15 Kasım 1005Turgut Tarhanlı
Şemdinli olayları, Türkiye'de demokratik kurumların işleyişi ve etkisi konusunda bir sınav olmaya aday görünüyor. Demokrasilerde, adli makamlar ve güvenlikten sorumlu idarenin işleyişinde, hukuk tarafından belirlenmiş belli usullere uyulmasını beklemek, şaşırtıcı değil olağan kabul edilmesi gereken bir taleptir. Bu, sadece bürokratik bir işleyiş tarzı bakımından değil, bu işleyişin görünür olması ve denetlenebilmesi bakımından da şarttır. Bunun nedeni, bir demokraside, herkesin ve her kurumun yaptığı tüm işlemler ve gerçekleştirdiği tüm eylemleri konusunda, bunun nedenini ve amacını açıklamak zorunda olmasından başka bir şey değildir. Tabii, bu açıklamanın, herkesin kendi keyfine göre yapılması böyle bir anlam taşımaz. Yapılması gereken, o faaliyetlerin, neden, nasıl, niçin yapıldığı konusunda, hukuken tanımlanabilen 'meşru' gerekçelerin bulunup bulunma-dığını açıklıkla ortaya koymaktır. Böyle olmazsa ne olur? Diğer bir deyişle, hedefleri meşru olarak sunulmakla birlikte, bu hedefe varma yollarının hiç de böyle tanımlanamayacağı durumları, nasıl değerlendirmek zorundayız? Ve bunun, demokratik bir toplum düzeni bakımından anlamı nedir? Bu soruların cevabı, aslında çok net: İster devlet adına faaliyette bulunma biçiminde olsun, ister şu ya da bu toplumsal kesim adına yapılsın, hukukun öngörmediği bir tarzda icra edilmiş tüm faaliyetlerde gücün belirleyici olması için çaba gösterme riski hep vardır. Eğer gücü belirleyici kılacak bir ilişki biçimini tercih etmek söz konusuysa, hele bu bizzat devlet adına hareket ettiğini söyleyen birtakım kişi ve kurumlarca da savunuluyorsa, sorun iyice büyük demektir. Bu durumda, aslında o devletin işleyiş düzeninin de çözülmeye başladığı söylenebilir. Bu işleyişin hukuka dayanan yetkiler yerine, kaynağı ve nedeni ölçülemeyecek bir güce dayandırılmasını savunanların bu eylemlerinin sonucu başka türlü yorumlanamaz. Şemdinli'de son iki hafta içinde meydana gelen sabotajlarda ve silahlı saldırılarda, yaşam hakkı ve mülkiyet hakkının ağır biçimde ihlal edildiği haberleri ortada. Bu haberlere bakıldığında, bu hak kayıplarının Anayasa'nın 17. ve 35. maddelerinde sayılan hallerden biri sonucunda, hukuka uygun olarak meydana geldiğini iddia etmek zor görünüyor. Zaten hukukun uygulanmasındaki en önemli faktörlerden biri de budur. İlk bakışta, makul bir değerlendirmeyle açıklamakta zorlandığımız vakalar karşısında, hukuktan medet umarız. O düzen içinde, acaba bu karışıklığın giderilmesi için bir gayret gösterilecek midir, yoksa işleri daha da karmaşık ve bulanık bir hale getirmek yönünde mi çalışılacaktır? İkinci durumun kendisi de, başlı başına bir güç kullanımı anlamını taşır. Bir demokraside, hukukun, bu şekilde bir silah olarak kullanılması da kabul edilemez. Dolayısıyla, Şemdinli olaylarının aydınlatılması konusunda, Türkiye'nin sivil ve asker kamu idaresi bir sınavla karşı karşıyadır. Ancak bu sınavın gerçekleştirileceği asıl yerin de, adli karar organları olduğunu göz ardı edemeyiz. Bunun yanı sıra, Meclis'te de bu olaylarla ilgili olarak bir araştırma komisyonu kurulacağı belirtiliyor. Anayasal olarak, bu da bir denetim yoludur, ancak siyasi bir denetimi ifade eder. Oysa adli mekanizmaların olağan işleyişi içinde varılacak ve hukukun üstünlüğü ilkesinin bileylenmesi anlamına gelen her sonuç, Meclis'teki o denetim yoluna oranla çok daha etkili ve anlamlı olacaktır. Bu karanlık olayın aydınlatılması konusunda, şimdiye kadar hükümet adına yapılan açıklamalarda bir kararlılık bulunduğu söylenebilir. Ancak toplumsal bakımdan yapılacak bir takibin, siyasi denetim yollarından çok, devlet faaliyetlerinin genel olarak yerine getiriliş biçimi ve tarzına yönelmesinde yarar var. Bu da, öncelikle adli ve idari sistemin, bu vakada nasıl bir icraat ortaya koyacağı sorusuyla ilgilidir.