Geçtiğimiz Cumartesi günü Yunanistan'la oynanan Dünya Kupası grup eleme maçından sonra ''millet'' olarak tarifsiz hüzünlere nail olduk. Hüzünlü halimiz iki türlü pozisyon üretti. Biri, taraftar ve tüm medya alemi -bir kaç istisna dışında- Ersun Yanal'la bu işin yürümeyeceğine kanaat getirenlerken, diğeri maç sırasında kendilerine yeterli destek vermediği için taraftarı eleştiren milli futbolcular ve istisna spor yazarları idi.
Tribünleri, "19 Mayıs Kutlamaları" ortamına çeviren ahali, haliyle, bu toplu huşu halinin hakkı olarak da, galibiyet istiyordu. Lakin olmadı, son Avrupa Şampiyonu, kendisine kupayı kazandıran defansıyla, Türkiye'nin İnönü'yü ''Samsun''a çevirmesine izin vermedi. Hal böyle olunca da, bir futbol oyununa sportif özelliği dışında biçilen rol memleket insanı nezdinde bir kez daha tescil olundu. "Ben maça maç demem, maç benim olmadıkça"'. O vakit "urun kellesini Ersun Paşa'nın!"
Ama oyuncular, hocalarına sahip çıktı. Klasik vatan-millet edebiyatı sonrasında da işi taraftarın kendilerini zaten maç boyunca doğru düzgün desteklemediğine getirdiler. O gün tribüne gelen taraftara "yabancı" muamelesi çektiler. "Nerede o kulüp taraftarları" güzellemeleri yaptılar. Durumdan vazife çıkaran spor medyası da fellik fellik kulüp amigosu aramaya koyuldu. Sonuç, enteresandı. İstanbul'da aranan amigolar, Arabistan'da Umre ziyaretinde çıktı.
Bana Sponsorunu Söyle...
Velhasıl, kabak en sonunda tribünlere seyirci getiren sponsor firmaların başına patladı. Taraftarı galibiyetin en önemli motivasyonu sayan veya galibiyet gelmediği durumda, öncesine ve sonrasında bakmadan anında idam sehpaları kuran iki ''kurgusal'' zihniyet tartışmayı kısırlaştırıp duruyor.
7 Haziran'ın Hürriyet'inde Federasyon Başkanı Levent Bıçakçı'nın yaptığı açıklamadan maçı izleyen 26 bin seyirciden 2 bin 182'sinin sponsorların davetlisi olduğunu öğrendik. Hal böyle olunca, "olayın kabahatlisi sponsorlar'" demek çok hakkaniyetli olmuyor. Peki, şovenizme, vatan-millet edebiyatına en fazla mahzar olunan milli maçlara, ulusal ve ulusötesi şirketlerin renkleriyle, şapkalarıyla beleşe angaje olmak ve buradan milli şuur ummak ne kadar doğru oluyor? Aynı görüntülere, G.Kore'de de maruz kalmıştık. Nerdeyse ekrana yapışan her taraftar görüntüsünün yanında, bir şirket reklamı da bedavadan araya giriyordu. Tişört, atkı, şapka vesilesiyle... Sonuçta meselenin maliyeti de ortada; "paran olup özgür olamayınca, şirketlerin beleş panosu" oluyorsun işte.
Levent Bıçakçı da "sponsorlar sayesinde maçlarda küfür olayının üstesinden geldiklerini" söylüyor. İyi de, başka şeylerin de üstesinden gelinmiyor mu o vakit. Hoş, sanki bazı tribün grupları da "kulüplerin sponsorluğunda" değilmiş gibi bir hava yaratılıyor ki, o da başka bir komedi.
Tribünlerin renkli olduğu doğruydu, ama bunların arasındaki bir rengin pek de Türk'ün kara kaşı, kara gözü ile ilgisi olmadığı ortada. O da kapitalizmin ''yeşil'' rengi.
Bir ulusötesi ''gazlı içecek'' firması, deniz açıkta birçok oturma yerini işgal edip, başına da görevliler dikerek, bir pankart açmıştı, gözünüze çarpmıştır: "Komşuya verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz!" Ne ki şimdi bu? Sen git dünyanın her ülkesinde, o ülkenin rengine bürün, ondan sonra da, bir maç vesilesiyle ulusal nümayişe ilintilen. Bir rahatsızlık verdiğiniz doğru ama komşudan çok ''oyun''a ve bu oyunu sevenlere veriyorsunuz. Yakında "gaz" komasına sokacaksınız bizi, o olacak!
10 Haziran 2005 tarihinde Birgün'de yayımlanmıştır.
(Bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayımlandığı kaynağı belirtmek kaydıyla ve kâr amacı gütmemek şartı ile, kullanmak isteyene aittir...)