Oturduğum evin yakınlarında iki tane okul var. Bir tanesi, her yerde bulunan mahalle ilkokullarından. Efendim? İlköğretim Okulu mu demem gerekiyor? Haklısınız ama nedense o sözcüğe alışamadım bir türlü. Bana orada topallayan bir şey varmış gibi geliyor.
Bazen o okulun önünden geçerken teneffüs saatlerine denk geliyorum. Okulun zili, cep telefonu melodileri gibi: "Üsküdar'a gider iken, aldı da bir yağmur" melodisini çalıyor. Zille birlikte bahçeye fırlayan çocuklar, bitmez bir enerjiyle koşup oynuyorlar.
Nihat Genç ilkokul bahçelerinin dünyanın en güzel yerleri olduğunu söyler. Doğru söze ne denir?
Diğer okul ise Türkan Sabancı Görme Engelliler Okulu. Ötekinin aksine bu okul pek sessiz, bahçesi pek ıssız, öğrencileri pek sakin. Ne zaman önünden geçsem, bakmaya çekiniyorum. Kim bilir, belki de kendimi bön bön seyrederken yakalarım diye korkuyorum.
Ama geçen gün bahçesinden gelen seslere dayanamadım ve baktım. Önce ne olduğunu anlamadım. Yaşı sekiz-dokuz civarında bir çocuk, kendinden biraz büyük olanını, "Versene lan. Oğlum hep sen mi uçurcan?" diye sıkıştırıyordu. Ezberim tuzla buz oldu. Çünkü pazarlığını yaptıkları şey, gökyüzünde süzülen bir uçurtmanın ipiydi. Belli ki küçük olanı, sıranın artık kendine geldiğini düşünüp isyan ediyordu. Bir an düşündüm: uçurttukları uçurtmayı görmediklerine göre ne yapıyorlardı ki? Ne bileyim, belki de birisi görsün istiyorlardı. O birisi, mesela seksenlerin Ankarası'nda, Ulucanlar'da annesiyle birlikte mahpusluk çeken küçük Barış olabilir miydi? Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki Barış'tan sözediyorum. Hatırlayın lütfen.
10 Kasım 1938, Atatürk'ün ölümü üzerine düzenlenen toplantıda etkileyici bir konuşma yapan vaiz, kaymakam tarafından kasabanın kütüphanesine memur olarak atanır.
Kasabanın adı Gürün, Kütüphane'nin adı Kaşifiye, vaizin adı ise Osman Canbay'dır. O yıllarda kütüphane memurlarına Hafızı Kütüp denmektedir. Osman Canbay tam bir kitap tutkunudur ve binlerce değerli eserin bulunduğu Kaşifiye Kütüphanesi'nin hali onu çok üzmektedir. 1865 yılında Kaşif Ağa adında bir zatın kurduğu kütüphane yöresel deyimle "malamat" haldedir. 1927'de Türk Ocağı Kütüphanesi, 1932'de Halk Kütüphenesi adını alan kurumda kitaplar çuvallara tıkılmış çürümeye terkedilmiştir.
Kızı Hayriye'yle birlikte kolları sıvayan Canbay, çok kısa sürede enkazı ayağa kaldırır ve bir çekim merkezi haline getirir. Nüfusu 10 bini bulmayan bir kasaba, yaklaşık 15 bin ciltlik bir kütüphaneye sahip olur. Yalnızca öğrencilerin değil halktan da bir çok kimsenin gidip gelmeye başladığı bir yer haline gelir.
Osman Canbay'ın bir özelliği daha vardır: İbn-i Rüşd'den, Voltaire'e, Farabi'den Marx'a kadar geniş bir kültürel coğrafyaya vakıf olan bu akil adamın gözleri görmemektedir. Doğuştan olmasa da yıllar içinde artmış olan bu engel, yine de onu kitaplardan ayıramamıştır.
"Aynı Borges gibi!" dediğinizi duyuyorum buradan. Doğru. Jorge Louis Borges de 1955'te Buenos Aires Ulusal Kitaplığı'na atandığında görme yetisini kaybetmişti. Ama kitaplara- ve sözcüklere- duyduğu sevgi onu bu işi yapmaktan alıkoymamıştı.
Ben de ilk öğrendiğim zaman yukarıdakine benzer bir cümle kurmuştum. Ama benimki önce Osman Canbay'ı, ondan sonra Borges'i tanıdığım için: "Aaa aynı Osman Canbay!" olmuştu.
Tabii ki ünlerinin çapı kıyaslanamaz. Ama bu farklılık benim onlarda bulduğum benzerlikten daha önemli değildir.
Borges 1899'da doğdu, 1986'da öldü. Osman Canbay 1890'ta doğdu,1980'de öldü.
Uzun yıllar, yaşadıkları coğrafyadan gökyüzüne uzun kuyruklu uçurtmalar saldılar.
Birbirlerini görmek için.