Söz hiç biter mi

-
Aa
+
a
a
a

24 Ağustos 2011Taraf Gazetesi

Sözün bittiği yerdeyiz!” Çok melun bir tekerleme bu, baldıran zehrini andırıyor! Bunu kabul etmek, o zehri içmek gibidir. Sözün yerini bombaların, kurşunların alacağı belliyse, susmak tükenmeye razı olmaktır!

Yakın ve uzak geçmişimiz, gücün ve şiddetin, hayatı ve sözü tahakküm altına aldığı ve tükettiği dönemlerle doludur! Şüphesiz bize mahsus değil bu durum. Başka birçok toplum da acıyla yaşamıştır bu tecrübeyi.

ABD’de 11Eylül saldırılarının ardından oluşan havayı hatırlayalım mesela! Zamanın Başkanı Bush, “Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” derken; sözün değersiz, ak ve kara dışındaki bütün renklerin hükümsüz kalacağı bir dünya tasavvuru çiziyordu. Sonrasında dünyanın aldığı hâl malum: Baskı, şiddet, savaş, yıkım, ille de ölüm, ölüm, ölüm... Bush’un ve şürekâsının sonu da malum!

Memlekette savaş rüzgârları esiyor yeniden; ne rüzgârları, resmen kasırgaları! Bu seferki savaşın, öncekilerden çok farklı olacağı yönünde güçlü bir algı da var. “Sonuna kadar ve topyekûn savaş” beklentisi yerleşti sanki. Kimileri bunu istiyor, istemekle kalmayıp körükleyenler de var, hem de çok. Kimileriyse, yaklaşan şeyin korkunç bir felaket olduğuna inanıyor! “Söz”den gayrı bir imkânları yok bu felaketi engellemek isteyenlerin. Onu da ellerinden almak için, çirkin tezgâhlar devreye sokuluyor.

Ben bu felakete mahkûm ve mecbur olmadığımıza inanıyorum. Peki, nasıl savuşturulabilir bu kasırga?

Sözün çok zorlandığı bir yerde olduğumuz kesin. Lakin sözün imkânlarını bol bol kullanıp tüketerek gelmedik bu noktaya. Aksine, “söz”ün barındırdığı barışçıl çözüm potansiyelini hakkıyla değerlendiremediğimiz için buradayız. Bu potansiyelin en önemli bölümünü “müzakere” dediğimiz şey oluşturuyor.

Müzakere, çatışmaların barışçıl çözümünde kullanılan muhtelif araçların toplamını ifade eder. Değişik toplumlarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, “çok katmanlı bir süreç”tir müzakere.

Kürt sorununa benzer çatışmalarda, silahları susturmak için yürütülecek müzakerelerde, silahlı örgütü doğrudan veya dolaylı olarak sürece dâhil etmek gerekiyor; tabii barışçıl bir çözüm isteniyorsa.

Barışçıl çözümü hedefleyen müzakere sürecinin işleyebilmesi için, tarafların “silahla bir yere varılamayacağını” kabul etmeleri şarttır. Geçen hafta da yazmıştım, bir süreden beri Öcalan’ın şahsında PKK’nin de yer aldığı bir müzakere süreci yürüyor; daha doğrusu yürüyordu. Bu süreç, sonuçsuz kalmış görünüyor.

Bunun en önemli sebebi, tarafların silahtan medet ummaktan hiç vazgeçmemiş olmalarıdır bence. İki taraf da, silahla elde edilebilecek şeyler olduğuna inanıyor hâlâ.

Biraz geriye gidelim! AKP’nin “demokratik açılım” adıyla başlattığı çalışmalar sırasında, PKK’yi diplomasi ve güvenlik yöntemleriyle etkisizleştirme seçeneğini sürekli telkin eden bir çevre vardı. AKP’nin politikalarını etkileme gücü olan bu çevre, Öcalan’la pazarlık yapılmasına, PKK’yle temas kurulmasına prensipte karşı değildi. Ama bir şartla; önce PKK, askerî ve siyasi açıdan zayıflatılmalı, hatta mümkünse beli kırılmalıydı. KCK operasyonları, bu tezin AKP’ye kabul ettirilmesinin bir sonucuydu ve PKK’yi siyasi açıdan etkisizleştirmeyi hedefliyordu.

Bu tezin sahipleri, PKK’nin askerî açıdan belini kıracak tüm imkânların ve araçların henüz kullanılmadığını düşünüyorlar. AKP, uzun süre bu telkinlere sıcak bakmadı. Ancak, Haziran 2011 seçimlerine gidilirken, özellikle mart ayından itibaren, ibre bu yana kaymaya başladı. Başbakan’ın seçim kampanyası sırasında kullandığı sert ve milliyetçi üslup, bu tercihin bir yansımasıydı. Başbakan, işi BDP’yi ve Öcalan’ı aşağılamaya ve tehdit etmeye kadar vardırdı. Seçimlerden sonra “yemin krizi”nde de benzer bir tavır takındı. Bir yandan da, PKK’yi etkisizleştirmenin bir yolu olarak, Öcalan’ı Kandil’e karşı kullanma anlamına gelen manevralar yapıldı.

AKP’nin bu politikaya kaymasının psiko-politik, taktik vb. sebepleri var. Bunları ayrıca tartışmak lazım! Fakat bu kaymada, PKK’nin, daha doğrusu bir bütün olarak Kürt hareketinin tavrının da önemli bir rol oynadığı şüphesizdir.

Kürt hareketi, müzakereyi en çok isteyen taraf olarak görünmesine rağmen, müzakere sürecini canlı tutup derinleştirecek siyasi beceriyi gösteremedi. Askerî ve siyasi açıdan tasfiye edileceğine dair endişe, Kürt hareketinin siyasi manevra kabiliyetini kilitledi. Bu endişenin etkisiyle, AKP’yi baş düşman ilan etme ve bütün enerjisini AKP’yle mücadeleye harcama gibi bir noktaya sürüklendi. Bu mücadelede demokratik siyasetin araçlarından çok, silahlı gücüne güvendi. Kamuoyunda infial yaratan eylemlerle, AKP’yi köşeye sıkıştırmayı hesapladı.

Kürt hareketi, böyle yapmakla, müzakerenin temellerini zayıflattı. Zira müzakere, sadece iki tarafın temsilcilerinin karşılıklı görüşmesinden ibaret değildir; daha önce de söylediğim gibi, çok boyutlu ve çok katmanlı bir süreçtir. Bu katmanların en önemlisi, demokratik siyaset zemini ve yöntemleridir. Toplumun değişik kesimlerini kendi tezlerinin haklılığına inandırmak ve karşı tarafın politikasının meşru olmadığına ikna etmek, demokratik siyasetin asli amacıdır. Bu açıdan parlamento hayatî bir işleve sahiptir. “Yemin krizi”ni, parlamentoyu dışlamaya varacak bir meydan okumaya dönüştürmekle, Kürt hareketi, müzakere sürecinin can damarlarından biri olan katmanın işlevini budadı. Buna ilaveten, tek yanlı “özerklik ilanı” gibi, sadece hükümete değil topluma dayatma anlamına gelen ve demokratik siyasetin özüyle çelişen şeyler yaptı.

“Müzakere süreci”nin bir katmanında da, toplumsal/sivil aktörlerin etkili faaliyetleri yer alır. Siyasi aktörler, felaketin yaklaştığı durumlarda kendi pozisyonlarından taviz vermeye, geri adım atmaya kolay kolay yanaşmazlar. Bazen bunu isterler, ama kendi elleriyle fanatikleştirdikleri tabanlarından ve kamuoyundan çekinirler. Âkil insanlar ve makul girişimler, özellikle bu gibi durumlarda, taraflara ve topluma çıkış yolu sunacak bir rol oynayabilirler.

Bu çatışmayı bitirmenin savaştan başka bir yolu olmadığını savunanlara hatırlatalım: İnatla davet ettiğiniz ve şu an tepemizde dolaşan hayalet, iç savaştır. Ve “bütün iç savaşların ortak paydası, yıkım ile öz yıkım arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıdır”. İç savaşların galibi olmaz; bir “Pirus zaferi” bile mümkün değildir.

 Sözün bittiği falan yok, söz hiç biter mi!