Batılılaşma V
Türk musikisinin -bir yerde kültürün- bitip tükenmez tartışmaları, etraflıca kavranılamadığı için durmadan yorumu değişen “Batılılaşma” kavramına dayanır. Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan pek çok sosyal ve kültürel değişiklik ya kısa zamanda benimsenmiş, ya da bir gerekçe ile dışlanıp, reddedildiği için unutulmuş gitmiştir. Musiki sanatı etrafında yapılan bu tartışmalar uzun yıllar sürüp gitmesine karşın; netice vermemiş, bir sonuca varamamıştır. Yapılan |
Tartışmaların henüz yeni yeni alevlendiği yıllarda gazete sayfalarına yansımış bir-iki örnek, yeterli ön bilgileri fazlasıyla elde etmemizi sağlayacak türdendir. 7 Mayıs 1933 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde; “İncesaz Kalkmalı mı ?” başlığıyla bir haber yayınlanmıştır. Habere göre; içki karşıtı “Yeşilhilal Cemiyeti” içki içmeyi özendiren yapısı olduğu gerekçesiyle incesaz musikisinin gazino, bar gibi yerlerden kaldırılmasını önermektedir.
“Cemiyetin ikinci reisi doktor İbrahim Zati Bey, bu münasebetle alaturka musikiye hücum ederek bu musikinin etrafa mütemadiyen [durmadan] melankoli ve bedbinlik saçtığını, eski bir devrin enkazı olduğunu, ancak bazı yüksek kabiliyetlilerin yardımıyla yaşayabildiğini, bunların istisna edildiği taktirde diğer incesaz san’atkârların içkisiz dinlenemediğini söylemiştir”.
Yeşilay ikinci başkanının kast etmek istediği ilk bakışta; piyasa işi musiki gibi görünmektedir. Konservatuar çevrelerini ayrı tutan bir yaklaşım içinde olduğu hissini vermeye çalışan sözlerinde, “Osmanlı enkazı” olduğunu iması da yer almaktadır. Tepki nedense piyasada çalışan müzisyenlerden değil de, akademik çevreden gelir. “Konservatuar Tasnif Heyeti” üyesi Rauf Yekta Bey, muhatabını alaycı bir tarzda yanıtlar:
“Alaturka musikiye umumi surette melankolik denilmesi hiç doğru değildir. Alaturkada da alafranga musiki gibi gayet şakrak, oynak neş’e verici raks havaları vardır. Bazı şarkıların melankolik olması, güftesine göre bestekârın melankolik bir tesir yapacak beste vücuda getirmek vaziyetinde kalmasından ileri gelir. (...)Alaturka musikinin münhasıran bedbinlik ve melankoli veren hissiyatı tasvir edip de diğer mütenevvi hissiyatı ifade edemiyen bir musiki olduğuna hükmedilmesi yanlıştır. Zaten bu gibi meselelerde ancak mütehassıslar tarafından rey ve mütalaa [görüş] beyan edilmesi icap eder. Avrupa’da musikişinaslardan gayrı zevatın böyle meselelere karıştıkları görülmemektedir.
(...)Bu musikinin millete hitap ettiğine ve halkın bunu benimsediğine en büyük misal kıymetli san’atkârlarımız tarafından verilen alaturka konserlerde dinleyicilerin pek çok olması ve hiç içki bulunmadığı halde konserlerin alâka ile takip etmesidir. (...)Yalnız alafranga çalınan barların müdavimleri, alaturka musiki yok diye içki kullanmamazlık etmiyorlar. Sonra alaturkayı tanımayan milletler bizden fazla içiyorlar. (...)
İçki aleyhtarları cemiyeti alaturka musiki aleyhinde bulunacak yerde bu musikinin ahlâk üzerine hüsnü tesirinden [güzel etki] istifade edebilir. Müskiratın [içki] zararlarına ve içkisiz eğlenmek mümkün olduğuna dair şairlere manzumeler yazdırmak, muktedir [yetenekli] bestekârlara besteletmek, rağbet bulmuş hanende ve sazendelere konserler tertip ettirmek ve halkı bidayette [öncelikle] bu konserlere meccanen [ücretsiz, bedava] davet etmek suretiyle propaganda yapmak çok faideli olur".
Tartışmalara ünlü akıl ve sinir hastalıkları uzmanı Doktor Mazhar Osman Bey de katılır. Görüşleri dört gün sonra aynı gazetede yayınlanır. Yazının başlığı şöyledir: “Sözün Doğrusu Budur”.
“Bizde eskiden beri incesaz içmek için dinlenmiş, yahut içki içenlerin keyfini artıran bir vasıta telakki edilmiştir. İçki ve saz şarkta yekdiğerinin lâzımı gayrımüfarikidir [ayrılmazı, parçası]. Halbuki Avrupa’da içki daha ziyade susuzluğu gidermek için içilir, meze ve saz aranmaz. Bizde ise içkinin verdiği ilk intibah [uyarı] esnasında sarhoşun işitmek istediği şey incesazdır. Bu bir itiyat [alışkanlık] meselesidir. Vaktiyle alafranga ile içmeğe alışılsaydı, alafranga aranırdı. Nitekim balolarda cazbant gürültüsüyle içiyorlar. Bu itibarla musikiyi değil, içkiyi itham etmek [suçlamak] daha doğrudur. Ayyaşların akşamcılık yaptıkları Balıkpazarı meyhanelerinde ne saz, ne söz, ne de güzel yüz vardır.(...)
San’at yalnız zevk vermekle kalmamalı, aynı zamanda halka müfit [faydalı] olmalıdır. Biz evvelce bazı musikişinaslara içki aleyhinde şarkılar yaptırmak için teşebüsatta [girişim] bulunmuştuk. Fakat bunda matlup [arzu edilen] netice elde edilememiştir”.
Basın, gerekçelerin ve kamuoyunun hazırlanmasında etkin bir biçimde kullanılmaktadır. 1933 sonbaharında Cumhuriyet Gazetesi’ yaptığı bir anketin sonuçlarını, gazetenin “gelenekçi” yazarlarından Peyami Sefa’nın değerlendirmeleriyle yayınlar. Peyami Sefa yazısının girişinde; zamanının önde gelen musikişinaslarının, yazarların, gazetecilerin katıldığı bu anketin sonunda ortaya “on bir fikir bölüğünün” çıktığını anlatır. Özetlediği bu on bir |
Profesör Öjen Borel, Rauf Yekta ve Ruşen Ferit Beylerle gazetenin anketine mektupla katılan iki okuyucunun fikirleri aşağı yukarı: “Türk melodisi fakir değildir, sadedir; kendi kendine kâfi gelecek kadar form zenginliği de vardır. Garp armonisiyle zenginleştirilmeye ihtiyacı yoktur. Böyle bir teşebbüs Türk musikisini bozar ve garp musikisinin merhamete lâyık bir şubesi haline getirir” biçimindedir. Yazarın tenkit bölümünde yazdıkları önce söylediklerinle uyuşmaz, ters düşer. Bu türden yanıtlar ve tenkitler peş peşe sıralandıkça anketin amacı da anlaşılmaz olur. Giriş yazısında; "Türk melodileri garp makamları içine giremez, Çünkü bizde çeyrek ses diye bir şey vardır ve bizim sistem tonalımız, garbınkinden ayrıdır”, diye yazan Peyami Sefa’nın tenkiti şöyledir: Avrupa medeniyeti manzumesine giren bir milletin musikisi, beynelmilel bir edadan nasıl mahrum olabilir. Garbin muhtelif milletleri arasında hangi musiki, bizim gibi tek sesli ve ‘chant gregorien’ tarzında iptidaidir".
Gösterilen gayretler sonucu, Türk musikisi radyolar başta olmak üzere resmi kuruluşlarda yasaklandı. İstanbul Belediyesi Konservatuarında yalnızca ilmi bir heyetin yapacağı tasnif çalışmasıyla sınırlandırılmış olan Türk musikisi; en yaygın olarak radyo programlarıyla halka ulaşıyordu. Sözü edilen 1933-34 yıllarında plaklara daha çok Kaptanzade Ali Rıza Bey’in ve Muhlis Sabahattin Bey’in yenilikçi çalışmalarıyla İstanbul Şehir Tiyatrolarında temsili yapılan operetler plak olmaktadır. Bu yasak repertuarları büsbütün değiştirmemişse de etkilemiş, anlayış değişikliğine uğramasına yol açmıştır. Bu dönem de yıldızı hızla yükselen, halk türküleri kayıtlarıdır. Ayrıca konservatuarlarda ve klasik batı musikisi bestecileri arasında halk musikisinden olabildiğince yararlanmanın olanakları ve yolları araştırılmaktadır. Musikinin kurtuluşunun bu yönde olduğu işaret edilmekte ve görüşler resmi politikalara dönüştürülmektedir.
8 Teşrinisani [Kasım] 1934 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde şu haber yayınlanır. “Çalgılı yerlerden eski musiki kaldırılacak... Şehir meclisine bir takrir veriliyor. Radyo da tamamen yeni bir program tatbik etmektedir”. Yeşilhilal Cemiyeti’nin başlattığı kampanyanın üzerinden yaklaşık on sekiz ay sonra fiili durum doğmuş Türk musikisi radyo yayınlarından kaldırılmıştır. Yarı resmi kimliği ile Cumhuriyet Gazetesi yasaktan yana bir tavır içine girmiştir. Bir alaturka saz heyeti fotoğrafının altında şu haberi vermiştir:
“Gazi Hazretlerinin milli Türk musikisi hakkında işaretleri üzerine yeni musikinin yer alması için şehrimizde yapılan hazırlıklar bitmek üzeredir. İstanbul radyosu dün akşam yeni esaslar dahilinde hazırladığı programını tatbikata başlamıştır. Bir taraftan milli oyun havalarımızın süratle orkestrasyonu yapılarak İstanbul radyosunda halka dinletilmesi için bir heyet teşkil edilmiştir. Umumi çalgılı yerlerden halkın ruhuna hitap etmeyen melankolik musikinin kaldırılması için Şehir Meclisi azaları Meclise bir teklif yapmaya hazırlanmaktadırlar. Bu teklifin Meclisin cumartesi günkü toplantısında yapılması muhtemeldir. (...) İstanbul radyosunun yeni harekete nasıl uyacağı hakkında Ankara’da temaslar yaptıktan sonra şehrimize dönen radyo program müdürü İsmail İsa Bey dün muhabirimize şu malûmatı vermiştir.
--İstanbul radyosunda alaturka musiki neşriyatının işgal ettiği müddet takriben bir saat 50 dakika kadardı. Bu müddeti doldurmak için radyo şirketi çok büyük sıkıntı çekiyordu. Çünkü alaturkanın klâsik denilen kısmı çok eski seneler evvel hazırlanmış besteler, ağır semailer ve pek ağır şarkılardı. Yüzlerce sene evvel yapıldığına göre bunların bugünkü zevki tamamile tatmin etmediği ve etmiyeceği pek tabiî idi. Sonra yeni yapılan alaturka şarkılar hem kıymetsiz, hem kifayetsizdi. Bir tanesinin okunması üç dakika süren alaturka şarkıların her gün iki saate yakın neşriyat yapmak ıstırarında [çaresizlik, yasaklanmış bir şeyi yapmak zorunluluğu] kalan radyo şirketine ayda -basit bir hesapla- 600 eser lâzımdır. Halbuki bestekârlar bir senede bile bu kadar eser veremiyorlar”.
İstanbul Radyosu program müdürü İsmail İsa’nın hesabı, akılcı olmaktan uzaktır. Her programda “yeni şarkı çalmak gerekir” gibi bir mantıktan hareket eden bu görüş, işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir. Hedeflenen kültür politikaları gereği yasak kararını almış olanların bile, bu gerekçeye inanması mümkün değildir. Dünyanın hiçbir yerinde bir radyonun bu ve benzer yöntemle baş edilmesi mümkün değildir. Radyo müdürü Türk musikisinin yerine konulan programları övünç içinde gazete muhabirine anlatmaktadır. Kültür hayatımızda akıllardan çıkarılmaması gereken uygulama; sinemadan naklen yayın yaparak gösterilmekte olan filmin sesini dinletmek, önemli anlarını spikerin ağzından radyo başındakilere anlatmaktır.
“(...)Birkaç geceden beri arka arkaya yapılan neşriyat radyoculuk noktasından hakikaten verimlidir. Mesela Şubert’in (bitmemiş senfoni) ünvanlı eserini dün gece çok yeni bir usul tahtında dinleyicilerimize verdik. Yakasında yeni getirttiğimiz verici bulunan spikerimiz locada oturarak bir taraftan halka filmin safahatı hakkında izahat veriyor, diğer taraftan sinemanın bütün musikisini naklediyordu. Bu akşam (dün) de Şehir Tiyatrosunda Madam Sen Jen piyesini veriyoruz".
12 Kasım günü; gazete görüşlerine baş vurduğu konservatuar müdürünün açıklamalarını yayınlamıştır. Yusuf Ziya Bey özetle şunları söyler:
“—Yeni ve milli bir Türk musikisi kat’iyyen doğacaktır. Buna emin olmak lazımdır. Bazı kimseler, Türk musikisini armoni yolu ile yapmak iyi olmuyor, melez veya yavan oluyor iddiasındalar. Bu iddia tamamen yanlıştır. Eğer ortada garp tekniği ile vücuda getirilmiş ve beğenilmemiş bazı eserler varsa bu, bu gibi eserlerin bu şekilde yapılmayacağına değil, o bestekârın yapamadığına delâlet eder. (...) Musikimizin geçirmekte olduğu son inkılâp dolayısile birçok kimseler tarafından yeni yeni eserler vücuda getirilmektedir ve getirilecektir”.
20 Kasım günü Ankara’da Maarif Vekili Zeynelabidin Beyin reisliği altında; "ulusal musikiye verilecek yön ve bu hususta alınacak tedbirleri” görüşecek olan heyet bir araya gelir. Toplantıya İstanbul konservatuardan Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar katılır. Cumhuriyet Gazetesinin bildirdiğine göre muhtemel ele alınacak meseleler şunlardır:
“Radyodan sonra plâk vasıtasıyle veya umumi mahallerde çalınan alaturka musikinin men’i çareleri, aile ocağında musiki terbiyesi (aile muhiti için şarkılar). (...)Radyo neşriyatının musiki terbiyesi bakımından da kontrol ve organizasyonu, Koro, orkestra, oda musikisi konserleri... Solo konserleri, operalar vasitasiyle halkın musiki zevkini terbiye ve bunların organizasyonu, operetleri musiki, ahlâk ve tiyatro bakımından da kontrol, halk musiki dershanelerinin organizasyonu".
Kuşku yok ki tüm bu gelişmeler; Musevi ve Ermeni kökenli girişimcilerin yönetimindeki plak şirketlerini olumsuz etkilemiş olmasın. Firmaların sorumlu ve bağlı oldukları yabancı merkezlere; Türkiye piyasalarının neredeyse yarısından çoğu anlamanı gelen “şarkı” plaklarını üretemeyeceklerini anlatması kolay değildi. Gerçi Türk musikisinin yasaklı olduğu alan, radyolar ve konservatuarlardı ama kapsamın genişletilmesi an meselesiydi. Bu yolda girişimler olduğu da, Ankara toplantısı gündeminden anlaşılmaktadır.
Netice itibariyle; kapsam konservatuar ve radyolarla sınırlı kaldı, genişlemedi. Ama esmekte olan hava, bir öz denetim ve sansür ortamının doğmasına neden oldu. Yeni tarz musiki kendisini yaratacak besteciler yarattı. Var olanları değiştirdi. Ayak uyduramayanlar ya da uydurmak istemeyenler piyasanın içinde değil, uzağında durmayı yeğledi.
Eleştirilen birinci derecedeki hedefi, içkili incesaz lokallerinin faaliyetleri sürüyordu. 1933 yılında benzer yerlerle ilgili eleştiriler doruk noktasına varmışken, gazinolar gazete ilanıyla duyurular yapıyordu. 20 Ağustos 1933 tarihinde Taksim “Panaroma Bahçesi” Mısırlı Yıldız Kuki, Bayan Mualla Sadi, Selahattin [Pınar], Bimen [Şen] Bayan Hamiyet [Yüceses] den oluşan bir kadro ile çalışıyordu. Aynı yılın Ocak ayında Londra Birahanesi gazetelere şu ilanı vermişti: “Zevk ve musiki erbabının bir müddetten [hasret] kaldığı Deniz Kızı Eftalya Hanımla, Kemani Sadi Bey icra |
Öte yanda ise Türk musikisine solo konser geleneğini getiren Münir Nurettin konserlerini sürdürmektedir. Alaturka musiki yandaşlarının övünçle sözünü ettikleri konserler, İstanbul’un çeşitli sahnelerinde verilmektedir. Münir Nurettin; 9 Ocak 1933 tarihinde “Glorya Sineması”nda bir konserde sahneye çıkmıştır. 11 Mart 1933 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan ilana göre; Münir Nurettin “Kadıköy Hale Sineması”da yeni bir konser verecektir. Şirket-i Hayriye’nin Boğaziçi’nde düzenlediği “sazlı tenezzüh” gezileri olanca hararetiyle yapılmaktadır. 18 Ağustos 1933 yayınlanmış gazete ilanlarından, Cumartesi günü yapılacak gemi yolculuğunun ayrıntılarını öğreniriz:
“Şirket-i Hayriye’den Sazlı Tenezzüh Seferi... Kıymetli san’atkârımız Sadi Işılay’ın idaresinde memleketimizin güzide san’atkârlarından mürekkep bir saz heyeti ve lokantacılıkta şöhretiyle maruf olan Pandeli tarafından ihzar edilen [hazırlanan] nefis büfeyi hamil [taşıyan] 74 numaralı vapurumuz yarınki Cumartesi günü saat 14.30 da kalkarak muayyen iskelelere uğradıktan sonra Boğaziçi açığında cevelân [dolaşma] yapacak 20.45 de köprüye gelecektir".
Neyzen Tevfik meseleye kendine özgü üslubuyla , biraz da öz eleştiriyle yaklaşmaktadır. Tartışma 1933’den 1936’ya kadar sürüp gitmiştir. Bir “içki sever” olmasına karşın; Türk musikisinin zaafı olarak görmektedir içkili lokalleri ve oralarda musiki yapanları. Neyzen’le söyleşiyi 1936 yılında yayınlanmaya başlayan “Haftadabir” dergisi adına; Kandemir yapmaktadır:
“--Geçen akşam Cemal Reşidin konserinde bulundum. Yeni Türk gençliğinin gösterdiği bediî kudretin kıymetini takdirden âcizim.
-- Ya cazbant ?
-- Cazbandı tebrik ederim Cazbandı hürmetle dinlerim. Çünkü beşer onunla artık riyakâr dalgalardan, ağır nağmelerden kurtulmuş oluyor. Yok... Manâsız külfetlere lüzum yok... Arabada beşinci tekerleğe lüzum yok... Seksen sekiz bin alete lüzum yok evlât...
-- Peki, alaturka dediğimiz eski musiki?
İki ayakları tutmayan kötürüm derim, oğlum... Sen alaturka çalınan yerdeki dinleyicilerin hallerini görmedin mi hiç? Önlerinde rakı, karşılarında kadın. İşte adına musiki dediğimiz bu kötürümün koltuk değneklerinden birisi kadın, birisi rakıdır. Onlarla yürüyebiliyor. Kendi kendine yetmiyor demek”.
Günümüzde halen süre gelmekte olan alafranga-alaturka tartışmasının derin kökleri yukarıda belgelemeye çalıştığımız tarihlerde ve olaylarda yatmaktadır. Bugün bu tartışmayı sürdürenlerin neyi, neden tartıştıklarından kuşku duymamak elde değildir. Bir tür Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti gibi bir şeydir… Geleneksel ve haz verici.
Sanırım bir kaç adım geriye çekilip baktığınızda dudaklarınızın kenarına bir tebessüm konduran bu mesele için de; tiyatro sanatına atfen Muhsin Ertuğrul’un söylediği “Önemli olan yenilik değil, derinliktir" sözü pek ala geçerlidir.
Batılılaşma 1 - Alafranga ile Alaturkanın Sıfır NoktasıBatılılaşma 2 - Çişli RadyoBatılılaşma 3 - Cazlı - Sazlı Şirket-i Hayriye “Vapor”larıBatılılaşma 4 - Oğlumun Yastığı Babamın Yastığı Gibi Kokuyor