Türkler'le Kürtler'in "barışık" olması gereği...

-
Aa
+
a
a
a

2 Ekim 2006Bugün Gazetesi

Sabahın (dün) erken saatinde Celal Talabani'nin Ankara Temsilcisi Behruz Galali aradı. O kadar öfkeli ve öylesine hızlı konuşuyordu ki, bana konuşacak zaman da pek tanımadı."Günaydın" bile demeden "İyilik yapmak istedik; kötülük bulduk" diye bağırarak makineli tüfek hızıyla konuşmasına başladı. Liderine Türkiye'den yönelen saldırılara çok öfkelenmişti ve "Bizden bunu yapmamızı isteyenler şimdi ağızlarını açmıyorlar. Hatta dahası Sayın Talabani'ye saldırıyorlar. Çıkıp, her şeyi ve herkesi isim isim açıklayacağım böyle devam ederse. Biz, bu işi kendi başımıza yapmadık. Türk yetkililerin isteği üzerine yaptık. Ben, işin içindeydim. Bütün bildiklerimi anlatacağım bu durumda.  PKK, bugün toplanıyor; ateşkes kararını ilan edecek. İş, Türk yetkililerle kararlaştırıldığı gibi aynen ve adım adım ilerliyor. Bu durumda, Talabani'ye yönelik saldırılar neyin nesi oluyor?.."  O noktada lafa girebildim. "Ateşkes ilan etti zaten" diyecek oldum. "Hayır" dedi, "O, Abdullah Öcalan'ın çağrısıydı.  PKK yönetimi, Kandil'de toplanıyor ve Öcalan'ın çağrısını karara bağlayarak, ateşkes kararı alıyor. Bütün bunlar, adım adım önceden tasarlandı. Her şey önceden kararlaştırılan takvime doğru ilerliyor. Biz, Türk yetkililerin bizden istediklerini yaptık. Bu işe kendi başımıza girmedik. Dolayısıyla, bizden bunu isteyenlerin, tüm aşamalarından haberdar olanların ne susmaya ne Talabani'ye bu saldırıları yöneltmeye hakları yok."  Behruz Galali bağıra çağıra konuşmaya devam ediyordu. "Bunlar yüz yüze konuşulacak şeyler" diyerek telefon görüşmesini kestim. Bu yazıyı yazdığım sırada da, Galali'nin kimi, neyi, nasıl kastettiğini bilmiyordum. Ama dünkü yazımda Abdullah Öcalan'ın yazılı "ateşkes çağrısı"ndaki "dil" ve "üslup"un dikkat çekici olduğunu yazdığımda, o "dil" ve "üslup"un Abdullah Öcalan'ın bildiğimiz alıştığımız dil ve üslubuna uymadığının farkında olarak öyle yazmıştım. Bu işin bir "arka planı" olmalıydı ve Behruz Galali'den dinlediğim ve anladığım kadar, sadece Talabani'nin, kendi başına, girişimiyle "sınırlı olmayan" bir "arka planı" vardı.  Konu giderek bir "müphemiyet" perdesine bürünüyor. Tümüyle açığa çıktığı takdirde bir "siyasal skandal" olmasından korkulur. Ama asıl korkulacak olan, PKK'nın "ateşkesi"nin sunduğu fırsatların heba olması. Atın önüne arabayı koyup, esası kaçırarak, gereksiz yan yollarda kaybolmamakta yarar var.  Tayyip Erdoğan, bir soru üzerine "Ateşkes devletler arasında olur. Burada olması gereken silahların bırakılmasıdır" mealinde bir açıklama yaptı. İşi "semantik" tartışmasına da sokmayalım. PKK'nın "ateşkesi"ni, biz "silah bırakması" olarak tercüme etsek ve anlasak, ne kaybederiz. "Sen devlet olmadığın için ateşkes ilanını kabul etmiyoruz; üzerine gitmeye devam edeceğiz" mi denmeli? Şayet bu denmeyecek ise o zaman bir "siyaset" geliştirmek gerekli. Başbakan, iki gün sonra Beyaz Saray'da Amerikan Başkanı George W.Bush ile görüşmesinde bu konuyu "birinci gündem maddesi" olarak masaya getireceğe benziyor. "Kuzey Irak'taki terörün kabul edilmez boyutlara geldiğini" ifade ediyor. Peki, "ateşkes" ya da "silah bırakmak" söz konusu olursa -ki, olacağa benziyor; Beyaz Saray görüşmesini, bundan birkaç gün önceki "parametreler" dışında kurgulaması gerekiyor. Yoksa, havanda su dövülmüş olur.  Abdullah Gül'ün yaptığı "Kuzey Irak'ın mazotunu ve elektriğini keseriz. Bir günde çökerler" ve "Amerika, bir gün oradan çekilecek. Biz baş başa kalacağız" şeklindeki "tehditli tepkisi"nin de isabetli ve "doğru zamanlamalı" olduğunu söyleyemeyeceğiz. "Karşılıklı bağımlılık" dünyasındayız. Bu işler, iki yanı keskin bıçak gibi. Kuzey Irak'a "diz çöktürme"nin, oranın "istikrarsızlaşması"nın maliyeti öncelikle Türkiye'nin Güneydoğu'sunu olumsuz etkiler ve giderek tüm Türkiye'ye yönelik zaten mevcut "güvenlik sorunu"nu artırır.  Ayrıca, "bir gün Amerika, Irak'ta olmayacak; biz Kürtler'le baş başa kalacağız" söylemi de acaba ne derece doğru ve Türkiye'nin "iç barışı"na ne derece hizmet edici nitelikte? Zira Amerika, belki özellikle Kuzey Irak'ta hayli "uzun süre" kalabilir; Talabani, ABD'de "Amerika'nın, Irak'tan çekilse bile Kuzey Irak'ta bir miktar kuvvet bırakmasını" talep etmişti. Abdullah Gül'ün bu "üslup"taki sözleri, Talabani'nin o bizleri çok kızdıran açıklamasına bir anlamda "meşruiyet" kazandırmış olmuyor mu? Yetkililerimiz, bu gibi konularda konuşmadan önce iki düşünmek zorundalar.  "Biz gelecekte Kürtler'le baş başa kalacağız; ona göre ha" anlamındaki sözler de, "Size o gün gelince gösteririz" anlamı taşır. Kürtler kim? Bizim halkımızın bir parçası değil mi? Böyle bir "söylem" tutturulabilir mi?  Yine "esasa" dönelim; "esası" kaçırmayalım: PKK'nın -Başbakan'ın tanımına uyalım- "silah bırakması"yla yeni bir "siyasi iklim" oluşacak. "Ezber bozmadan" ve bildik "klişe söylem"le, o "söylem"in gerekmediği "yeni siyasi iklim"e girilirse, "gün ışığını görmek" zorlaşır.  Türkler'le Kürtler'in "barışık" olması, tüm Türkiye'nin ve bölgenin yararınadır. Günlerdir bunu vurgulamak istiyoruz. Talabani konusunda da "eleştirme"ye ve hatta belirli ölçüler ve sınırlar içinde "tepki"ye de evet ama "hakaret"e hayır.  Çünkü, bu yaklaşım Türkler'le Kürtler'in "barışık" olmasına zarar verir. O da Türkiye'nin "güvenliği"ne ve "esenliği"ne...