31 Mart 2010Referans Gazetesi
Alman Büyükelçisi Dr. Eckart Cuntz, "Almanya'nın, Türkiye'nin müzakere sürecine destek verdiğini" belirttikten sonra "Daha önce imzaladığımız metinlere bağlı kalacağımızı, sözümüzü tutacağımızı taahhüt edebilirim" demiş. Kanımca bu açıklama ile Sayın Merkel'in, ‘ayrıcalıklı ortaklık' teklifi yapması arasında bir çelişki yok. Verdiğiniz bir sözü kerhen tutmaya devam edebilir ama o sözün karşı taraf için önemli olan sonucunun gerçekleşmesi için kendinizi fazla sıkıntıya sokmayabilirsiniz.
AB'nin Türkiye'ye taahhüt ettiği nedir? Türkiye'nin AB üyesi olması için müzakereleri başlatmak ve yürütmek. Bu müzakerelerin açık sonuçlu olması ne demek? Müzakerelerin tamamlanmış olmasının bile Türkiye'nin AB'ye üye olmasına yetmeyeceğinin başta ilan edilmiş olması demek. Yani AB Türkiye'yi üye alacağına dair bir söz vermiş değil. Almanya'nın, Türkiye'nin AB üyeliğine yönelik müzakerelerin sona erdirilmesi, yani AB'nin verdiği taahhütten vazgeçmesi için bir girişimde bulunacağını sanmıyorum. Sonuçta bu sadece AB'nin bütçesi içinde devede kulak bir yük.
Bu yol Türkiye'yi bir yere götürür mü? Türkiye 35 başlık altında toplanan reformların maliyetini yüklenecektir. Bunun sonunda Türkiye AB üyesi olabilecek mi? Hayır! Çünkü bu reformları, AB'nin bütün üyelerinin olurunu alacak biçimde yapmış olmak, üyelik için gerekli ama yeterli değil. Sonra AB ülkeleri toplanacak, AB'nin Türkiye'nin üyeliğini isteyip istemediğine karar verecek. Bu kararın ne olacağı belli değil. Fatih Özatay ile yaptığımız bir çalışmada, sonuç açısından belirsizlik olması durumunda, Türkiye'nin AB ile müzakere süreci yerine kendi tasarladığı reform çizgisinde ilerlemesinin, toplumsal refah açısından daha iyi bir seçenek olabileceğini göstermiştik. Buradan çıkan sonuç, ucu açık müzakere sürecinin Türkiye için pek de özendirici olmadığı. Daha açıkçası, Türkiye'nin bu süreçte ilerlemekten vazgeçmesi için daha fazla özendirim var gibi görünüyor.
Olaya bir de AB'yi işin içine katarak bakalım. (Hemen belirteyim, bu kısmı yazarken Greenwich Üniversitesi öğretim üyesi Sayın Mehmet Uğur'un Kasım 2010'da Journal of Common Market Studies dergisinde yayımlanacak bir çalışmasından yararlandım. Kendisine teşekkür borçluyum.) AB'nin ucu açık müzakere yolunun Türkiye'nin taahhütlerini tutma olasılığını düşüreceğini bildiği, rahatlıkla varsayılabilir. Öte yandan, AB'nin verdiği sözü tutmak için ek çaba göstermesi kendisine herhangi bir kazanç sağlamayacaktır. Bunun iki nedeni var. Birincisi, AB'nin bu ek çabası AB'nin üstlendiği maliyeti artırır. İkincisi, bu ek çaba Türkiye'nin reform yapma sürecine daha çok bağlanmasını garantilemez. Tersine, Türkiye'nin riskini azaltmaya çalışması, daha çekingen bir reform stratejisi benimsemesi beklenir. Çünkü Türkiye, hem müzakere sürecinde AB'nin daha önceki aday ülkelere verdiğine benzer bir mali destek alamayacağını bilmekte hem de yolun sonunun nereye varacağını kestirememektedir. Bu durumda, ne Türkiye ucu açık müzakere sürecine bel bağlayabilecek ne de AB, ara sıra verdiği, kısmi taahhütlere olumlu yanıt alabilecektir. Sonuçta, giderek AB bu tür kısmi taahhütler vermekten vazgeçecek, Türkiye de benimsediği kuşkucu tavrın doğruluğuna kani olacaktır.
AB ne yapabilirdi? Bir seçenek, ucu açık müzakere sürecinin mantıksal açıdan kusurlu olduğunu kabul edip değiştirmek. Bunun çeşitli yöntemleri olabilir. Ancak bunların ortak noktası Türkiye ile AB arasında işbirliği yapılmasını gerektirmeleri. Şu sıralarda, AB'de böyle bir yaklaşımın benimsenmediği, hatta duyulmak bile istenmediği açık. İkincisi ise Sayın Merkel'in ısrarla gündeme getirdiği "Türkiye'nin bu sevdadan vazgeçmesi". Bu da mantıksal bir sonuç. Bence mantıksal olmayan tek şey Türkiye için ‘ayrıcalıklı' bir statü teklif edildiği görüntüsünün yaratılmaya çalışılması. AB'nin Türkiye'ye ‘ayrıcalık' sağlayamayacağını anlamak için dahi olmak gerekmiyor ki...