dağıtıyor ve bu minval üzere yüzlerce proje üretiyorlar. Bu iyi niyetli çabalara harcanan enerjinin, bazı yoksullara bazı imkanlar sağlayabildiğini inkar edecek değilim. Ama yoksulluk sorununun çözümünü, fedakâr bireylere, ne kadar süreceği bu bireylerin enerji ve imkanlarına kalmış projelere bağlamak, tanım gereği, sorunu haklar ve yükümlülüklerin alanı dışına taşımak anlamına geliyor. Daha sürekli oldukları düşünülebilecek vakıf ve derneklerin aynı alandaki rolü de, gene devlet-vatandaş ilişkisinin mantığı dışında ve hayırseverlik mantığı doğrultusunda tanımlanıyor. Bu arada zenginler vergi vermek yerine hayır işlemekten, devlet yetkilileri de projelerin sosyal politika önlemlerinin, bağışların sosyal harcamaların yerini almasından gayet memnun görünüyorlar. Ama bu durumun, BM'nin "Yoksullukla Mücadele: Hayırseverlik Değil Yükümlülük" sloganının anlamıyla bağdaşması imkansız. Aksine gönüllü sorumluluk yüklenme çabalarının, yükümlülüklerin yerine getirilmediği bir duruma meşruiyet kazandıracak yönde işlediğini söylemek mümkün. Yapılması gereken ise açık: Türkiye'nin insani gelişmişlik düzeyinin gelir düzeyinin ne kadar gerisinde kaldığını hatırlamak ve "devlet kaynakları yoksullukla mücadeleye yetmez" gibi düpedüz yanlış bir görüşü terk ederek devleti göreve davet etmek.

*AYŞE BUĞRA: Boğaziçi Üni., Sosyal Politika Forumu