30 Ocak 2013Taraf Gazetesi
Kürt sorununda “çözüm”ün nasıl bir şeye benzeyeceği konusunda farklı yaklaşımlar olması normaldir. Ancak “çözüm” derken, barışçıl demokratik bir modeli kast ediyorsak, bunun “olmazsa olmaz” şartları bulunduğunu da kabul etmek zorundayız. Vazgeçilmez nitelik taşıyan bu şartların başında, kültürel kimlik haklarının tanınması gelir. Bu haklar kategorisinin omurgasını ise, dil hakları oluşturur.
Kimlik haklarından yeni “toplumsal/ulusal” kimliğe
Dil hakları, anadilinin kamusal işlerde kullanımından, anadilinde eğitime ve çoklu resmî dile uzanan geniş bir yelpazedir. Bunların hangi sırayla ne ölçüde ve nasıl tanınıp güvence altına alınacağı, her bir ülkenin durumuna ve “çözüm” sürecinin özelliklerine göre değişir. Lakin bir kere tanıma politikasında karar kılınırsa, bunun değişmez ya da kaçınılmaz sonuçları olacaktır.
Bu sonuçları iki başlık altında toplayabiliriz: Siyasal sistemin yeniden düzenlemesi ve toplumsal (veya ulusal) kimliğin yeniden tanımlanması.
Türkiye’de dil haklarının tanınması süreci, özel Kürtçe kursları açmaya izin veren 3 Ağustos 2002 tarihli “AB Uyum Paketi”yle başladı. O günden bu yana geçen 10 yıldan fazla zaman boyunca, sağlam hukuksal güvencelere yer veren güçlü bir tanıma politikası kurulmadı; ama dil haklarının yaygınlaşmasının önünü açan başka adımlar atıldı.
O ilk adım, geleneksel milliyetçi çevrelerin, özellikle de MHP’nin sert tepkisiyle karşılaştı. Fakat sonraki aşamalarda, daha kapsamlı değişiklikler gerçekleştiği hâlde, tepkilerin dozunda ciddi bir azalma oldu.“Anadilinde savunma hakkı” diye bilinen düzenleme, son derece sınırlı ve zayıf bir tanıma içermesine rağmen, özellikle “ulusalcı” çevrelerde bir infiale yol açtı.
Peki neden?
Bunun başlıca sebebi, Kürt sorununda barışçıl demokratik çözümün bu sefer çok ciddi bir ihtimal hâline gelmiş olmasıdır. Yeni süreç derinleşerek ilerlerse, kültürel kimlik hakları, sistematik bir program çerçevesinde tanınacak. Bu da, özellikle toplumsal (ulusal) kimliğin yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılacak.
“Anadilinde savunma hakkı”, içeriğinden bağımsız olarak, bu gidişin simgesel işaretini oluşturuyor. CHP’deki ulusalcıların bu değişikliğe karşı Meclis’te sergiledikleri “cansiperane direniş”, dönüşümün rengini sezmiş olmalarından kaynaklanıyor.
Irkçılığa bilim kılıfı
Birgül Ayman Güler’in sözleri, bu “direniş”in ideolojik kaynaklarını açığa vuruyor. Bilimselliğe yaptığı vurgu bu ideolojinin ırkçılığını örtemediği gibi, daha da aşikâr hâle getiriyor. Üstelik zavallı derecede anakronik ve de trajikomik.
İnsanların eşit olmadığına dair güya “nesnel bilimsel” söylem, 19. yüzyılın sonlarında öne çıkmaya başlıyor, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde iyice serpiliyor, 1933’ten itibaren de Nazilerin imha ve soykırım politikalarına temel oluyor. Ayman Güler’in o konuşması ve sonrasındaki bütün açıklamaları, ırkçılığa bilimsel bir kılıf uydurmaya yönelik işte bu sosyobiyolojik düşüncelerin ve öjenik doktrinlerin pespaye bir kopyasıdır.
Irkçılığı bilimsellikle meşrulaştırma gayretleri, bizde de eskiye dayanıyor. Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında, bu bağlamda çok gayretler sarf edildi. Sonradan “Atatürk milliyetçiliği” olarak da adlandırılacak resmî milliyetçiliğin, aksi yöndeki bütün iddialara rağmen, aslında ırkçı bir millet anlayışından beslendiğini o dönemdeki “çalışmalar” orta koyuyor.
Ayman Güler ve onu alkışlayanlar, işte o köklere açıkça sahip çıkıyorlar, o ırkçı zihniyeti cüretkâr bir biçimde savunuyorlar. Daha da ileri giderek, bir “meşru müdafaa” hâlinden söz ediyorlar.
Güney Afrika’da ırkçılar, Türkiye’de ulusalcılar
Bu tavır, bana Güney Afrika’daki bazı olayları hatırlattı. Irkçı beyaz çevreler, müzakereler başladıktan sonra, sürecin derinleştiğini ve dönüşümün kapıda olduğunu fark edince, “isyan” ettiler. Bu isyan “sözle” de sınırlı kalmadı, silahlı örgütler kurmaya ve çeşitli şiddet eylemlerine başvurmaya dek uzandı. Umutsuz bir vaka, çaresiz bir çırpınıştı, sönüp gitti, ama epeyce de can yaktı.
Değişik bir düzlemde ve düzeyde de olsa, Türkiye’nin ulusalcılarını harekete geçiren ruh hâli ile Güney Afrika’nın beyaz ırkçılarının saikleri arasında bir benzerlik var.
Kürt sorununda “barışçıl demokratik çözüm”, etnik vurguya dayanan ve ırkçı kaynaklardan da beslenen “millet/ulus” anlayışının terk edilmesini gerektirecektir. Lakin bu anlayışın, ulusalcıların ötesinde bir yaygınlığa sahip olduğu da unutulmamalı.
Birgül Ayman Güler, önce CHP’nin, sonra da bütün toplumun bu anlayışla hesaplaşması için bir vesiledir. “Çözüm”ün ayaklarının yere sağlam basması için, bu fırsatı iyi değerlendirmek lazım.