Bush Avrupa'da gezegene açtığı savaşa taraftar bulmak için dolaşırken, geçtiği her yerin sokaklarında da ''dünyanın vicdanı'' ile karşılaşıyor. Bu vicdan, ''Büyük bir ideolojik kavganın ortasında'' emperyalist söylemin karşısına tüm renkliliği ve çeşitliliği ile ''Küresel Adalet Hareketi''nin sesini ve aklını çıkartıyor. Kapitalist şımarıklığın, zincirinden boşaldığı yeni zamanlarda, insanoğlu yine kendi bağrından ''iyi'' çocuklarını tarihin sahnesine çıkartıyor.
Geçenlerde İstanbul'da Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu tarafından düzenlenen "Savaşsız Bir Dünya için Uluslararası Buluşma'' Sempozyumu'nun konuşmacılardan biri de Gilbert Achcar'dı. Siyaset bilimci, yazar ve aynı zamanda aktivist olan Achcar'la Irak direnişinin boyutları, seçimler ve ülkenin geleceği, Ortadoğu ve yükselen İslami dalga, ABD hegemonyasının yeni senaryoları, yeni bir sol tahayyüle olan ihtiyacımızı ve Fransa solunun türbanla olan imtihanını konuştuk.
Batı solunda Irak direnişini tanımlama noktasında kafa karışıklığı var gibi. Geçmişe dayalı referanslar, direnişin farklı boyutlarını anlamakta pek faydalı olmuyor. Sanki direnişi anlamak için kendi metodolojisinde deşifre etme çabası var.
Özellikle içine yoğun şiddet eylemlerini de dahil edeceğiniz genel Irak direnişine dair, evet, Avrupa solunda kafa karışıklığı var. Öte yandan Iraklıların ruh haline dair de derin bir cehalet olduğu kanaatindeyim. Özellikle Irak'taki silahlı direnişi, 50'lerin 60'ların ulusal hareketleri ile kıyaslama ve benzetme yanlışı yapılıyor. Solda duran insanların ''düşmanımın düşmanı, benim dostumdur'' tuzağına düşmemeleri gerekir. Savaş karşıtı hareket, ne zamanında Miloseviç'i, ne de savaş öncesi dönemde Saddam'ı desteklemiştir. Taliban'ı da desteklemedi. Afgan halkını, Irak halkını desteklemek demek, her türde politik liderlikleri desteklemek anlamına gelememeli. Şu bilinmeli; Mukteda El-Sadr, ''Sünni Ulema Birliği'' gibi işgale şiddetle direnen gruplar bile direnişle terörizmin ayrışması gerektiğini özellikle belirtiyorlar. Sadece onlar değil, bir çok Iraklı da bu ayrımı yapıyor. İşgalci askerlere yönelik meşru mücadele ile terörizmi ayırmak önemli. Iraklılar bile bunu yaparken, solun bu konuya bütünlüklü bakışı sorunlu. Batı basının da özellikle öne çıkardığı eylemler hep kafa kesme törenleri, şoför öldürmeleri, sivilleri hedef alan etnik temelli bombalamalar, korkunç eylemler. Dolayısıyla bu ayrım çok önemli. Aksi takdirde ABD propagandasına hizmet etmiş oluruz. ABD neden özellikle Irak'ta direnişin bütününü Zerkavi'ye maletmek istiyor? Nedeni şu; tüm direnişi Zerkavi nezdinde, medyayı da kullanarak terörist diye damgalamak istiyor. Batı'nın sempati duymadığı Zerkavi gibi isimleri seçip çıkararak, direnişin içini boşaltıyorlar. Lâkin, bu tip adamlara Irak'ta da sempati beslenmiyor.
Alex Callinicos'la yaptığınız tartışmaya gönderme yaparsak, savaş karşıtı hareketteki umutsuzluğun nedenlerinden biri olarak, direniş konusundaki bu kafa karışıklığını sebep gösterebilir miyiz?
Solda bazı refleksler var. Sürekli geliştirilen benzer refleksler. Ama bu hataya düşmemeliyiz, daha zeki olmalıyız. Neyse ki şimdi Irak'ta neler olduğu daha iyi anlaşılıyor. Şunu da anlamak gerekiyor, bizden farklı direniş biçimi olabilir. Mesela, Iraklıların çoğu bizim tarzımızdaki mücadeleye katılmayabilir. Ama onlar da politik mücadele veriyor. Dünyadaki savaş karşıtı hareket tek ve birleştirici bir slogana konsantre olmak zorundadır, o da ''işgal güçlerinin derhal Irak'ı terk etmesi''dir. Direnişin nasıl olacağı tartışması, bizim acil tartışmamız değildir. Eğer, insanlar ''Irak'ta korkunç şeyler oluyor. İşgal güçleri de çekilirse, ülke büyük bir kaosa sürüklenecektir'' diyorsa cevap çok basittir: ''Evet Irak'ta korkunç şeyler oluyor ama hiçbiri işgal güçlerinin yaptıklarından daha korkunç değil. Felluce korkunçtu, Ebu Garip korkunçtu. Küçük grupların yaptıklarının yanında asıl felaket bunlardır.
Irak seçimlerine gelirsek; direnişin belli kesimlerinin ''Birleşik Irak'' hayali olduğunu da duyuyoruz. Fakat işgal güçlerinin söylemi sürekli etnik ve dini kimlik temsiliyeti temelinden gelişiyor.
ABD'nin işgalden beri başvurduğu temel söylem; Irak'ı Şii, Sünni, Kürt vb. gibi dini ve etnik temele göre tanımlanmak. Tipik bir ''böl ve yönet'' politikası. Bremer döneminden beri işgal yönetiminin sürdürdüğü siyaset, cemaat ve etnik temelli ayrışmayı güçlendiriyor. Şunu söylemek gerekir; ABD Irak'a ''sözde demokrasi''yi getirip, bir kaç sene sonra da terk etmek için girmedi. O kadar yatırımı boş yere yapmadı.
Aslında direnişi tanımlama açısından da böyle bir problem var. Akıl sürekli, geçmişin Arap sosyalist milliyetçiliğinin domine ettiği bütünlükçü kurtuluş hareketlerine kayıyor. Halbuki, yeni zamanlarda kimlik hareketleri daha çok ön plana çıkıyor. Söylemek istediğim, bu etnik ve mezhepsel ayrışma sadece ABD'nin dayattığı politik söylemle açıklanabilir mi?
Maalesef ki haklısınız. Bunu soru formatında koydunuz ama iddia şeklinde de konabilir. 50'lerle 60'ların uzağındayız. O yıllar temel göndermesi ''sosyalizm'' olan ''ilerici milliyetçiliğin'' hakim olduğu yıllardır. Ve bu rejimlerin ilk dönemlerinde son derece ilerici millileştirme hamleleri görülür, Mısır'da endüstri ve ekonomideki özel mülkiyet kontrolünün lav edilmesi gibi. Eğitim, sağlık ve sair temel alanlarda önemli reformlar kaydedilir. Çoğu askeri yönetimler de olsa -Musaddık hariç- o dönemki ''sol'' eğilimin etkisiyle gerçekleştirildi bunlar. Nasır- Sukarno hattı arasında kalan bölgede ''ilerici milliyetçilik'', bütün sınırlarına rağmen, dönemin etkin sistemi idi. Bugüne geldiğimizde ise, tarihsel koşulların belirlediği başka bir durum söz konusu. Milli önderlikler iflas etmiştir. Yoğun emperyalist baskı tarafından teslim alınmışlar ve yenilmişlerdir. Sonrasında da emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi Suudi (Vahabi) müttefikleri ile beraber Endonezya'dan Fas'a kadar, tüm İslam dünyasında, ilerici milliyetçiliğe karşı ideolojik silah olarak İslami köktenciliği kullandı. Bu mücadelenin doğasında şekillenen Arap yönetimleri de diktatörleştiler ve her zaman olduğu gibi, radikal solu yok ettiler. Örneğin, Türkiye ile Fas örnekleri, İslam dünyasında bağımsız işçi hareketi görmek mümkün değildir. Tamamen yok edildiler. Dolayısıyla, sosyal krizlerin, fakirliğin ve demografik patlamaların neden olduğu toplumsal öfke, kendini ifade etmek için İslamcı köktencilikten başka bir kanal bulamadı. Çünkü, artık herhangi bir ''sol''dan bahsetmek imkânsızdı. Öte yandan, devletler de politikalarıyla, farklı bir şekilde bu kanal içine girmişlerdi. İslamcı köktencileri, -özellikle üniversitelerde- solun üzerine saldırtıyorlardı. Başta Cezayir ve Mısır olmak üzere hep benzer süreçler gelişti. ''Sözde'' sosyalist milliyetçi geçmişi olan hükümetler gittikçe sağa kayıyor, liberalleşiyor ve özelleştirmeci oluyor, solu eziyordu. Mesela, Mısır'da Sedat, Nasır'ın mirasını yok ediyordu. Sonradan silah kendilerine döndü. Aynı örneği şimdi ABD yaşıyor, 11 Eylül'de aynı silah onlara da geri tepti. Sedat da aynı şekilde Mısır'da İslamcıları sola karşı desteklemişti, ama sonrasında İslamcılar tarafından öldürüldü. Yani, tüm Müslüman dünyada şu anda muhalefetin adresi İslamcılar durumundadır. Irak da farklı bir şey olması beklenemezdi. Mesela 50'lerin Irak'ı ile İran'ını ele alalım. İran'da Musaddık ve güçlü sol örgütler vardı. Irak'ta komünistler vardı ve çok büyük gösteriler oluyordu. Şimdi ise hiçbiri yok. Bu tarihsel bir yenilgidir, ama elbet ezeli olmayacaktır. Düğüm çözülecek, ve yeni bir sürece gireceğiz.
Emperyalizmin bölgeye dair gelecek planları için ne diyorsunuz. İran, Suriye tehditleri, Lübnan'da eski başkan Hariri'nin öldürülmesi ve ebetteki İsrail-Filistin meselesi...
ABD'nin Irak'ı kontrol planı büyük başarısızlığa uğramıştır. Hem Irak içinden hem de dünyadan ciddi bir baskıyla karşı karşıyalar. Bu yüzden ateşe körükle gidiyorlar ya. Etnik ve dini kimlikleri kışkırtarak, Irak'taki varlıklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu da bölgedeki İsrail politikası ile benzerlik gösteriyor. İsrail'in uzun zamandır, bölgede yapmaya çalıştığı budur: ''içeriden böl ve etkisizleştir''. Eskiden Irak'ın olduğu gibi büyük ve güçlü bir Ortadoğu ülkesi istenmiyor. Irak'ın da yeniden yapılanmasının bağımsız olmasını istemiyorlar. Neo-conlarla (yeni muhafazakârlar) İsrail'in birbirine bu kadar bağlı olması boş yere değil. Irak ordusunun dağıtılması da bu yüzdendi. Irak'ı şu anda kontrol etmenin en kolay yolu Baas ordusuyla yapılacak bir anlaşmaydı, ama yapmadılar. Allavi de Irak işgalinden önce uzun süre Bush yönetimini bu konuda ikna etmeye çalıştı. Ama neo-conlar ve Çelebi bunu kabul etmedi. Biliyoruz ki, neo-conların da arkasında İsrail var. İsrail de ne şartla olursa olsun, güçlü bir Irak devleti, dolayısıyla ordusu görmek istemiyordu.
Bir plan hazırladılar, ''tamam ordu olsun ama 40 bin kişilik'' diye, Irak gibi bir ülke için 40 bin kişi, saçmalık. Öte yandan Bremer tarafından Irak bayrağı değiştirilmeye çalışıldığı zaman korkunç bir tepki oldu. Bu tepkinin nedeni bayrağa bağlılıktan ziyade, yeni bayrağın, ortasındaki David'in yıldızını çıkardığınızda, neredeyse İsrail'in bayrağının aynısı olmasıydı. Skandal bir karardır.
Lübnan'a gelince: Hiç kimse, bu suikastı kimin ve neden düzenlediğini bilmiyor. Buna rağmen şüphe okları bilinçli bir şekilde Suriye'ye yöneltiliyor. Bu denli ABD'nin baskısı altındayken Suriye hükümetinin böylesi bir şey yapması için tamamen aklını kaybetmesi gerekiyor. Lübnan'da gerçekleşecek böylesi bir durumda, Şam'ın suçlanacağını bile bile, Suriye bu işe niye girsin? Öte yandan Hariri, çok sofistike bir teknolojiyle korunuyordu. Yani, böylesi bir suikastı becerebilecek çok fazla grup yok. Eylem olduktan sonra da İsrail hemen Suriye üzerindeki baskılarını artırarak Lübnan Hizbullahı'nı sorumlu gösteriyor ki, bu son derece saçma. Her halükârda bu tarz eylemler Lübnan'ı zayıflatacaktır. Netice itibariyle, bu durum bölgeyi Balkanlaştırma politikasına epey denk düşüyor.
Peki bu yeni planlar hakim hegemonik bloklar arasında bir çatlama yaratacak mı?
Putin'in ABD'nin Asya'ya sızma planına müdahale gücü yok. Müdahaleye gücü olmayınca da, yakınlaşıp durumdan faydalanmaya, bu oyunu oynamaya çalışıyor. Aslında hiç bir şey kazanamadığı büyük bir hata bu. Öte yandan, önemli bir petrol kaynağı olan Irak Washington'un denetiminde. Rusya'nın kabul edemeyeceği bir şeydi bu, o yüzden işgale karşı oldu ve olmaya devam ediyor. Şimdi de İran tehdit altında. Aslında ilginç ittifaklar var. Lübnan Hizbullahı'ndan başlayıp, Suriye rejimi, Irak'taki İran kuvvetleri, Tahran, Rusya ve Çin. Bildiğiniz gibi Çin'le Rusya'nın önemli askeri ortaklıkları var. Yani, bu tarif ettiğimiz hat ile Washington arasında bir gerilim var.
Ya AB'nin pozisyonu?
Bana kalırsa, AB Washington ekseninde, gerilimleri yumuşatma, aracılık noktasında duruyor. Birbirini tamamlayıcı. İran örneğinde olduğu gibi. ABD ile İran arasında aracılık yapıyor. ABD İran'ı tehdit ediyor, AB araya giriyor. ''Eğer, aracılığımızı kabul etmezseniz, o zaman yalnız kalırsınız'' diyor. Aracılıkla tehdit beraber işliyor. Neticede, AB ABD askeri mekanizmasına bağımlı. İran'dan, bölgenin kontrolden çıkması muhtemel dinamiklerinden korkuyorlar. Öte yandan Bush yönetiminin Irak'ta nasıl beceriksiz olduğunu da gördüler. Söylemek istediğim, AB de Amerika'nın koruması altında olan dünya sisteminin bir parçası. Bu, hazırlanmakta olan AB Anayasası'na bile giriyor. NATO, AB Anayasası sürecine entegre ediliyor. Artık, Avrupa Birliği anayasal olarak NATO içinde tanımlanacak. Bu da Sovyetler'in yıkılışından sonra NATO'nun ABD askeri liderliğinde (seçeneksiz olarak) yeniden yapılanmasının bir göstergesidir. ABD'nin askeri harcamalara ayırdığı bütçe tüm AB üyeleri toplamında fazla. Dolayısıyla, AB üyesi ülkeler ABD'nin askeri gücünden memnunlar. Memnun olmadıkları tek nokta Bush yönetiminin küstahlığı ve tek yanlılığı.
Din, yeni emperyalist söylemin merkezine yerleşmiş kavramlardan biri oldu. Sanki, birileri bunu yaparak ''medeniyetler savaşı''nı meşrulaştırmaya çalışıyor. Bunun gündelik hayata da etkisi oluyor. Sanki, mezhepsel, etnik ve kültürel ırkçılık tüm dünyada artıyor...
Batı'da İslam fobisinin büyüdüğü ve taraftar bulduğu gerçek. İnsanlar saldırıya uğruyor ve temel haklardan yoksun bırakılıyor. Çıkarılan yasalarla kadınların okullara türbanla girmesi yasaklanıyor. Lâkin, gerilim hükümetler ve kamuoyu nezdinde yükselse de bunun egemen bir eğilim olduğunu söylemek için erken. Çünkü güçlü ve etkili bir karşı dalga da var. Aynı Batı'da, İslam fobisi ve ırkçılığa karşı mücadele eden insanlar ve gruplar var. Söylemek istediğim, son derece ''büyük bir ideolojik bir kavga içinde olduğumuz''dur. Uğruna kavga edeceğimiz gerçek bir umut var. Irak'ta mesela, yoğun mezhep temelli saldırılara Şiiler aynı şekilde karşılık vermedi. Bu çok önemli. Öte yandan Sünniler üzerinde etkili politik liderlikler de bu tip saldırıları şiddetle kınıyor. Iraklılar, Irak'ı iç savaş ortamına sokma tuzağına düşmemeli. Tüm bunların gösterdiği şu: Batı'da, Irak'ta, tüm dünyada hâlâ umudumuz ve bu umut için mücadele vereceğimiz zemin var.
Bu umudun adresi olarak Seattle'dan Porto Allegre'ye uzanan ve savaş karşıtı hareketin geniş cephesiyle de birleşen alternatif küreselleşme hattını temel alabilir miyiz? Belki de bu hareket, İslami muhalefeti anlayıp, ılımlı kanadıyla farklı birliktelikler yaratabilir...
Küresel Adalet Hareketi'ni, ilerici güçlerin dünya çapında tekrardan yapılanmasında tarihi bir adım olarak görüyorum. 20. Yüzyıl sol için büyük bir yıkım ve yenilgi yüzyılı oldu. Öte yandan, bu yüzyıl, şu anki durumun aksine Bolşevik devrimi ile zirvesini yaşayan etkili bir sol dalga ile başlamıştı. Sonra devrimciler reformistleşmeye başladı, sonra da reformistler sosyal liberal oldular en sonunda da dalga muhafazakârlığa kadar ulaştı. Özetle, yüzyılın başındaki ''sol dalga'' yerini ''sağ dalga''ya bıraktı. Sonuçta, yeni bir sol dalga ve yeni sola ihtiyaç olduğu aşikâr. Tarihsel olarak böylesi dalgaların olması doğaldır. Örneğin, Sovyet devriminin arkasından büyük bir sol dalga olmuştu. Diğer bir dalga da 60'ların ortasında tüm dünyaya öğrenci hareketi ile yayılan yeni sol dalga idi. 70'lerin hareketleri aşağı yukarı Sovyet modeli etkisi altında idi. Artık, bu tarihsel dönem bitti. Seattle'da başlayan, ihtiyacımız olan yeni sol dalganın ilk sahne alışıdır. Hareket başta çevre, ticaret, ekonomi ve küresel adalet temalarını yoğunlukla dillendirirken, 2001'den sonra olaya savaş karşıtı boyut da eklendi. Bu bir başlangıç, kesinlikle son değil. Yeni bir sol dalgayı inşa etme hareketi olmasının yanında, yeterince yapılmamış düşünsel tartışmaların yapılmaya başlama çabasıdır. Bugün hâlâ 70'lerle benzer metodolojiye ve algılayışa sahip radikal sol gruplar var. Tekrarlıyorum; değişen durumları algılamayı ve analiz etmeyi kolaylaştıracak yeni bir vizyona ve programlara ihtiyacımız var.
Peki bu gelenekse sol söylemi eleştirdiğimiz ölçekte, az önce tanımladığım yeni sol söylemi temel alırsak, Fransa'daki ''sol''un türbanla olan imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef Fransa radikal solu yanlış bir noktada. Çünkü, sekülerizmi ve kadının özgürleşmesi konusunu, Müslüman göçmenlere karşı uygulanan baskıdan ve ayrımcılıktan daha çok önemsiyorlar. Türbanı reaksiyoner bir sembol olarak algılama yanlışındalar ve buradan hareketle, "okullarda türban"ı yasaklamayı ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Özgürlüğü elde etmekteki en etkili yol insanların kendi özgürlüğünü kazanmalarına yardım etmektir. iktidarın baskısıyla insanları özgürleştiremezsiniz. Eğer birisi kadına ne giyeceği konusunda baskı yapıyorsa, biz kadına karşı değil, baskıya karşı mücadele etmeliyiz. Rızaları dışında türban takan kadınlara, türban takmamaları için baskı yapmak yanlıştır. Çünkü baskıya karşı baskı üretiyorsunuz. Türkiye bunun en iyi ispatıydı. Keza Rusya'da da buna benzer bir tarih yaşandı. İlerlemeyi bu şekilde sağlayamazsınız. Tek ve gerçek özgürleşme, ''kendiliğinden özgürleşme''dir. İnsanlara bilince ulaşma konusunda yardım ederseniz, onlar kendilerini özgürleştime yolunu bulacaklardır. Kadınların kurtuluşu yine kendi kararlarıyla olmalıdır, istekleri dışında onlara dayatılanla değil. İşte Fransa solu bu hataya düşüyor, çok şükür tüm Batı solu bu durumda değil. Mesela, İngiltere'de, ABD'de sol bambaşka pozisyonda. Fransa'nın, Kemalizm ile de çok ciddi benzerlik taşıyan yanı ise kurucu ideolojide sekülerizmin merkeziliği. Elitlerin eliyle yukarıdan aşağıya özgürleşme. Devletin görevinin, toplumu aydınlatmak olduğu gelenek. Lâkin, tarih bize bunun doğru bir yöntem olmadığını gösterdi.
Gilbert ACHCAR:
Lübnan'lı siyaset bilimci. 1983'ten bu yana Fransa'da yaşıyor. Paris- VIII Üniveristesi'nde siyasalbilimler dalında öğretim üyesi olan Achcar'ın Le Monde Diplomatique, New Left Review, Mothly Review, Inprecor gibi dergilerde yazıları yayınlanmakta. Aralarında, Türkçe'ye de çevrilen Kaynayan Ortadoğu: Marksist Aynada Ortadoğu (İthaki Yayınları, 2004) ve Barbarlıklar Çatışması (Everest Yayınları, 2002) kitaplarının da yer aldığı çeşitli dillerde yayınlanmış çalışmaları var.
İlk olarak 28 Şubat 2005'te Birgün'de yayımlanmıştır.