24 Nisan 2005Mesut Yeğen
Ahalinin galeyan halinin, linç girişimlerinin gündelikleşmesinin sebepleri üzerine söylenebilecek herşey söylendi. Neticede, şunu idrak etmiş haldeyiz: Meselenin kendiliğinden tarafları kadar, kışkırtmayla ilgili kısımları, yakın ve mikro sebepleri kadar, uzak ve makro sebepleri de var. Bütün bu sebepleri bir kez de burada anmaya niyetim yok; niyetim, bu sebeplerden biri olduğu konusunda herhalde herkesin hemfikir olduğu Kürt meselesi hakkında bir çift söz etmek. Kürt meselesi hakkında düşünmeye, konuşmaya her zamankinden daha fazla mecburuz çünkü, 'bayrak hadisesiyle' içine düşürüldüğümüz 'alarmist' ortam, devlet ricalinin inanılması güç bir soğukkanlılıkla toplumdan uzunca bir süre esirgediği teskin edici açıklamaların biraz tuhaf bir biçimde ard arda gelmesiyle dahi geride kalacak gibi görünmüyor ve üstelik halen şunu anlamış değiliz: Kürt meselesiyle nasıl başedeceğiz, efendilerimiz bu mesele hakkında ne düşünüyor? Umarım denen şundan ibaret değildir: "Eh, bu galeyan Kürtleri sindirmiştir artık, bildiğimiz yolda devam." Oysa Kürt meselesi hakkında adamakıllı düşünmekten, konuşmaktan sakınmanın vebali büyük. Büyük, çünkü hepimiz pekala biliyoruz ki, Kürt meselesi memleketi bu alarmist ortama sürükleyip, ahaliyi galeyana getiren genel endişenin en samimi olduğu yerlerden biri. Ahali, kolektif bir çocukluk hastalığına kapılmış ve dahası bu hastalıktan fışkıran her türlü hazzı doya doya tüketmekteyse de, her birimiz şunu pekala hissediyoruz: Şu misyonerlik işinin, Alevilerin Hıristiyanlaştırılması şayiasının ya da ne bileyim Pontusçuluğun filan öyle kaale alınabilir bir tarafı yok. Batı'nın yekvücut olup Türkiye'yi batırmaya çalıştığı iddiası bütün basitliğiyle kulağa ne kadar hoş gelirse gelsin, hepimiz gözucuyla da olsa bunun bilgi ötesi bir önerme olduğunu da görüyoruz. Oysa Kürt meselesinde durum farklı. AB'nin aldığı kesinlikten uzak tutum ve mühim bir kısmımızın Türkiye'nin AB'li bir toplum olma ihtimalinden dehşet duyması gibi başka 'gerçek' sebeplerin yanında, Kürt meselesi mevcut galeyan halinin esas 'körükleyicilerinden'. Aslında, Kürt meselesinin bu 'müstesna' yeri gün gibi ortada. Son birkaç haftada olup bitene baktığımızda şunu görmemek için kör olmak lazım: Galeyana gelmek için hazır bekleyen ahaliye gerekli işaretleri veren medya kampanyasını tetikleyen açıklamalardaki öfkenin esas muhatabı çokça sanıldığı gibi bayrak çiğneyen çocuklar değildi. Fırtınayı koparan öfkenin muhatabı şüphesiz Newroz gösterilerinin 'görüntüsüydü'. Sözde vatandaşlıkla itham edilenlerin de, ahaliyi galeyana sevkedenin de bayrağı çiğneyen çocuklar olduğunu düşünmek saflık olur. Ahali, bu görüntülerle galeyana geldi, getirildi. Görüntüler için herkes kendi meşrebince bir sıfat kullanabilir: 'Vahim', 'muazzam', 'korkunç', ya da 'tuhaf' gibi. Ancak kullanılması imkansız bir sıfat var: 'Normal'. Gösterilerin ciddi bir duruma işaret ettiğine şüphe yok; bir milyon kadar insanın aynı gün, aynı anda ve yüklü bir sembolizm eşliğinde mobilize olabilmesinin şakaya gelir tarafı olmadığı muhakkak. Nitekim, içinde bulunduğumuz galeyan ortamına düşürülmemizin ardında yatan da esas olarak, Kürt meselesinin almış olduğu bu ciddi halden başka bir şey değil. 21 Mart'daki gösterilerin görüntülerinde herkesin izlediği tam da buydu: Kürt meselesinde durum ciddidir.
Rumlar, Ermeniler, şimdi de Kürtler Doğrusu, meselenin ciddiyeti çoktandır belliydi. Kürt yurttaşların mühim bir kısmıyla ülkenin genel siyasi topluluğu arasındaki 'kader birliğinin' zayıfladığının epeydir farkındayız. 15 yıllık düşük yoğunluklu savaşın sonunda anlaşıldı ki, PKK'ya karşı edinilen askeri başarı, Kürt meselesinde siyasi 'başarıyı' getirmemişti. Aksine, savaşın ardından ortaya çıkan net resim şu oldu: Kürtlerin Türkleşmeye niyetleri yoktu. Doğrusu, Türkleşmeye gönülsüz Kürt yurttaşlar kaydadeğer bir nüfusu oluşturmasa, bu o kadar da önemli olmayabilirdi. Oysa durumun ne olduğunu biliyoruz: Türkleşmeye direnenler epey çok ve daha önemlisi, Türklüğe asimile edilemeyen bu topluluğun büyük kesimi ülkenin belli bir kısmında meskun. Sözün özü, 1990'ların sonundan bugüne dek geçen kısa süre içinde milletçe fark edildi ki, ülkenin Kürt yurttaşları neredeyse paralel bir ulus oluşturacak türden teritoryal-dilsel bir topluluk olarak karşımızdaydı ve memleketin tek dilli, homojenleştirilmiş bir kültüre teslim olmasına direniyorlardı. Kestirmeden söylersek, ahalinin nihayet anlamış olduğu şudur: Son Kürt isyanı sürüyor. Üstelik tümüyle yeni bir durumda. Kürt isyanı, ülkenin haricindeki bir kısım Kürdün ABD'nin korumasında günbegün kendi yönetimini inşa ettiği, ülkenin dahilindeki Kürt sorununsa AB'nin ilgi alanına girdiği bir 'uluslararası' durumda devam ediyor. Bu durum, son Kürt isyanının ardında makul ve demokratik taleplerin olduğuna körleştirilmiş ahalinin, Kürtleri 20. yüzyılın başında Osmanlı birliğinden kopmaya koyulan kavimlere benzetmesinin önünü açıyor. Bugün yaşadığımız durum tam da bu: Memleketin Türkleşeceği öngörülen Müslüman kavimlerinden Kürtler Türkleşmeye direnirken, ahali nezdindeki Kürt imgesi de kökten değişiyor. Kürtler, bir zaman olduğu gibi ecnebilerce Türkleşmeye direnmeye kışkırtılan bir kavim olarak değil, Türkleşmeye direnme cesaretini ülke dışından alan bir kavim olarak görülüyor. Fikrimce, içinde bulunduğumuz galeyan ikliminin en samimi sebebi bu imgenin her geçen gün güçlen(diril)mesidir. Kabulü güç ve telaffuzu sevimsiz, ama durum ne yazık ki şu: Kürtler, ahali gözünde her geçen gün giderek 'Rumlaşıyor', 'Ermenileşiyor'. Bu durum bir ilk: İlk kez ülkenin Müslüman bir kavmi, ülkenin Türkleşebileceğine ve sadakatine asla inanılmayan gayrimüslim kavimlerine benzetiliyor. Memleketin gayrimüslimleriyle yaşadıklarımızı düşününce meselenin vehameti daha bir belirginleşiyor.
Son Kürt isyanı sürüyor Doğruya doğru: Son Kürt isyanı sürüyor. Yalnız, 1999'dan ya da 1984'ten beri değil; 1960'ların ortalarından beri. Şuna bir itirazım yok: Kürtlerin bu son büyük kalkışması 1984'te olsun, 90'ların başında ve sonunda olsun, büyük dönüşümler yaşadı; motifleri, sürükleyicileri değişti vs. Ancak şu da doğru: 1930'lar boyunca yediği ölümcül darbelerle tarihin dışına çıkarılan Kürt direnci, 1960'ların ortalarında yeniden başladı ve bugün devam eden de bu asri zaman Kürt isyanından başkası değil. Son Kürt isyanının kökleri zannımca 1967'de Türkiye İşçi Partisi'nce düzenlenen Doğu Mitinglerine kadar uzatılabilir. Derdim tabii ki son 40 yılın sosyolojik ya da siyasi bir tahlilini yapmak değil. Daha çok şunu söylemek istiyorum: Kürt yurttaşların siyasi toplulukla kader birliği etmesinde bugün yaşadığımız büyük kopukluk uzun zamandır yaşanıyor ve durum düzelecek gibi de görünmüyor. Durumu tez elden toparlayamazsak eğer, Kürtlerin bu uzun isyanı, vahim ama, gerçekten de bir son isyan olabilir. İki türlü: Bitmez tükenmez bir isyan olarak kalmak, bir hep - son isyana dönüşmek suretiyle bir son isyan da olabilir, birilerinin ABD, AB demeyip, gözü karartıp Kürtleri bir daha isyan edemeyecek biçimde ezmesi suretiyle de. Türkiye'nin mevcut kurumsal düzeneğinde bir büyük altüst oluş yaşanmadan bu ikinci ihtimalin yaşanması imkansız görünse de, sağda solda Miloseviç müsveddelerinin hazırlanmakta olduğuna dair tehditlere de kulak vermek lazım. Oysa, günümüzün Kürt isyanını bu karşıtlığın dışında bir siyasete müracaat ederek de bir son isyan kılmak mümkün; gerekli de. Bugünün Kürt isyanı Türkiye demokrasisinin öncesindeki bir son isyan kılınabilir. Türkiye'yi demokrasiye açmak, bugünün Kürt isyanını gerçekten de bir son isyan kılıp, Kürt meselesini de siyasi müzakerenin bir unsuru kılmanın önünü açabilir. Ancak bunu yapabilmek için öncelikle gücümüz var ezerizcilerle, bu kez güçlüyüz istediğimizi alırızcıların kabullerine sırt çevirmek gerekiyor.
Siyasete geri dönmek Gücümüz var ezerizcilerin geride bırakılması gereken kabullerinin başında hiç şüphesiz memleketi tek dilli, homojenleştirilmiş bir yer kılmak ülküsü var. Tedip, tenkil, asimilasyon vb. ulus-devlet stratejilerine yüz çevirmek gerektiği gibi, siyasi birlik için illa da kültürel homojenleşmenin gerekmediğini ya da yarım saatlik TRT yayınıyla Kürt meselesinin hallinde bir yere varılamayacağını artık kabullenmek gerekiyor. Kürt meselesi neredeyse bir paralel - ulus meselesi haline gelmişken bu tür işlevsiz araçlarda ısrar etmenin faydasızlığı ortada. Bunun yerine, Kürtlerle tecrübe edilen bin yıllık ortak tarih ve Müslümanlık gibi güçlü unsurlarla sağlamlaşmış kültürel ortaklığa güvenip bu yeni durumu soğurabilecek araçların önünü açmak lazım. Görünen, güçlü bir yerinden yönetim ve kültürel hakların kolektif kullanılımıyla desteklenen bir anayasal yurttaşlık mefhumunun fazlasıyla iş görebileceği. Bu kez güçlüyüzcülerin geride bırakılması gereken kabulleri de az değil. Zamanın ve Türkiye modernleşmesinin Kürt meselesi benzeri sorunları ulusal soruncu bir paradigmanın tedarik ettiğinden başka araçlarla çözmeye imkan verdiğini artık görmek gerekiyor. Kendi örgütlediği bir iç pazarı sömürmek iştahındaki bir burjuva programın bir önemi yoksa, ki Kürt meselesinin ve direncinin mevcut halinde bunun esamisi bile okunmuyor, ulusal soruncu bir dilden samimiyetle vazgeçmek gerekiyor. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse Kürt muhalefetinin mevcut temsilcilerinin ulusal soruncu paradigmanın diline hapsolmuşluğu meselesini çok da abartmamak gerekiyor. Buradaki daha ciddi mesele, mevcut temsilcilerin uzunca bir zamandır çokça önemli birşeyi unutmuş olmaları: Kürt meselesine dair siyaseti, samimiyetle ve bütünüyle Kürt yurttaşların kolektif teleplerinin üzerine bina etmek. Görünen o ki, bunu yapmak yerine İmralı siyasetini Kürt yurttaşların siyaseti kılmaya çalışmak birilerince daha önemli bulunuyor. Oysa Kürt siyaseti, yurttaşları bir gün demokratik cumhuriyet, ertesi gün devletsiz konfederalizm benzeri cehverlerin peşine düşürmek yerine, İmralı aklının dışında bir akıl üretmek zorunda olduğunu görmek zorunda. Hem şunu sormak o kadar mı zor: Ne oldu da demokratik cumhuriyet fikri yerini konfederalizm fikrine bıraktı? Sakın bu değişikliğin Irak Kürtlerinin edinmiş olduğu konumun belirginleşmiş olmasıyla ilgisi olmasın? Cevap her ne olursa olsun şu ortada: Kürt siyasetini üstlenenler son yedi-sekiz yılı siyasetsiz geçirdiler. Doğum günü kutlamak türünden putlaştırıcı etkinliklerle siyaset yaptıklarını zannedenlerin bugün yapmaları gereken şey çok basit aslında: Siyasete geri dönmek.
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=4593&tarih=26/04/2005