Victor'un ardından: Tohum

-
Aa
+
a
a
a

Yeşil Gazete

7 Mart 2011

Yarın sabah güneş yeniden doğacak. Yaşam devam edecek. Şehirlerin caddeleri motor uğultularıyla, köy evlerinin avluları tavuk gıdaklamalarıyla dolacak. Denizin o tuzlu kokusu rüzgarların yelesine tutunup gezecek keyfince, özgürce. Tohumlar toprağa kavuşacak, yapraklar güneşe dönecek yüzünü. Yaşam ve ölüm birbirlerinin ardından koşturup duracak Arz’ın etrafında. Kahkahalar feryatlara, arzular korkulara, sevmeler kaçmalara karışacak. Hem çok özel, hem çok farklı, hem de çok aynı bir gün olacak yarın. Her zamanki gibi.

Victor artık olmayacak ama. Çünkü topraktan doğup 40 ufak yıla sıkışıveren kocaman hayatı, toprakla insanı yeniden kucaklaştırmaya olan inancı, azmi ve umuduyla helalleşip geri döndü toprağa. Bedeni, yaptıkları ve yaşamının ta kendisiyle saçtığı yaşam tohumlarının ardı sıra karıştı toprağa.

İnsana toprağı, güneşi ve yaşamın öğretmesi zor-öğrenmesi işten değil ahengini içten bir gülümsemeyle anlattı hayatı boyunca. Doğal olanı hayranlıkla ve bitmeyen bir öğrenme iştahıyla izlemenin haklı bilgeliğini paylaştı tüm tevazusuyla. Gönüllüce sade, bilgece az mülk ve bol muhabbetli bir yaşamın mutluluğunu haykırdı her daim ışıldayan gözleri.

Bize de düşen onun hikayesini anlatmak artık. Anlatalım ki doğayla ve kendiyle barışık, ölümü değil yaşamı onurlandıran, doğanın mucizevi bilgeliği karşısında her daim bir çocuk gibi meraklı, mutlu ve sağlıklı bir Türkiye yolunda, doğal yaşamın bilgeliğiyle sarmalanmış bir dünya için yaptıkları unutulmasın. Yaptıkları ve yaşamı güç versin, azim versin, ilham versin hepimize.

Bu yazı dizisinde okuyacağınız “Victor” un hikayesidir. Birşeyler kesin eksik kalacak, beceremeyeceğiz onu ve yaptıklarını layıkıyla anlatmaya. Şimdiden affola.

Hiçbir yerden gelip herşeyi seven insan...

İnsanlar nereli olduğunu sorduğunda hafifçe gülümseyen insanlardan biriydi Victor Ananias. Şilili bir babayla Türkiyeli bir annenin oğlu olarak 1971 yılında İsviçre’nin bir dağ köyünde dünyaya geldi. Annesinin hamilelik döneminde beliren kanser, çiftin hayat tarzlarını tamamen değiştirmelerine ve doğanın şifasına yönelmelerine neden olmuştu. Şu hayatta başımıza gelenlerden neyin iyi neyin kötü olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gerçeğinin bir numunesi misali, Victor’un daha filiz vermemiş hayatını da kökünden etkiledi bu musibet. Hayatına daha çocukluğunun ilk yıllarından itibaren damgasını vuracak ve son nefesine kadar büyük bir inançla, azimle sarılacağı doğal yaşama erdeminin tohumları daha ana karnında atıldı belki de.

Yaşamının ilk yıllarında Bodrum’a yerleştiler. Çamaşırların külle yıkandığı, ekmeğin fırında pişirildiği, tüm gıdalarının bahçelerinden ve etraflarındaki köylerden geldiği alabildiğine sade, alabildiğine zengin bir hayatları oldu yaşadıkları zeytinlikte. “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” kitabının yazarı Emet Değirmenci Victor’un hayatını daha çocukken etkileyen köy yaşamını ve annesini şu sözlerle özetliyor : “Victor’u yüzyüze ilk defa 1997'de Hocamköy’de Max Lindegger ile yapılan permakültür sertifika programında tanımıştım. Kendi yaptığı ekmeği çıkınından çıkarıp paylaşmıştı bizimle. 1995'te tanıdığım annesi Gülben Hanım’in Fethiye Faralya’daki tek göz toprak evinde neredeyse sıfır karbon ayak izi bırakan bir yaşam sergilediğini anımsayınca ‘Victor Gülben’in oğlu’ dedim.”

“Hiçbir ırkın, hiçbir dinin, hiçbir coğrafyanın insanı değilim tam olarak” diyordu Victor kendisini “Türkiye’de Fark Yaratanlar” programına konu eden ekibe. “Bütün dünyadaki yaşam, her bir doğal döngü beni eşit derecede ilgilendiriyor bu yüzden” diyerek küresel düşünmenin, hayatı boyunca yaptıklarıyla da yerel davranmanın güleryüzlü, umut verici bir örneği olacaktı.

Gençlik yıllarında dünyayı dolaştı, daha iyi bir gelecek için mücadele eden topluluklar ve platformları gezdi, parçaları oldu. “Hepsinde gördüğüm şey aslında Bodrum’da yaşadığım köydeki Ali Çavuş’un, Fatma Yenge’nin, Değirmenci Bayram Efendi’nin benliğime hayatım boyunca kazınacak bilgeliklerinin birer yansımasından ibaretti” diyordu. Bodrum’a döndü, miçoluk yaptı, çiçekçilik yaptı, garsonluk ve rehberlik yaptı. “İşimi ne kadar iyi yaparsam yapayım sadece birkaç aileyi mutlu ettiğimi hissediyordum. Daha fazlasını yapmam gerektiğini hissettim” dedi, Bodrum pazarında köylerden satın aldığı ve kendi yetiştirdiği doğal ürünleri sattığı bir tezgah açtı. Tezgahına her uğrayanla bıkmadan usanmadan ekolojiden konuştu güler yüzüyle, dinlemeseler de anlattı, inanmasalar da o inancını korudu. Umudu ve azmi de öylesine güçlüydü; kendisiyle röportaj yapan Jennifer Hattam’a şöyle diyordu :  “Türkiye’de doğal döngüler ve doğal yaşam konusunda çok şanslıyız, her birimizin ya anne babası, olmadı dedeleri nineleri köyden gelir. Bunların değerini, güzelliğini bilir. O yüzden kısa zamanda yeniden hatırlayabiliriz toplum olarak, daha dün unuttuklarımızı.”

Buğday’ın onun hayatında ayrı bir yeri vardı. Köyün bugünlerde unutulmaya yüz tutan doğal, geleneksel tarımının ritüellerinin önemi buğdayda iyice ön plana çıkar. Buğday tanelerinin toprağa saçılırken “Kurda kuşa aşa” denmesinin temelindeki erdem ve bilgeliği kendine örnek aldı : “Mahsulün üçte biri bizim hakkımızdır aslında, biliriz bunu buğdayı atarken toprağa.”

Yemek değil yedirmek, almak değil vermek…

“‘Alma’ odaklı yaşam insanlığı doyurmadı, kendi sonuna doğru sürüklüyor, ‘sunma’, ‘paylaşma’, ‘verme’ kültürü ise bizi ihya etmek için kapımızı çalıyor.”

(Victor Ananias, Buğday’daki haftalık yazılarından bir alıntı )

Anlattıkları ve daha da ötesinde bizzat yaşamıyla gösterdikleri tarımın nasıl yapılması gerektiği konularından çok daha fazlasını işaret ediyordu. İnsanın doğayla kurduğu bağlantı üzerine, ve hatta bu bağlantı üzerinden insanın diğer insanlarla kurduğu ilişki hakkındaydı aslında onun kelamı. Parçası olduğu, beraber çalıştığı uluslararası kurumlar kendisi için “kapsayıcı bir çevrecilik, bütüncül bir ekoloji felsefesine sahip” diyorlar. Victor’un şu sözleri bunun çok güzel bir örneği : “İklim değişikliğinden dünyanın tek sorunuymuş gibi bahsetmek çok yanlış. Moda gibi birşey bu; bir yıl biyolojik çeşitliliği konuşuyoruz, ertesi yıl iklim değişikliğini. Öyle sırayla gidiyoruz… İklim değişikliği bizim sürdürülebilir olmayan yaşam tarzlarımızın bir sonucu yalnızca.”

Işıldayan gözleriyle ve gururla, mutlulukla söylediği “Köyde insanlar birbirini zengin eder” cümlesinden hareketle sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın bir analizini yapamaz mıyız aslında? “Bugün başımızda dolanan bütün kara bulutlar erdemli bir yaşamı bir kenara bırakmamızın bir sonucu. Erdemli bir yaşama tekrar sarılmadan hiçbir sorunla baş edemeyiz.” derken haksız mıydı Victor? Buğday’ın web sitesinde yazdığı kısa ve dolu yazılarından birinde anlattığı kısa anısı çok güzel özetliyor kelamını :

“Seyahatimi ya da toplantıyı aktarmayacağım, yediklerim içtiklerim ile ilgili bir noktadan bahsedeceğim. Uçakta giderken bir şekilde Türk Hava Yolları ile uçuşu gerçekleştiren Çek Havayolları arasındaki iletişim sorunundan dolayı daha önceden ısmarladığım bitkisel yemeğim gelmedi, yanımdaki bir elmayı yemekle yetindim. Hostesler de çok da uğraşmak istemediler zaten. Otelde yemeğin toplantı programına dahil olup olmadığını uzunca bir süre tartıştıktan sonra önüme son derece tatsız ve isteksiz yapıldığı belli bir salata geldi. Şehirde bir restorana gittim en sonunda, önceden gidip beğenmiştim, parasını ödeyip karnımı doyurdum. Yeniden fark ettim ki şehirlerde yemek genelde parayla elde edilip sıkıca tutulan, paylaşılmayan bir mal haline geliyor.

Ertesi gün şehrin bir saat dışında bir ekolojik çiftliğe gittiğimde o günlerde karşılaştığım en fakir insanlar ile tanıştım ve daha vardığımın onuncu dakikasında karnım en güzel yemeklerle doymuş, bez çantam tarladan taze sökülmüş havuçlarla dolmuştu. En fakirin, en çok ve fiziksel çalışanın, doğaya en yakın olanın verecek çok şeyi, sunacakları ve bereketi var.

‘Alma’ odaklı yaşam insanlığı doyurmadı, kendi sonuna doğru sürüklüyor, ‘sunma’, ‘paylaşma’, ‘verme’ kültürü ise bizi ihya etmek için kapımızı çalıyor.”

 

Viktor’un yaşamını ve yaptıklarını derinden etkiledi bu felsefe. “Hizmet edebilmemiz, topluma faydalı olabilmemiz için dahi paraya ihtiyacımız olduğunu düşüncesi” nin akılcı ve sıcak tuzağının farkındaydı. Kendisini ve aklını sürekli terbiye etti; konforun sıcak ama sahte kolaycılığına kapılmamak için parayı ve teknolojiyi hayatının dış bahçesinde tuttu, iç avlusuna almadı.

Birşeyleri değiştirebilmek, bir fark yaratabilmek, inandıklarının peşinden gidebilmek için bir yerlerden maddi destek almayı beklemedi. Bu satırların yazarına göre Victor’un en güçlü, en saygıdeğer, en önemli özelliği de budur. Herşeye en baştan, sıfırdan ve kollarını sıvayıp başlamayı seçti. Yaptıkları ve yaşamı ilerledikçe çığ gibi büyüyen bir destek aldı, hayat biçimini zerre değiştirmeyecek ve sadece azimle sarıldığı amaçlar için kullanacağı ödüller verildi kendisine…

Yapmak istediklerini hayata geçirmek ve inandığı dünyayı yaşamak için birilerinin kendisine inanmasını, destek vermesini beklemeden harekete geçti. Önce eyledi, ardından konuştu.

Kelamı, yaptıklarını sadece takip etti mütevazi adımlarla.

Samimiyetinden, bilgeliğinden, gerçekliğinden zerre şüphe edilmemesi bundandır.