Turnusol kâğıdı olarak Gazze

Dünya Basınından
-
Aa
+
a
a
a

7 Haziran 2010Taraf

İHH önderliğindeki “Gazze’ye Özgürlük Filosu”nun amiral gemisi Mavi Marmara’ya İsrail’in yaptığı gayrı hukuki, gayrı insani, gayrı ahlaki harekâtın korkunç bilânçosu hepimizi sarstı. Konvoyun, amacının sadece insani yardım olmadığı, İsrail’in yıllardır Gazze’ye uyguladığı yine gayrı hukuki, gayrı insani, gayrı ahlaki ablukayı sembolik de olsa delerek, İsrail’in havasını söndürmek olduğu anlaşılıyor. Hükümetin de, gerek ideolojik nedenlerle, gerekse Ortadoğu’da üstlenmeye çalıştığı yeni rolle ilişkili olarak, İHH’nın bu hedeflerini zımnen desteklediğine dair pek çok emare var. İsrail, tam da kendisinden beklendiği gibi (haydutça ve aptalca) davranarak, konvoyu düzenleyenlerin ve destekleyenlerin hedeflerine varmalarını sağladı. Eylemin arkasındaki motif ne olursa olsun, Gazze’ye uygulanan ablukanın dünya gündemine girmesi son derece olumlu. İsrail gibi kibirli ve saldırgan bir devletin karizmasının yerle bir edilmesi de mükemmel bir sonuç. Keşke bu iş kimsenin burnu kanamadan olsaydı. Ancak, can kayıpları İHH ekibini üzmemiş görünüyor. Kimse ağlamıyor, yakınmıyor. Aksine, şehitlik mertebesine ulaşanlara gıpta ediliyor. ‘Keşke’ deniyor, ben de ölseydim… Ne diyeyim, gazanız mübarek olsun! Ancak, hükümetin İslamcı hassasiyetleri koçbaşı gibi kullanarak kendine Ortadoğu’da yer açmasını onaylamam mümkün değil.

 

 

Yumuşak güç-sert güç

 

İHH eylemi, açık şiddet kullanmadan dünyanın askeri açıdan en güçlü devletlerinden birinin nasıl aciz duruma düşürülebileceğinin son derece başarılı bir örneğini verirken, aynı saatlerde, büyük ihtimalle PKK’ya bağlı ya da onunla işbirliği içindeki bir grup, İskenderun’da nöbet değiştiren askerleri öldürerek, aklınca Hükümete ve devlete Kürt taleplerini, PKK siyasasını, Kürt gücünü hatırlatmayı hedefledi ama sadece, Kürtlere duyulan sempatiyi ve empatiyi azalttı, PKK siyasasının demodeliğini ve tıkanmışlığını gösterdi, PKK’nın zaten çok sorunlu olan imajını çökertti. Bu konuya önümüzdeki hafta daha geniş yer vereceğim ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Gerek El-Kaide gibi şiddetten başka yol bilmeyen İslamcı örgütlerin, gerekse PKK gibi şiddeti merkeze yerleştirmiş seküler örgütlerin, İHH’nın bu son eyleminden alacağı sayısız ders var. Günün moda deyimiyle söylersek, bu olay, “soft power”ın (yumuşak güç) “hard power”a (sert güç) karşı üstünlüğünü tartışmasız biçimde ortaya çıkardı. 

 

 

Çifte standartlar

 

Ancak İsrail’in zorbalığına tepki gösteren sıradan insanların, aydınların, Başbakan’ın ve devlet adamlarının kullandıkları dilin içerdiği anti-semitik tonlama gerçekten endişe verici. Elbette, çağımızda artık kimse açık açık Yahudi düşmanlığı yapmaya cesaret edemiyor. Bu konuda belli normlar oluştu. Bu yüzden de, Yahudilikle ilgili olumsuz duygular başka kılıfların içinde dolaşıma sokuluyor. En uygun kılıf da İsrail’in kaba devlet politikaları. Ama bu olayda göze batan şeyler var. Örneğin, eğer konu Gazze’ye uygulanan İsrail ablukasıysa, Gazze’ye en az İsrail kadar katı abluka uygulayan Mısır’a neden benzer bir tepki verilmediğini sormak hakkımız değil mi?

 

Gazetelerimiz pek yazmadığı için çok az kişi biliyor ama Arap milliyetçiliğinin amiral gemisi Mısır, Gazze Şeridi ile Mısır arasındaki Refah Sınır Kapısı’nı yıllardır kapalı tutmakla yetinmiyor, ABD’nin de yardımıyla, Gazze’nin dış dünyayla tek bağlantısı olan yeraltı tünellerini kapatmak için, yerin 20 metre altına uzanan çelik bariyerler inşa ediyor. İslam âlimi Yusuf Kardavi, bariyer inşası için “haram” fetvası verirken, El-Ezher Şeyhi Tantavi, Hüsnü Mübarek hükümetinin politikasına “helal” fetvasını yapıştırmıştı. Fetva savaşı sürerken, 2010 yılının ocak ayında yine İslami duyarlılıklarla kotarılmış olan “Yol Açık Konvoyu” Mısır kuvvetleri tarafından engellenmiş, hatta ölümlü olaylar yaşanmıştı. Ama Türkiye’de ne İslamcı kesimler, ne de hükümet, İsrail’e gösterdikleri tepkinin binde birini bile Mısır’a göstermişlerdi. 

 

 

İmam-cemaat ilişkisi

 

Aklıma başka sorular da geliyor. İslamcı çevreler, 1987-1989 yılları arasında, Enfal operasyonları sırasında yüz binlerce Müslüman Kürt katledilirken, 1990’lardan 2000’lere kadar Güneydoğu Anadolu’da on binlerce kişi faili meçhullere kurban giderken, 2003’ten beri Irak’ta Sünnilerle Şiiler birbirini boğazlarken, daha birkaç yıl önce Darfur’da yüz binlerce Müslüman Afrikalı, yine Müslüman Araplarca katledilirken neden böyle hassas değillerdi? Diyelim ki, çifte standart yok, sadece geç algılama var, şaşı bakma var, az duyma var, ama başta Başbakan Erdoğan olmak üzere kamuoyu yapıcılarının İsrail’e karşı kullandıkları aşırı sert dilin içerdiği mesajları, sıradan insanların doğru yorumlayarak, olumsuz duygularını Yahudilerden İsrail yönetimine veya Siyonist politikalara yönlendirebileceğini mi düşünüyoruz? Bunun kolay olmadığını biraz dolaylı bir örnekle anlatmaya çalışayım: Hatırlarsanız gazetemiz yazarlarından Hilâl Kaplan, Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinselliği “hastalık” olarak nitelemesi üzerine yazdığı yazıda konuya ‘hastalık’ gibi Batılı bir terminoloji ile yaklaşmanın doğru olmadığını çünkü İslam hukukuna göre eşcinselliğin günah ve sapkınlık olduğunu, zinanın da eşcinselliğin bir veçhesi olduğunu belirtmiş ve Müslümanların bunlarla mücadele etmesinin doğru olduğunu söylemişti. Radikal yazarı Yıldırım Türker de hem şeriat hükümlerini savunup hem demokrat olunamaz demişti. Bence ikisi de haklı. Bu paradoksu çözmek de kolay değil.

 

 

Kur’an ve Yahudiler

 

Gerçekten de Kur’an’da Ankebut (28-35), Araf (80-84), Hud (74-83) ve Şuara (160-174) surelerinde “kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşan” Lut Kavmi için hiç de hoş ifadeler kullanılmaz. Ve Hilâl Kaplan’ın işaret ettiği gibi inanmış bir Müslüman’ın bu sureleri görmezden gelmesi mümkün değildir. Hal böyleyken inanmış bir Müslüman’ın Tevbe (29, 30, 73), Bakara (62, 88, 89,100, 113), Maide (51, 64, 82), Nisa (41, 46, 160, 161) surelerinde Yahudiler için söylenen o ağır sözleri göz ardı ederek, Kaplan’ın deyimiyle “Batılı” terimlerle düşünmesi ve Yahudilik-İsrail Devleti-Siyonizm arasındaki hassas ayrımları yapması kolay mı? Olmadığını gösteren en az bir örnek hatırlıyorum: 15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul’daki iki sinagoga silahlı saldırı düzenleyerek 23 kişinin ölümüne, 70’ten fazla kişinin yaralanmasına neden olanlardan Nurullah Kuncak’ın ailesi, Milliyet gazetesine “Evde büyük tepki olmadı. Çünkü Yahudilere yapılmıştı. Zaten Kur’an-ı Kerim’de ‘Yahudileri dost edinmeyin’ diyor. Pek sevmezdik. Pek değil, hiç sevmezdik” diye cevap vermişti. Özetle son birkaç gündür, ülkenin dört bir yanında tekbir getirerek ellerindeki yeşil bayrakları sallayan insanların, sadece İsrail’in devlet politikalarını protesto ettiğine inanmak zor. Dolayısıyla, Başbakan Erdoğan’ın bir an önce konuşmalarına fren koyması gerek, yoksa bu işin sonu kötü olacak.

 

Bu bölümü  bitirirken son bir not düşmek istiyorum: İsrail’e “insanlık dersi” vermek için 1947 yılında Atlas Okyanusu’nda umutsuzca Yahudi mültecilere bir vatan arayan “Exodus” gemisinin trajik hikâyesini anlatanlar, nedense 1939-1942 yıllarında Türkiye denizlerinde yaşanan Sakarya, Parita, Struma facialarından söz etmiyor. Başbakan PKK’ya terörist diyor ama HAMAS’a diyemiyor. İsrail, bizim elçimizi alçak koltukta oturtunca hakarete uğramış oluyoruz, ama biz Barzani’ye bir bayrağı çok görüyoruz. Kısacası, çifte standart çook…

 

***

 

Mısır, İsrail, HAMAS kıskacındaki Gazze

 

Gazze Filistin’in batısında Akdeniz kıyısında bulunan, 40 kilometre uzunluğunda, 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik şerit şeklinde bir bölge. Gazze tarih boyunca, Mısırlıların, İsrailoğullarının, Asurluların, Babillilerin, Perslerin, Makedonyalıların, Romalıların, Bizanslıların, Emevilerin, Fatımilerin, Haçlıların, Abbasilerin, Moğolların, Memlüklerin ve nihayet 1517’de Osmanlıların yönetimine girdi.

 

Hazreti Muhammed’in büyükbabasının babası, amcasının ticaret yaptığı, Şafiilik mezhebinin kurucusu Şafii’nin dünyaya gözlerini açtığı  Gazze, 19. yüzyılın başlarına kadar Mekke’ye giden hacıların buluşma merkezi olduysa da, 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra önemini kaybetti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Britanya’nın Manda yönetimine geçti ve tüm Filistin gibi İkinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde, Arap ve Yahudi toplumları arasındaki sayısız çatışmaya sahne oldu. Sonunda, bölgeyi yönetemez hale gelen Britanya hükümeti, konuyu Birleşmiş Milletler’e (BM) taşıdı. 

 

 

Elden ele geçiş

 

Bu süreci, 6-12 Ocak 2009 tarihlerinde, Taraf’ta yayımlanan “90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin” dizisinde ayrıntılarıyla anlattığım için kısa bir özetle bugüne gelmeye çalışayım: 29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’nda, 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla aldığı 181 (II) no’lu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş, azınlıkların korunması garanti altına alınmış, bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış, Kudüs’e uluslararası özel bir statü verilmiş, Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslarüstü çabalardan söz edilmişti.

 

BM’nin kararı, gücünü abartan Arap tarafından kabul edilmezken, gerçekçi davranan Yahudi tarafı 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’ni kurdu. Bu karara tepki gösteren Arap dünyası ile İsrail arasında 1948-1949 yılları arasında yaşanan savaş sırasında Gazze Mısır’ın eline geçti. Mısır, Gazze’yi doğrudan kendine bağlamak yerine bir askerî vali ile yönetmeyi seçti. 1956’da Süveyş Krizi sırasında, İsrail, Gazze’yi geri almayı denediyse de, uluslararası tepkiler sonunda bölgeden çekildi, Gazze yeniden Mısır’a bağlandı. 1967’de Araplarla İsrail arasındaki Altı Gün Savaşları sırasında, yeniden İsrail’in eline geçen Gazze, 1980’de Mısır’la İsrail arasında imzalanan bir anlaşma ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) liderliğinde Filistinlilere bırakıldı. 

 

 

FKÖ’ye karşı HAMAS

 

Bırakıldı ama seküler bir örgüt olan FKÖ, bir süre sonra, şimdi anlatması zor olan çeşitli nedenlerle Gazze’yi yönetemez hale geldi. Bu durum, yeni bir örgüte uygun zemin hazırladı. Adını ilk kez 1983’te duyuran HAMAS, Gazze’deki mülteci kamplarında faaliyet gösteren, Mısır’ın kadim Müslüman Kardeşler örgütünün bağrından çıkmıştı. (Müslüman Kardeşler bugün de Hüsnü Mübarek hükümetinin en büyük düşmanı, dolayısıyla HAMAS da.) Yıllar sonra, HAMAS’ın kuruluşunda, FKÖ’nün gücünü kırmayı hedefleyen İsrail’in payı olduğu iddia edildi. Bu iddialar doğru bile olsa, HAMAS’ın 14 Aralık 1987’de başlattığı Birinci İntifada’dan (Ayaklanma) sonra, İsrail’in yanlış hesap yaptığı anlaşıldı.

 

O gün, Gazze bölgesinde bir İsrail kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden olmuştu. Yaralıların bulunduğu hastanenin etrafında toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik şeklinde başlayan eylemler kısa sürede Filistinlilerin yaşadığı bir diğer bölge olan Batı Şeria’ya yayılmış, protesto eylemleri, grevler yapılmış, İsrail ürünleri boykot edilmiş, yollara barikatlar kurulmuştu. Filistinli gençlerin ve çocukların sapan, taş ve sopalarına İsrail’in cevabı ağır silahlarla verilmişti. 1993’e kadar süren Birinci İntifada’da verilen can kayıpları bini aşmıştı. 

 

 

Cihat ideolojisi

 

İslam toprağı olan Filistin’de bir Yahudi devletinin İslami açıdan kabul edilmez olduğunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluşunun cihatla olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla İsrail’le görüşmeye gerek duymuyordu. Uzun bir siyasetsizlik dönemi ardından, 2000 yılı sonbaharında, ‘Beyrut Kasabı’ namlı Ariel Şaron’un El Aksa Camii’ne yaptığı provakatif ziyareti protesto etmekle başlayan İkinci İntifada ilki gibi başarılı olmamıştı ama İsrail’in HAMAS’ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin’i 22 Mart 2003 sabahı cami çıkışında İsrail helikopterinin füze saldırısıyla öldürmesi, Şeyhin halefi Diş Hekimi Abdülaziz Rantissi’yi de 17 Nisan 2003’te aynı şekilde ortadan kaldırmasıyla, HAMAS’la İsrail’in arası iyice açıldı. Aynı dönemde AKP Türkiye’de iktidara geldi. Türkiye’deki İslamcı kesimlerin Gazze’yle ilgilenmeye başlaması da bu dönemde oldu. Yoksa Filistin geleneksel olarak ‘sol’un alanına girerdi, çünkü Türkiye’deki devrimci kadroların geniş bir bölümü, 1960’lardan itibaren Bekaa Vadisi’nde, El-Fetih’in rahle-i tedrisinden geçmişlerdi.

 

El-Fetih - HAMAS savaşı

 

FKÖ’nün efsanevi sabık lideri Yaser Arafat döneminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikâyelerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, “Filistin’in tarihî  topraklarında bağımsız bir devlet kurmak’ gibi maksimalist (hayalci?) bir hedef güden HAMAS, temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde 74 sandalye kazandı. Sadece yolsuzlukla değil, İsrail’e tâbi “uydu devlet” hedeflemekle suçlanan Mahmud Abbas’ın El-Fetih hareketi ise 45 sandalyede kalmıştı. O günden beri HAMAS sadece İsrail’e Kassam füzeleri yollamıyor, El-Fetih militanlarının dizlerine kurşun sıkıyor. 

 

 

Dökme Kurşun Operasyonu

 

Geçtiğimiz yıl, İsrail’in Kassamları bahane ederek Gazze’ye yönelttiği ‘Dökme Kurşun Operasyonu’ sırasında 1417 Filistinliyi öldüren İsrail’in, Gazze’de fosfor gazı kullandığına dair bilirkişi raporu, İsrail’i yerinden hoplatmıştı. Raporu hazırlayan Richard Goldstone’un, Yahudi kökenli, İsrail’de eğitim görmüş, ‘İsrail âşığı’ olarak tanınan saygın bir uluslararası ceza yargıcı olması, İsrail toplumunun kendisiyle yüzleşmesinde önemli rol oynayabilir umudu doğmuştu. Ancak bizde hiç konuşulmayan husus, Goldstone’un raporunda HAMAS’ın da savaş suçları işlediğinin belirtilmesiydi. HAMAS’ı ‘terörist’ sayan raporlara hiç değinmiyorum. 

 

 

Gilat Şalit meselesi

 

HAMAS’ın 2006 yılı  haziranında İsrail’e sızarak, Gilat Şalit adlı bir İsrail askerini kaçırması ve o günden beri, Kızıl Haç görevlileriyle bile görüştürmeden esir tutması da İsrail’in Gazze politikalarını etkileyen önemli bir faktör. İsrail’deki pek çok yönetici ve halkın ezici bir çoğunluğu için, Gilat Şalit serbest bırakılmadan Gazze’ye ablukanın kaldırılması düşünülemez. İHH liderlerine, Gilat Şalit’e ulaştırılmak üzere bir mektup verilmeye çalışıldığı, ancak bu mektubun kabul edilmediği söylendi. Doğrusu ‘insani’ açıdan hiç de hoş olmamış bu tavır.

 

Başta da söylediğim gibi, Mısır ve İsrail elele vererek HAMAS’ı yok etmek için 1,5 milyon kişinin yaşadığı Gazze’yi bir açıkhava hapishanesine çevirmekten kaçınmadılar. HAMAS da bundan son derece memnun çünkü İsrail ne kadar baskı yaparsa, Gazzeliler HAMAS’a o kadar yaklaşıyorlar. Son olarak İHH’nın getirdiği yardım malzemelerini Gazze’ye ulaştırmayı reddetti. Çünkü maksat üzüm yemek değil, bağcı dövmek.

 

Bugün bazıları İsrail’in ve ortaklarının akıl dışı politikaları ortadan kalkınca HAMAS’ın da ortadan kalkacağını düşünüyorlar. Bu görüşü  ileri süren saygın İsrailli yazar Amos Oz’un New York Times’ta yayımlanan “İsrail’in gücü denizde akıntıya kapıldı” başlıklı yazısına Radikal’den İsmet Berkan ve Taraf’tan Markan Esayan atıfta bulundular. Ancak, nasıl ki ekonomik ve sosyolojik tedbirlerle Kürt milliyetçiliği ortadan kaldırılamazsa, HAMAS ideolojisi öyle kolayca etkisiz hale getirilebilecek bir ideoloji değil. Bunu da başka bir yazıya bırakıp, noktayı koyalım.