Bir Gezi Parkı direnişçisi. Noam Chomsky'nin 5 Temmuz 2013 tarihinde Alternet.org'da yayınlanan yazısını Ömer Madra Türçe'ye çevirdi ve 16 Temmuz tarihli Açık Gazete'de okudu:
"Ortak Varlıklarımızı (müştereklerimizi) korumak için dünya çapında bir mücadele yürütmemiz şart. Gezi direnişçileri, küresel müşterekleri tahrip eden aynı 'yıkı güllesi'ne karşı dünya çapındaki bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor."
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 37.2 Mb.
5 Temmuz 2013Alternet.org
Yürek parçalayan trajediler neredeyse kapımızın biraz ötesindeyken, üstelik daha fecî felaketler belki onlardan çok daha uzak da değilken, tutup dikkatleri başka beklentilere, soyut ve belirsiz olmakla birlikte daha iyi bir dünyaya giden yolu gösterebilecek beklentilere, hem pek de uzak olmayan gelecekteki beklentilere çekmek yanlış, hatta zalimce gibi görünebilir.
Lübnan’ı birkaç kez ziyaret ettim ve Lübnan halkının zorlukları aşma ve ileri gitme yolundaki dikkate değer kararlılığının izlerini taşıyan büyük umut anlarına da, büyük keder ve çaresizlik anlarına da tanık oldum.
Orayı ilk ziyaretim –bu doğru bir deyişse eğer – neredeyse günü gününe tam 60 yıl öncesine rastlar. Karımla birlikte bir akşam İsrail’in kuzeyindeki Galilee’de yürüyüşe çıkmıştık; yanımızdaki yol üzerinde bir cip belirdi ve birisi bizi geri dönmemiz konusunda uyardı: Yanlış ülkedeydik. Kazara sınırın öteki tarafına geçmişiz; o zamanlar işaretlenmemişti sınır; şimdi sanırım silahlarla lebalep doludur.
Önemsiz bir olay, ama şu zorlu dersi veriyor insana: Sınırların – hatta devletlerin – meşruluğu, en iyi ihtimalle şarta bağlı ve geçici bir meşruluktur.
Neredeyse bütün sınırlar şiddet yoluyla dayatılıp korunmuş, gayet keyfî olarak çizilmiş şeylerdir. Lübnan - İsrail sınırı yüz yıl önce Sykes - Picot Anlaşmasıyla tesis edilmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nu Britanya ve Fransa emperyal çıkarları doğrultusunda bölen, hasbelkader orada yaşayan halkları, hatta arazinin topolojisini bile zerrece dikkate almayan bir sınır. Bu sınırın bir anlamı yok; farkına varmadan aşılması da zaten o yüzden bu kadar kolaydı.
Dünya yüzündeki korkunç çatışmalar gözden geçirildiğinde, hemen hepsinin imparatorluk suçlarının ve büyük devletlerin kendi çıkarları uğruna çizdikleri sınırların kalıntısı olduğu açıkça görülür.
Mesela Paştunlar, Pakistan’ı Afganistan’dan ayırmak için Britanya’nın çizdiği Durand Hattı’nın meşruluğunu asla kabul etmemişlerdir; bunu şimdiye kadar kabul etmiş herhangi bir Afgan hükümeti de olmamıştır zaten. Durand Hattı’nı geçen Paştun’ların “teroristler” diye yaftalanmaları, günümüz emperyal güçlerinin çıkarınadır; çünkü böylece Paştun’ların evleri ABD insansız hava araçları (drones) ve özel harekât güçleri tarafından ölümcül saldırılara maruz bırakılabiliyor.
Dünyada gayet dostane diplomatik ilişkileri bulunan iki ülke olan Meksika ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki sınır kadar ağır şekilde gelişkin teknolojiyle korunan, dolayısıyla da hararetli ve kışkırtıcı konuşmalara konu olan pek az sınır vardır.
O sınır 19. yüzyılda ABD saldırısı sonucunda tesis edildi. Bununla birlikte, 1994 yılında Başkan Clinton Sınır Bekçisi Operasyonu’nu (Operation Gatekeeper) başlatıp sınırı askerîleştirene kadar oldukça açık tutuldu.
O tarihten önce insanlar düzenli olarak sınırı aşıp akrabalarını, dost ve ahbaplarını ziyaret ediyorlardı. Sınır Bekçisi Operasyonu’nun o yıl meydana gelen başka bir olgunun etkisiyle harekete geçirilmiş olması çok muhtemel: Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) yürürlüğe konmasıyla. Ne var ki, bu isim “serbest ticaret” sözcüklerinden dolayı yanıltıcı.
Kuşkusuz Clinton yönetimi, ne kadar verimli ve etkili olurlarsa olsunlar Meksika çiftçi ve köylülerinin yüksek devlet desteği (sübvansiyon) alan ABD tarım endüstrisi ile rekabet edemeyeceğini, Meksika şirketlerinin de NAFTA kurallarına göre Meksika’da “ulusal ve eşit muamele” (national treatment) gibi özel ayrıcalıklar elde eden çok uluslu ABD şirketleri ile baş edemeyeceğini biliyordu. Böylesi önlemlerin sınırın üstünden bir göçmen işçi seli geçmesine yol açması neredeyse kaçınılmazdı.
Bazı sınırlar, simgesi oldukları amansız nefret ve çatışma dalgalarının yokoluşuyla birlikte erozyona uğruyor. En çarpıcı örnek vaka, Avrupa. Son derece yıkıcı korkunç savaşlarla tarumar olan Avrupa yüzyıllar boyunca dünyanın en vahşi bölgesi olarak kaldı. Avrupa, dünyayı fethetmesine olanak verecek teknolojiyi ve savaş kültürünü geliştirmiş durumdaydı. Tarif edilemeyecek derecede korkunç bir vahşetin son dalgasından sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda karşılıklı yokediş sona erdi.
Bilim tayfası ve ulema, bu sonucu demokratik barış tezine, yani bir demokrasinin başka bir demokrasiyle savaşa girmekten çekineceği önermesine bağlıyor. Ama Avrupalılar bir şeyi daha anlamış olabilirler: Öyle bir yıkım kapasitesi geliştirmişlerdir ki, en gözde oyunlarını bir kez daha oynamaya kalktıklarında, bu pekâlâ onların son oyunu olabilir.
Savaşın sonundan bu yana geliştirilen daha sıkı entegrasyonun kendine özgü ciddi sorunları yok değil tabii, ama bu, daha önceki duruma göre gene de büyük bir ilerleme.
Benzer bir sonuç, yakın zaman öncesine göre esas olarak sınırları olmayan Orta Doğu için hiç de beklenmedik bir şey olmaz. Ve tüm sınırlar erozyona uğramakta – genellikle korkunç biçimlerde olsa bile.
Suriye’nin göründüğü kadarıyla amansızca intihara sürüklenmesi ülkeyi paramparça ediyor. Şimdilerde Independent gazetesi için çalışan tecrübeli Orta Doğu muhabiri Patrick Coburn, ülkeyi kasıp kavuran büyük yangının ve bunun bölge üzerindeki etkisinin Sykes-Picot düzenini ortadan kaldırabileceğine işaret ediyor.
Suriye iç savaşı, 10 yıl önce Irak’ın ABD-Britanya tarafından istila edilmesinin en fecî sonuçlarından biri olan Sünni-Şiî çatışmasını yeniden alevlendirdi.
Irak’ın Kürt bölgeleri ve şimdi de Suriye’nin Kürt bölgeleri özerkliğe ve onunla bağlantılı mekanizmalar kurmaya doğru ilerliyor. Birçok siyasî analizci şimdi, Filistin devletinden önce bir Kürt devletinin kurulabileceğini öngörmekteler.
Eğer Filistin, günün birinde uluslararası kamuoyunun ezici mutabakatının öngördüğü şartlarda bağımsızlığını kazanacak olursa, muhtemeldir ki, tıpkı geçmişte görece sakin dönemlerde olduğu gibi, İsrail ile olan sınırları normal ticari ve kültürel alışveriş kanallarıyla eriyip gidecektir.
Bu gelişme daha yakın bir bölgesel entegrasyona ve belki de İsrail ile Lübnan arasında Galilee’yi bölen yapay sınırın yavaş yavaş ortadan kalkmasına doğru giden bir adım olacak, böylelikle karımla 60 yıl önce geçtiğimiz yerlerden yürüyüşçüler ve diğer insanlar serbestçe geçip gidebileceklerdir.
Bana kalırsa böyle bir gelişme Filistinli mültecilerin dramına bir çeşit çözüm getirme yolundaki yegâne gerçekçi umudu içeriyor; ki Filistinli mülteciler sorunu Irak’ın istilasından ve Suriye’nin cehennemin ta göbeğine yuvarlanmasından bu yana bölgeyi darmaduman eden mülteci felaketlerinden sadece biri haline gelmiş durumda artık.
Sınırların belirsizleşmesi ve devletlerin meşruiyetine karşı geliştirilen bu meydan okumalar, Dünya’nın kime ait olduğu hakkında ciddi soruları ön plana çıkarmakta. Isı tutan gazlarla durmadan kirletilen ve daha geçen Mayıs’ta hep birlikte öğrendiğimiz üzere, bu kirlenmenin özellikle tehlikeli bir eşiği aştığı küresel atmosfer kimin?
Ya da, dünyanın büyük bir kesiminde yerli halkların kullandığı terimi benimseyecek olursak, Dünya’yı kim savunacak? Doğa’nın haklarını kim koruyup savunacak? Müştereklerin, ortaklaşa mülkümüzün bekçiliğini, emanetçiliğini kim üstlenecek?
Dünyanın şu anda kapıya dayanmış çevre felaketine karşı can havliyle savunulması gerektiği, okur yazarlığı olan herhangi bir rasyonel kişi için apaçık olmalı. Bu kriz karşısında gösterilen farklı tepkiler, günümüz tarihinin en çarpıcı ve garip özelliklerinden birini oluşturuyor.
Doğa’yı savunma hattının ön safında, Kanada’nın Birinci Ulusları (First Nations) ya da Avustralya’nın aborijinleri gibi, genellikle “ilkel” diye adlandırılan yerli ve kabile gruplarının mensupları var; bunlar, imparatorluk saldırılarının ardından ayakta kalabilmiş halkların kalıntıları. Doğa’ya topyekûn saldırı cephesinin ön safında ise kendilerini en ileri ve medenî ülkeler diye adlandıranlar yer alıyor: Yani, en zengin ve en kudretli ülkeler.
Ortak varlıkları (müşterekleri) savunma mücadelesi birçok biçime bürünür. Mikrokozm olarak bakıldığında bu mücadele an itibariyle Türkiye'de Taksim Meydanında cereyan ediyor : Cesur erkeklerle cesur kadınlar İstanbul'un müştereklerinden arta kalan son kalıntıları, bu kadim hazineyi yerle bir etmekte olan ticarîleştirmenin, mûtenâlaştırmanın ve otokratik yönetimin 'yıkı güllesi'nden kurtarmaktalar.
Gezi direnişçileri, küresel müşterekleri tahrip eden aynı 'yıkı güllesi'ne karşı dünya çapındaki bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor; sınırları olmayan bir dünyada insanlığın doğru dürüst bir şekilde ayakta kalması konusunda herhangi bir umut olacaksa, her birimizin bu mücadeleye canla başla katılması şart. Bu bizim ortak mülkümüz çünkü – ya savunacağız ya da yok edeceğiz.
(Türkçe’ye çeviren: Ömer Madra)
5 Temmuz 2013 tarihinde Alternet.org'da yayınlanan İngilizce aslına ulaşmak için tıklayın.