15 Haziran 2011Taraf Gazetesi
Seçim sonuçlarıyla ilgili tahlillerde, “seçmen neye oy verdi” sorusuna cevap aramak adettendir. Sanki ortada “seçmen” adında tekil bir şahıs ya da homojen bir özne varmış gibi bir hava veren bu üslup beni oldum olası rahatsız eder. Bu duygumu, kişisel bir alerji saymak mümkün! Belki de bu rahatsızlığım, “siyaset sosyolojisi”ni fazlaca ciddiye almamdan kaynaklanıyordur; yani bir meslekî deformasyonun yansımasıdır.
Siyaset sosyolojisinin, “seçim sosyolojisi” diye bir alt dalı var üstelik. Akademinin bu sahasında, “seçmen oy kullanırken neyi esas aldı, tercihini neye göre yaptı” sorusuyla meşgul olan teorisyenler, kendilerine göre önemli saydıkları ölçütler geliştirirler.
Ancak seçimler, toplumsal dinamiklerin yönünü ve siyasal güç dengelerinin dizilişini belirleyen önemli faktörlerin başında gelirler. Seçim sonuçlarını bu açıdan değerlendirmek için, akademik teorilere ve saha çalışmalarına bağlı kalmak gerekmez elbet.
O halde, ukalalığı bir kenara bırakıp, 12 Haziran seçimlerine bu açıdan baktığımda gözüme çarpanları aktarayım.
Yüzde elli hattını yakalamış olmanın, AKP açısından çok büyük bir başarı olduğu tartışma götürmez. Türkiye bakımından bu sonuç, vesayetçi statükonun mutlak mağlubiyeti anlamına gelir.
AKP’nin seçim stratejisine ve kampanya söylemine bakarsak, esas hedefinin, önceki dönemlerde elde ettiğini varsaydığı kazanımları sağlama almak olduğunu söyleyebiliriz. Bunun diğer anlamı, siyasi merkezi yeniden inşa etme sürecinin büyük ölçüde tamamlanmasıdır.
Bu merkezin neleri içerdiğini ayrıca tartışmak gerekiyor. Buna karşılık bu merkezden neyin tasfiye edildiğini söylemek daha kolay. Vesayetçi statükonun norm ve değerleri, toplumun ciddi ekseriyeti nezdinde geçerli akçe olmaktan çok büyük ölçüde çıkmıştır. Statükoyla en çok çatışan güçlerden olan Kürt siyasi hareketinin aldığı oylar da hesaba katıldığında, bu husus daha bir berraklaşır. Ayrıca bugüne kadar statükonun siyasi temsilcisi kimliğini taşıyan CHP’nin, bütün çelişkilerine rağmen statükoya yaslanmaktan kaçınma siyaseti de bu sonucu pekiştirir.
Seçimlerin, siyasi merkez konusunda ortaya çıkardığı bir başka önemli sonuç var. BDP destekli bağımsızların çarpıcı başarısı, Kürt siyasi hareketinin güçlü bir siyasi merkez olduğunu kanıtladı. Böylece Kürt siyasi hareketi, Kürt sorunu ve anayasa gibi hayati meselelerde gözardı edilmesi imkânsız bir güç olduğunu göstermiş oldu.
Bu merkezin merkezinde PKK’nın yer aldığını, mesela sadece seçim kampanyasına bakarak bile anlamak mümkün. PKK’yı temsil eden simgeler ve sözler, Öcalan’ın ismi ve resmi, kampanyanın her aşamasına damga vurdu. PKK dışındaki Kürt hareketlerinin aday ve/veya destek düzeyinde bloğa dâhil olmaları, bu merkezin etki potansiyelini daha da arttırıyor.
Bütün bunların en açık ve somut anlamı, “Öcalan ve PKK realitesi”ni tanımayı reddeden yaklaşımların sürdürülebilir olmaktan çıktığıdır. Bu realiteyi hesaba katmadan; özellikle şiddeti sona erdirmek ve Kürt sorununun çözümünde yol almak iyice imkânsızlaşmıştır.
Yeni anayasa çalışmalarında belirleyici aktör, şüphesiz yine AKP olacaktır. Ancak Kürt sorununun yeni anayasa tartışmalarının kilit konumda olması, yeni merkezin de bu süreçte ağırlıklı bir aktör konumuna getiriyor. Ayrıca, yeni merkez sadece Kürt siyasi hareket(ler)inden ibaret değil; sosyalist solun kayda değer bir bölümü, çevreciler, azınlıklar gibi kesimlerin de yeni merkeze katkıları var. AKP’nin seçim söylem ve stratejisinden rahatsız olan başka kesimler de, bu bloğa sempatiyle bakıyorlar. Bu durum, bloğa demokratik muhalefetin motor gücü ve çekim merkezi olma şansını sunuyor.
Her iki siyasi merkez de, kendi açılarından güçlü durumdalar. Bu tablo, kritik meselelerde müzakere ve uzlaşma ihtimali kadar; gerilim ve çatışma ihtimalini de içeriyor. Bu seçeneklerden hangisinin fiiliyata dönüşeceği, aktörlerin alacakları tavra bağlıdır. Lakin PKK’nın da ana bileşen olduğu Kürt sorununda çözümsüzlük, oyalama veya dışlama politikalarının sonuna gelindiği, seçim öncesinde zaten belirginleşmişti. Şimdi yeni siyasi merkez, AKP’nin temsil ettiği siyasi merkezi radikal adımlar atmaya daha fazla zorlayabilecek bir faktör/aktör olarak durmaktadır. Fakat AKP’nin bu noktaya çekilebilmesi için, yeni siyasi merkezin de, demokratik siyasetin gereklerine uygun yapıcı bir tutum takınması gerekiyor.
Merkezlerden birinin veya her ikisinin uzlaşma politikalarından uzak durması halinde; CHP’nin bir üçüncü aktör olarak devreye girmesi de mümkündür. Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyası sırasında barışa açık vurgu yapması ve Sezgin Tanrıkulu’nun şahsında simgelenen demokratik çözüm arayışları, CHP’nin böyle bir misyona soyunması yönünde olumlu işaretler olarak görülebilir. Böyle olursa, CHP de etkisiz bir muhalefet partisi konumundan kurtularak, yeni dönemin kurucu aktörleri arasına katılabilir.
Türkiye’nin kısa bir süre öncesine kadar kıyısında durduğu uçurumdan uzaklaşacağı konusunda umutlu olmak için epeyce sebep var!