14 Aralık 2011Taraf Gazetesi
Türkiye, bir “gecikmişlikler ülkesi”dir. Birçok alanda “geç kalmış”tır. Modernleşme sürecine geç girmiş, uluslaşmada gecikmiştir meselâ. Ve bunun önemli sonuçları vardır. Siyasal kültür, toplumsal yapılar, yönetim zihniyeti üzerinde ciddi etkileri olmuştur meselâ. Bugün yaşadığımız temel sorunların ortaya çıkışında da, bunları çözme konusundaki bocalamalarımızda da bu olgunun payı büyüktür.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni, bu epeyce derin meseleyi başlangıcından itibaren ve bir bütün olarak irdelemek değil. Bazı güncel tartışmalara bu “gecikmişlik” açısından bakmaktır niyetim.
Bu tartışmalardan biri, “geçmişle yüzleşme/hesaplaşma” mevzuudur. Birkaç yıldır, “Ermeni sorunu” vesilesiyle bir tanışıklık doğmuştu bu konuyla kamuoyu arasında. Lakin geçmişin etrafına örülmüş o çok kalın “unutturma duvarı”nda geniş gedikler açmak mümkün olmadı.
Şimdilerde geçmişteki acılı ve kirli dönemler, daha çok gündeme gelir oldu. Dersim ve İstiklal Mahkemeleri bu açıdan başı çekiyor. Bu sefer, “geçmişi bastırma politikası” daha kolay kırıldı; o sert kabuk daha çok çatladı.
“Ermeni sorunu”nu tartışmak neden daha zor; buradaki milliyetçi/ulusalcı savunma refleksi neden bu kadar etkili oldu? Dersim ve İstiklal Mahkemelerinin öne çıkmasını ve geçmişle hesaplaşma kanallarının bu iki olayda daha kolay açılmasını nasıl açıklamak lazım?
Akla gelmesi kaçınılmaz olan bu çok mühim soruları, başka bir yazıda ele almak üzere bir kenara kaydediyorum.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim husus başka! Geçmişteki baskı, zulüm, kıyım gibi travmatik şiddet dönemleriyle yüzleşme/hesaplaşma, son çeyrek asırda dünyanın çeşitli yerlerinde önemli gelişmeler yaşanıyor. “Hafızanın isyanı”, “hatırlama ve hesaplaşma konjonktürü” gibi terimlerle tarif edilen bir dönemden geçiyoruz.
Toplumların kendi geçmişleriyle ilişkilerinde bir değişim sürecine girildi. Birçok ülkede geçmişle ilişki konusu yeniden masaya yatırıldı, yerleşik ilişki biçimleri sorgulandı, farklı ilişki seçenekleri tartışmaya açıldı, yeni ilişki modelleri geliştirildi.
Bütün bunlar, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Soğuk savaş, birçok sorunun üstünü örten kalın bir şal işlevi görüyordu. İki süper gücün kendi müttefiklerini veya “dostlar”ını koruma ve kollama kaygısıyla hareket etmesi, geçmişle hesaplaşmaya elverişli bir uluslararası konjonktürün oluşmasını engellemişti. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, şartlar kökten değişmiş, geçmişle hesaplaşma girişimlerini bloke eden engeller büyük ölçüde kalkmış ve birçok ülkede gözler geçmişteki haksızlıklara çevrilmiştir.
Geçmişle hesaplaşma; Soğuk Savaş kültürünün tasfiyesinin araçlarından, bu dönemin bitişinin sembollerinden biri olarak da görülebilir. Geçmişleriyle hesaplaşmaktan kaçınan toplumlar, o kültürü bir şekilde korudular. Tersi de söylenebilir: Soğuk Savaş kültürünü aşamayan toplumlar, geçmişleriyle hesaplaşmaya da girişemediler. Velhasıl, geçmişle hesaplaşmadan kaçınma ile Soğuk Savaş zihniyetine saplanma arasında karşılıklı bir ilişki var.
Türkiye, geçmişiyle yeni yeni hesaplaşmayı deniyor. Burada da bir “gecikmişlik” söz konusu! Bu gecikme, bir tek bu konuyla sınırlı değil bence! Genel olarak Soğuk Savaş zihniyeti ve alışkanlıklarıyla hesaplaşmada çok geciktiğimize inanıyorum. Bu demektir ki, Soğuk Savaş kültürü ve yaklaşımları, hâlâ birçok alanda geçerliğini koruyor; az ya da çok.
Siyaseti, “dost-düşman ikiliği” üzerine kurmak; her türlü savaşın tipik formülüdür; doğal olarak Soğuk Savaş’ın da! Düşmanı alt etmek için her türlü aracın mubah sayılması da bu kültüre dâhildir. Açık veya içkin sağcılık; açık veya içkin sol düşmanlığı da, bu kültürün bir parçasıdır. Kara propaganda ve “hainlik” yakıştırmasına her fırsatta başvurmak, böylece kamusal tartışmaların ve sorgulamaların önünü kesmek de, bu kültürün bir yansımasıdır. Her toplumsal olayda “dış güçlerin parmağını” aramak da, bu kültürden beslenen bir paranoyadır vb. vb.
Geçmişle hesaplaşma meselesini, bu kültürel atmosferde yürütmeye çalışıyoruz ve büyük bocalama yaşıyoruz. Zira bir dönemi aşma anlamına gelecek bir girişimi, o dönemin alışkanlıklarıyla yürütüyoruz. Eninde sonunda aşacağımıza inanıyorum elbette; ancak bunun kolay olmayacağı da belli.
Soğuk savaş zihniyetinin etkilerinin en “çok” olduğu alanların başında, polis ve yargı geliyor. Pek çok örnek, bu zihniyeti bu alanlarda aşmamızın çok daha zor ve zorlu olacağını gösteriyor. Bunu başka yazılarda tartışmaya çalışacağım.
***
Emre Uslu’ya küçük bir not: Önce Dublin’e yaptığımız geziyi, saçma mantık kurgusu ve çarpıtma yoluyla karalamaya çalıştı. İddiaları, cevap vermeyi gerektirecek ciddiyette görmeme rağmen, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla konuya ilişkin bir yazı yazdım (Taraf, 7.12.2011). Geçen günkü yazısında güya bana cevap yazmış (Taraf, 10.12.2011). Aynı saçma kurgu, aynı çarpıtma! Konu benim açımdan kapanmıştır! Kendisine önerim şudur: Bildiği bir şey varsa açıklasın! “İma”larla puslu hava yaratmaya çalışmak, tek kelimeyle ayıptır.