Savaşa doğru - Her birimiz birer Cassandra

-
Aa
+
a
a
a

Özlem Denli

11 Eylül'de Amerikan anayurdunun uğradığı saldırı, ABD hükümetinin yetkili organları ve dünya basını tarafından bir milat, çağdaş tarihte yeni bir dönemin başlangıcı hatta gerçeklik algımız ve ahlak yargımızda kurucu ilke değişimini gerektirecek kadar temel bir kırılma noktası olarak sunulmakta. 11 Eylül'ün mutlak istisnalığı iddiası, emperyal şiddetin geçmişine dair bir hafıza kaybını dayatıyor. Kendini savunma argümanı, İncil'deki iyi ve kötünün savaşından mülhem Amerikan siyasal ilahiyatindaki yerini bir kez daha alıyor.

11 Eylül'ün küresel sağa kayışa kattığı ivme, aynı zamanda liberal söylemin son dönem yönelişlerinin tektonik olarak yerine oturmasını sağlayan bir etken oluşturdu. 1980'lerde sonuçlarına ulaşan bir süreç icinde liberalizm, modernliğin temel idealleri olan eşitlik ve özgürlüğü, hegemonik bir anlamlandırma yoluyla özel mülkiyet, piyasa ve rekabet ilkelerine bağladı; böylelikle de "adalet" sorununu, çözümlediğini varsayarak büyük ölçüde geri plana itti. Liberalizmin kendini temellendirme arayışında "adalet"ten "meşruiyet"e bu yöneliş, insan hakları ve parlamenter demokrasi gibi değerlerin "etik", "kültürel" ya da "kültürlerarası" mesruiyeti olarak nitelenen soruna kaydırılan vurguda ifade buldu. Söz konusu değerlerin kah savunulması gereken ortak bir zemin, kah erişilecek standartlar olarak kuruluşu, tikelin kendini evrensel olarak sunuşunun görünürde daha mütevazı ancak potansiyel olarak daha yoğun bir siddet içeren yeni bir biçimine işaret ediyor.

Çift yönlü tek yanlılık

ABD'nin geleneksel uluslararası hukuk çerçevesini aşan, nerdeyse teolojik bir meşrulaştırmaya referansla Irak'a tek yanlı müdahaleden söz etmesi, hem iç hem de dış kamuoyunda eleştirilere yol açtı. Örneğin liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Bruce Ackerman, Bush'un dışarda Güvenlik Konseyi'nin, içerde Kongre'nin kısıtlamalarından bağımsız hareket etmek isteyişini çift yönlü bir tek yanlılığın inşası olarak tanımladı. Ackerman'a göre Irak'la savaşmak baska birşeydi; bu çift yönlü tek yanlılığı güçlendirmek baska birşey. Ackerman'ın yazısının yayımlanmasından bu yana Bush yönetimi Kongre onayını aldı ve Irak'ın silah denetimine ilişkin şartlara uymaması halinde askeri müdahaleyi karara bağlayan bir Güvenlik Konseyi kararı çıkartmak üzere harekete geçti. Öneride BM silah denetçilerinin Irak'ta herhangi bir sınırlamaya tabi olmadan faaliyette bulunmaları, Irak hükümetine katı süre koşulları getirilmesi, başvurulan Iraklı uzmanlar ve ailelerine yurt dışında korunma sağlanması gibi son derece ağır talepler yer alıyor. ABD gerekirse tek yanlı olarak harekete geçeceğini açıkça ifade etmiş olsa bile, öneri hükümlerinin karara bağlanması durumunda müdahaleye yöneltilecek formel eleştiri zemini büyük ölçüde ortadan kalkacak. Ackerman ve benzeri eleştirenlerin yeterince vurgulamadığı nokta ise, çift yönlü tek yanlılık üzerine atılan bu örtünün meşruiyet anlamında ne ifade edeceği.

Görülüyor ki emperyal çıkarlar söz konusu olduğunda uluslararası hukuk, önceden belirlenmiş hedefleri meşrulastıracak şekilde yorumlanacak (bunun en carpıcı örneği Birleşmiş Milletler Antlasması'nın 51. maddesinde yer alan, devletlerin silahlı bir saldırı halinde kendini savunma hakkının "ihtiyarisavaş" doktrini ekseninde yeniden tanımlanmasıdır), bu da mümkün olmazsa tamamen bir tarafa bırakılacaktır. Tanık oldugumuz süreç, merkezi normların kuruluşu ve dünya çapında meşruluk üretimi olmaktan çok, emperyal iradenin hukuki normdan bağımsızlaşması halidir. Washington DC'de Hobbesçu bir uluslararası ilişkiler anlayışına yönelişin açık açık ifade ediliyor olması ise tesadüfi değil. Bugüne kadar dış politika pratiğinde degilse de söyleminde zaman zaman gönderme yapılan Kantçı yaklaşımın bile kozmopolit ilkeden çok, reel politik kaygılar üzerine kurulduğu göz önüne alınırsa, ideolojik araçlardaki bu dönüşümün olası sonuçları daha rahat kavranabilir.

Monroe doktrininden bugüne Amerikan yayılmacılığı ve iç savaş

ABD'nin 19. yüzyılda batı yarıküresinden başlayan küresel yayılmasının temel taşı, Napolyon'un yenilgisini takiben Avrupa'da oluşturulan "Kutsal İttifak" müdahalesini engellemek amacıyla 1823'te ortaya koyulan Monroe Doktrinidir. Doktrin, Avrupa güçlerinin batı yarıküresine herhangi bir müdahalesinin ABD'nin barış ve güvenliği için bir tehdit sayılacağını ifade eder. Karşılık olarak da Avrupa ülkelerinin iç işlerine karışmayacağı taahhüt edilir.

Monroe doktrini ve çeşitli uzantıları hızla Amerikan müdahaleciliğinin, ekonomik emperyalizminin ve batı yarıküresinin sömürgeleştirilmesinin ideolojik aracı oldu. 1904 Hague Barış Konferansı'nı takiben Baskan Roosevelt, Amerika kıtasında müdahale tekeli talebini açıkça dile getirdi. I. Dünya Savaşı sonrasında Başkan Woodrow Wilson'un Monroe Doktrini prensiplerini uluslararası geçerliliği olan kurallara dönüştürme çabası ise ABD'nin dünya egemenliği için ilk adım olarak kabul edilebilir. Milletler Cemiyeti Antlasmasının 21. Maddesinde, Antlaşmanın bölgesel çaplı Monroe Doktrini benzeri düzenlemelerin geçersiz kılınması amacıyla kullanılamayacağı ifadesi yer alır. Bu madde ile ortaya çıkan durum yalnızca ABD'nin batı yarıküredeki egemenliği ile sınırlı değildir.

Woodrow Wilson, 1913

Jeopolitiğin kavramlarının dolaysız biçimde uluslararası hukuk bünyesine sokulması anlamında, ABD Milletler Cemiyeti üzerinde de zafer kazanmıştır.

Evrenselcilik, I. Dünya Savaşı sırasında Wilsonculuğun ideolojik dayanağı olarak, Amerikan hegemonyasının Avrupa kıtasından tüm dünyaya yayılmasını hedefleyen dış politikaya temel teşkil etti. Amerikan müdahalelerinin insanlığın evrensel yararına olduğu iddiası, giderek genişleyen bir coğrafyada sınırların zorlanması ve değistirilmesinin meşrulastırıcı zeminini oluşturdu. Amerikan sömürgeciliği demokrasiyi yaygınlaştırmak, Latin Amerika'da kukla rejimlerin kurulması uygar yönetim biçiminin korunması ve özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi olarak sunuldu. Panama, Grenada müdahaleleri; Angola, Mozambik ve Nikaragua'da örtülü savaşlar; İsrail'in Filistin ve Lübnan'da, Endonezya'nın Doğu Timor'daki saldırganlığının desteklenmesi; 1990'larda batı yarıküresinde insan haklarını en fazla ihlal eden ülke olan Kolombiya'ya sağlanan silah ve eğitim bu sicilden sadece kısa bir seçki.

“Haklı savaş” – bir ortaçağ doktrini

Bu güne kadarki Amerikan müdahaleleri nasıl söz konusu bölgelere yönelik stratejilere göre şekillendirildiyse, gelecekteki Irak savaşı da Ortadoğu'daki egemenlik mücadelesi çerçevesinde gerçekleşecek. Petrol ve doğalgaz gibi elzem enerji kaynaklarının üretim ve nakil merkezlerinin denetim altına alınması, Amerika'nın emperyal egemenliğiyle mücadeleye girebilecek Avrasya ya da Uzakdoğu merkezli potansiyel güclerin engellenmesi ve geriletilmesi için kritik önem taşımakta. Ortadoğu'da uzun süreli bir Amerikan konuşlanması, geniş bir alanda sınırların yeniden çizilmesi ve bölgede emperyal iradenin normatif temel konumuna getirilmesi de sürecin olası sonuçları arasında.

Genel çerçevesini tek kutupluluğun çizdiği bir uluslararası yapıda ilişkiler, emperyal devletlerin davranışlarının normatif gerekçelerle sınırlandırılma olanaklarının kısıtlı olduğu Hobbesçu bir dengeye giderek daha fazla yaklaşıyor. Bu anlamda Birleşmis Milletler Antlasması'nda belirtilen hak nosyonu dolayımında yeni tüzel süreçlerin ortaya çıkması, söz konusu hakların geçerli olduğu bir zemin yaratılmasından ziyade iradeciliğin (decisionism) Amerikan dış politikası yoluyla zafer kazanması olarak görünüyor.

G.W. Bush'a göre "İyinin kötüye karşı savaşı"

Amerikan dış politikası, jeopolitik ve ekonomik önemi olmayan alanların kültürel görecelilik kisvesi altında marjinalleştirileceği, önem taşıyan bölgelerin ise deniz ve hava egemenliği yoluyla emperyal merkezin doğrudan denetimine sokulacağı yeni-sömürgeci formlara yöneliyor. Bu tabloda Amerika’nın söylemi evrensellik iddiasında ısrarlı ya da ikna edici olmak zorunda bile değil. Bir ortaçağ doktrini olan "haklı savaş" düşüncesi, saldırı savaşını meşrulastırmak üzere modern uluslararası hukuk çerçevesinde yeniden gündeme getirildi. Artık tüm küresel uzam, tekil emperyal iradenin potansiyel ‘varoluş’ ya da etki alanıyla bir ve aynı şey; ve uluslararası düzen
genelleştirilmiş bir olağanüstü halden ibaret.

11 Eylül'ü takip eden Amerikan misillemesi gösterdi ki bu savaşta düşmanın saptanması, düşmanın kurgulanması demekti. "Terörle" mücadele, içte siyasal toplumu ötekinin dışlanması yoluyla homojen bir cemaate donüştürmeyi hedeflerken, dışta da kaygan ve yeri belirlenemez düşman birkaç ‘haydut devlet’in toprakları olarak cisimleştirildi; görülebilir, vurulabilir bir hedef gerekliydi.

Düşman iç düşmana dönüştürülüyor

Müdahaleye gerekçe olarak ileri sürülen kanıtların yetersizliği bir yana bırakılmalı, üstelik de Afganistan topraklarında konuşlandığı iddia edilen düşmanın Amerikan yaşam biçimine varoluşsal bir tehdit yöneltebileceği iddiasına inandırıcılık kazandırılmalıydı. Harekete geçirilen muazzam yok etme makinasının sadece mevcut bir tehlikeyi bertaraf etmek için orada bulunduğuna inanmamız için El-Kaide ‘kayda değer’ düşman olarak kurgulanmaya çalışıldı. "ABD Afganistan'da hava üstünlüğünü ele geçirdi" gibi ifadelere rağmen gerçek durum, bir Amerikan üst düzey yetkilisinin küstah bir şiddetle yüklü ifadesiyle, "hedef kıtlığı" idi.

Amerikan denetimindeki Afganistan'da Mezar-i Serif, Zin kalesi ve Desti Leyli çölü katliamları; Taliban ve El-Kaide mahkumlarının Washington tarafından savaş tutsakları olarak görülmeyip Cenevre Antlaşması kapsamı dışında bırakılması gösterdi ki savaş iç savaşa, düşman da iç düşmana dönüştürülüyor. Kuşatılmış bir mevzide, düşmanı kendi sınırlarına geriletmenin olanaksız olması anlamında her iç savaş bir yok etme savasıdır. Bu kez de Irak'ta, Amerikalı – yani "uygar" – olma durumunun tam tersini temsil eden ve gücünü fanatizmden aldığı söylenen bir düşmanı ortadan kaldırma hedefi, uygun araçlarla etkili bir şekilde birleştirilerek bir "operasyon"a dönüştürülecek. Bürokratik rasyonalite, savaş çığlıklarını Stealth bombardıman uçakları ve akıllı füzelerin kusursuzluğu ile eşleştirecek. Irak savaşının işgalcilere insan kaybı olarak maliyetinin Afganistan'la kıyaslandığında yüksek olacağı öngörülüyor. Ancak askeri ve teknolojik güçlerin muazzam asimetrisi, düşmanlığın öldürmek kadar da ölmek ihtimalinden kaynaklanan varoluşsal boyutunu taraflardan birisi için sanallaştırdı bile. "Uygarlığın" "barbarlığa" karşı bu savaşı, Kaptan Ahab ve Beyaz Balina'nın hikayesi bile olmayacak.

Irak halkı için muazzam acılar ve yıkım getirecek bir başka dönemece yaklaşılırken ve Ortadoğu’nun geniş çaplı bir istikrarsızlığa sürüklenmesi cok yakın bir ihtimalken, Türkiye'de büyük partilerin kampanyalarında savaşın nerdeyse konu edilmediği bir seçim sürecinin sonuna gelindi. Beş milyar dolar yardım, Kürt devleti kurulmayacağı garantisi ve AB'den müzakere tarihi karşılığında Türkiye'nin Irak'a asker göndereceği söylentileri ise New York Times aracılığıyla kulağımıza geliyor... anlatılan bizim de hikayemizdir...