Vicdanın hapsedildiği yerde insan yoktur

-
Aa
+
a
a
a

27 Ocak 2008Radikal Gazetesi

Dağlıca'da kritik bir noktada bir askeri birlik. Silahlı bir örgütün üyeleri sınırı geçip askeri birliğe saldırıyorlar. Saatlerce silahlı çatışma oluyor, bu çatışmalar sırasında askeri birliğe hiçbir yardım gelmiyor, haberleşme işlemiyor. Kıt'a komutanları birliklerinin başında değiller. İstihbarat ya çok zayıf ya da istihbarat bilgisi değerlendirilmiyor. Müthiş bir zafiyet. Bu zafiyet içinde askerlerin bir kısmı baskında öldürülüyor, sekiz asker ise örgüt üyeleri tarafından esir alınıp götürülüyor. Siyasette de bürokraside de yapılan ya da yapılmayan her şeyden yönetenler sorumludur. Askerlikte de bu böyledir. Yapılan ya da yapılmayan her şeyden komutan sorumludur. Dağlıca baskını gibi çok önemli bir olayda er ve erbaşların sorumluluğuyla yetinilemez. Yukarıya doğru sıralı komutanların sorumlulukları ve kusurları soruşturulup ortaya çıkarılmalı. Bu olayın en vahim boyutu sekiz askerin geri verilmesinden sonra yaşanan gelişmeler. Sekiz askerin olayın biricik sorumluları gibi soruşturulup tutuklanmaları ve haklarında önemli suçlardan dava açılması cumhuriyetin eşit yurttaşlar temeline dayanmadığını gösteriyor. Dağlıca olayı tüm veçheleriyle Şemdinli olayından sonra ikinci bir kırılma noktasıdır. Bir somut olay bir devlet organizasyonunu ancak bu kadar deşifre edebilir. Bir devlet organizasyonu ancak bu kadar kendini ve toplumunu aşağılatabilir. Sorunları çözme beceri ve kapasitesinden yoksun, her sorunu şiddetin dili ve yöntemiyle bastırıp yok etmeye çalışan, şiddetin aracı olarak kullandığı insanlarını kendi aczini örtmek için harcayabilen bir devlet organizasyonu. Bu olaydaki baş sorumlu hükümettir. AKP hükümeti demokrasiyi genişletme ve temel sorunları çözme kapasitesi ve anlayışına sahip bulunmadığından, militarizme teslim oldu. Militarizmle uzlaşan bir hükümet iradesini ve iktidarını yitirir. Kendisine tabi olması gereken askeri bürokrasiyi demokratik ve hukuki gözetim ve denetim altına alıp şeffaflaştıramayan, yapılan hataların, işlenen suçların hesabını soramayan bir hükümet aldığı oy oranı ne olursa olsun vicdani, insani ve ahlaki değerler alanının dışına çıkarak adaletini yitirir. Eğer demokratik bir hukuk devletinde yaşıyor olsaydık hükümet bu zafiyetin tüm yaratıcıları hakkında meydana gelen sonuçlarla ilgili olarak soruşturma başlatırdı. Militarizmin ideolojik aygıtı işlevi görmeyen bir muhalefet partisi olayı parlamentoya taşırdı. Eğer sosyal bir hukuk devletinde yaşasaydık teslim edilen askerlerin geçirdikleri ruhsal travma gözönüne alınarak derhal psikolojik tedaviyle birlikte topluma uyumları sağlanmaya çalışılırdı.

İttihatçı gelenek Rejimin hiç değişmeyen anlayışı ve uygulaması, varsayılan tehlikelere karşı hukuk dışına çıkarak sorunlu milliyetçilik anlayışı üzerinden çete yöntemleriyle mücadele etmektir. Bu anlayış ve uygulama komplocu, çeteci ve hukuk dışı yöntemleri kullanan İttihat ve Terakki geleneğidir ve aynen tevarüs edilmiştir. Bu nedenle Susurluk ve Şemdinli olaylarından sonuç alınamadı. Bu nedenle Hrant Dink'in kalleşçe öldürülmesi olayının bir aşama yukarısına gidilemiyor. Cinayetin azmettirici aracı olarak kullanılan ve devletin hukuk kuralları içine çekilmesinin önündeki en büyük engel olan 301. madde kaldırılmadı. Hükümet başta vali olmak üzere, vali muavini, emniyet müdürü ve MİT görevlilerini görevden alıp haklarında soruşturma başlatamadı. İstifa etme basireti göstermeyen ve aslında siyasi hayatlarının sona ermesi gereken Adalet ve İçişleri Bakanları görevden alınmadı. Hükümet bu olayda muktedir olamadığını, halktan aldığı desteği hiç de hak etmediğini, demokrasiyi ve hukuku içselleştirmediğini, samimi olmadığını ve demokrasi, hukuk gibi değerleri dönemsel olarak çıkarına ve yararına kullandığını gösterdi. Yine Hıristiyan din adamlarının ve misyonerlerin hunharca öldürülmelerinin azmettiricilerine ve söz konusu çeteci anlayışın doruklarına gidilmedi, polisin suç oluşturan delil karartmalarına göz yumuldu. Tüm bu olayların tek bir zihniyetten kaynaklandığı açık. Siyaset, bürokrasi ve medya toplumun bilincini ve vicdanını köreltti. Siyasi iktidar, muhalefet partileri, askeri ve sivil bürokrasi ve medya imtiyazlarıyla ve çıkarlarıyla rejimin çürümüşlüğü üzerinde örtü işlevi görüyor. Medya toplumu militarize ediyor, sansürlere araç oluyor. Saptanması gereken husus şudur: Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti değildir. Temel sorun devletin nasıl laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti haline getirileceğidir? Demokrasiyi ve hukuku dönemsel olarak siyasi yarar sınırları içinde savunmaya çalışan, askeri bürokrasiyle militarizm temelinde uzlaşan, polis bürokrasisine teslim olan, ilkesiz ve tutarsız bir siyasi anlayışın ülkeyi götüreceği yer açıktır. Daha kötüsü hiçbir demokratik, özgürlükçü ve sosyal açılımı olmayan, kısır konular üzerinden eleştiri yapıp çözüm üretmeyen ve bu nedenle seçenek oluşturamayan bir ana muhalefet partisinin demokrasinin sürekliliği açısından bir tehlike oluşturmasıdır. Gerçek bir muhalefetle denetlenemeyen AKP'nin rejimi demokratikleştirme olanağı yoktur. Medya ise sansürlerle gerçeklerin üstünü örterek toplumun vicdanının uyanmasını engelliyor. Askeri vesayetle ve polis-devlet anlayışıyla yönetilen, denetlenemeyen, baskıcı, otoriter, çelikten, tartışılamaz bir devlet organizasyonuyla karşı karşıyayız. Vicdan sahibi herkesi bu tabloya karşı toplumun bilincini uyandırmaya ve toplumsal vicdanı açığa çıkarmaya çağırıyorum. Vicdanların hapsedildiği yerde insan yoktur.