Sabra ve Şatila Katliamı (2. Bölüm)

-
Aa
+
a
a
a

20. Yıldönümünde Sabra ve Şatila Katliamı (1. bölüm)

Ömer Madra: Sabra ve Şatliamı katliamının 20. yıldönümünde hazırladığımız ikinci ve sonuncu programı sunuyoruz. 20 yıl geçtikten sonra hâlâ bütün konuşmalardan, bütün yazılanlardan ve bütün düşüncelerden kan damladığı görülüyor. Biz size bu olayların çok küçük özetini yapabiliriz ancak. Bütün olayların kökünde yatan temel sorun olarak Filistin-İsrail, İsrail-Filistin, İsrail-Arap sorununun en kanlı olaylarından biri, belki de birincisi ve en temelinde olan bu Sabra ve Şatila katliamı ile ilgili bir miktar bilgi paylaşmaya çalışıyoruz. ‘Pity The Nation’ ( ‘Savaşta Lübnan’) kitabı ile Robert Fisk bizlere bu konuda da ayrıntılı bilgi sunuyor. Kendisi, katliamın hemen ardından Şatila kampına, ilk giren 4 gazeteciden biri. Sinekleri anlattıktan sonra geri kalan kısmı şöyle özetleyelim: Batı Beyrut’taki Filistin mülteci kampına 18 Eylül 1982 sabahı saat 10’da giriyorlar: “Gördüklerimiz anlatılması imkânsız şeylerdi. Belki bir adli tıp raporu soğukluğu ile anlatmak mümkün olabilirdi. Yani Lübnan’da daha önce bir çok katliam görülmüştü ama bu boyutta değil. Hiçbir zaman, düzenli ve disiplinli olduğu söylenen bir ordunun soğuk kayıtsız bakışları altında, gözetimi altında olmamıştı daha öncekiler. Yani savaşların, daha önceki çatışmaların panik ve nefreti içinde onbinlerce insan ölmüş olabilirdi bu ülkede. Ama bu kamptaki insanlar, yüzlercesi, tamamen silahsız olarak vurulmuşlardı, bu tam bir kitle katliamı idi. Lübnan’da çok kolaylıkla kullandığımız bir kelime ile bir ‘olay’dı bu, ama öyle bir olaydı ki aynı zamanda bir insanlık suçuydu. Hatta İsraillilerin başka şartlar altında terörist felaketler, katliam diye söyleyebileceklerinin de ötesine geçen bir savaş suçu idi."

Washington Post’tan Loren Jenkins, Veit adlı bir Norveçli radyocu ve Foley adlı bir AP muhabiri ile birlikte giriyorlar. “Şatila’da bulduklarımızdan sonra şok bile geçiremedik.” Foley’in bütün söyledikleri “Jesus Christ” (Aman Allahım) demekten başka bir şey olamadı. “Birkaç cinayete zaten kanıt gösterebilirdik, hatta savaşın sıcaklığı içinde katledilmiş onlarca kişinin cesedi, ama burada başka manzaralar vardı, kadınlar elbiseleri bellerine kadar sıyrılmış, bacakları ardına kadar açılmış ve ırzlarına geçilmiş, boğazları kesilmiş... çocuklar ve dizi dizi genç adamlar bir duvara dizilip sırtlarından ve enselerinden kurşunlanarak idam edilmiş, infaza tabi kılınmışlar... Bebekler vardı, simsiyah olmuşlar, çünkü boğazlanmaları üzerinden yirmidört saatten fazla geçmişti ve onların küçük bedenleri artık çürümeye başlamıştı. Onlar da çöplüklere atılmış durumdalar ve Amerikan ordusunun bir kenara attığı tayın paketlerinin tenekelerinin, İsrail ordusunun tıbbi malzemesinin ve boş viski şişelerinin arasına atılmışlar...

Bundan sonra girişten elli metre kadar ötede bir ceset yığını vardı. 12’den fazla genç adam birbirlerine ölüm ihtilaçları içinde, kolları bacakları birbirlerine dolanmış, hepsi çok çok yakın mesafeden, yanaklarından vurulmuşlar ve kurşunlar bir kulağa kadar yırtıp, beyne girmiş durumdalar. Bazılarının çok belirgin, kan kırmızı ya da siyah lekeleri boğazlarının kenarında, bir tanesi hadım edilmiş, bütün cinsel organları bağırsakları ile beraber dışarı çıkarılmış, pantolonları yırtılıp dışarı çıkarıldıktan sonra, bağırsaklarının üstünde sinekler uçuşuyordu. Hepsinin gözlerinin açıktı, bu delikanlıların en genci 12 ya da 13 yaşında idi, blucin ve renkli gömlekler giymişlerdi. Tabii bu malzeme onlara artık saçma sapan bir şekilde dar geliyordu, çünkü ölüm şişmesine uğramışlardı. Soyulmamışlardı, bazılarının kollarında saatleri, hatta doğru saatleri gösteren saatler de vardı. 5 kadın ve birçok çocuk cesedi... Orta yaşlı kadınlar yığının üstünde yatıyorlar, kadınlardan bir tanesi sırtüstü yatıyor, elbisesi yırtılıp açılmış ve arkasından bir ölü kız çocuğunun başı görünüyor. Kızın kısa, kıvırcık saçları var, gözleri bize oracıkta bakıyordu, yüzünde de gülümsemeye benzer tuhaf bir bir ifade vardı. Bir başka çocuk yolun kenarına bir kırık bebek gibi atılmıştı, beyaz elbisesi hem çamur hem de tozlara bulanmış, 3 yaşından fazla olamazdı, başının arka tarafı bir kurşunla uçurulmuştu, beyni saçılmıştı... Kadınlardan bir tanesi küçücük bir bebeği kucağında sıkıca tutuyor, memesinin altından giren bir kurşun bebeği de aynı anda öldürmüş -- bir kurşunla iki kişi. Birisi de kadının midesini yarıp açmış ve önce yana, sonra da yukarı doğru belki de doğmamış çocuğunu öldürmek içindi. Yüzünde donmuş bir ölüm ifadesi...”

Böyle sayısız manzara anlatıyor, tabii kusa kusa devam ediyorlar, bir yandan da duydukları seslerden dehşet verici bir korkuya kapılıyorlar. AP muhabiri Foley diyor ki “Acaba filmleri alırlar mı elimizden, nasıl saklayacağız?” “Benim ise Norveçli radyocu Veith’le beraber asıl büyük korkum bizi ortadan kaldırmalarıydı, çünkü tek görgü tanıkları bizdik bu akıl almaz katliamın, savaş suçunun. Bir ara Jenkins ve Veith’in bir grup cesetin, cesetlerden oluşan bir seddin arkasından beni çağırdıklarını duydum ama onları gözden kaybetmiştim, sürekli olarak birbirimizi gözden kaçırıyorduk, çünkü tepeleme yığılmış cesetler vardı. Birden yüz metre kadar ötede duydum seslerini, çamurdan yüksekçe bir barikat vardı, kum ve topraktan yapılmıştı ve buldozerle daha yeni yapılmış bir barikat, belki 4-5 metre yüksekliğinde... Büyük bir zorlukla çıktım bir tarafına. Zemin yumuşaktı, ayaklarım çamura batıyordu, tam üstüne varınca düştüm ve düşerken de toprağın içinden kırmızı üçgen bir taşa tutunmak ihtiyacını duydum, fakat taş değildi, yapış yapıştı ve elime yapıştı, baktığım zaman birdenbire bir insan dirseği olduğunu gördüm. Elimde et ve kemikten yapılmış bir insan parçası olduğunu gördüm ve dehşet içinde onu elimden atıp et parçalarını üstümden silkmeye çalıştım. Fakat artık koku dayanılmaz bir haldeydi, bir yüz bana, bir kurşun ya da bıçakla ağzının yarısı yok edilmiş ve ağzı bir sinek yuvası halinde birisi bana bakıyordu. Bakmamaya çalıştım, birden Jenkins ile Veit’i gördüm, fakat onlara yardım için çağrıda bulunamadım, çünkü ağzımı açtığım anda kusacağımı ve artık bir daha da iflah olmayacağımı düşünüyordum. Atlayacak bir yer bulmaya çalıştım, üzerinde yürüdüm cesetlerin fakat toprak üstüme doğru yıkılmaya başladı, bütün toprak benim ağırlığım altında yıkıldı, üstüme geldi. Bir daha baktığım zaman çok hafif, incecik bir toprak örtüsünün altında sayısız organ ve yüz gözüme ilişti, büyük bir taş sandığım şey bir mide idi. Bir adamın kafasını, bir kadının çıplak memesini, bir çocuğun ayağını görebiliyordum. Cesetler ayağımın altında kıpır kıpır oluyordu” diye gidiyor hikâye...

Daha fazla anlatmaya gerek yok. Yalnız, mesela bir kadına rastlıyorlar sonra, inanılmaz bir şekilde bu katliamdan kurtulan birkaç kişi ile küçük çocuk “diğer cesetler nerede gömülü gelin size göstereyim” diyorlar. Başka kadınlar da, Haddad’ın adamları ve Falanjistlerin sorumlu olduğunu söylüyorlar ve herkes aslında birbirine
aynı hikâyeyi anlatıyor. Ana yol üzerinde başka cesetler var, “işte komşum Bay Nuri!” diye bağırıyor bir kadın. Doksan yaşında, hakikaten de ince beyaz, gri sakalı ve küçük yün takkesi başında olan adamı da görüyorlar. Böyle gidiyor manzaralar...

Bunlar bütünüyle İsrail askerlerinin gözleri önünde oluyor. Bundan sonra, önce İsrail’in yalanlamaları var, bu 36 saat sürüyor ve İsrail’in desteklediği Falanjist milisler, (Noam Chomsky’nin “Fateful Triangle: The United States, Israiel and the Palestinians” adlı kitabından okursak:) New York Times’dan Coleen Campbell yazıyor ki “Falanjist milisleri yaya ve ciplerle, zaten bombalanmış Sabra ve Şatila kamplarına sokuyorlar. Otomatik silah sesler işitiliyordu içeriden ve kadınların çılgınca haykırdıkları, oğullarının ve kocalarının Falanjistler tarafından götürüldüğünüı söylüyorlar. Askerler de bu sırada, dergiler okuyup Simon ve Garfunkel –belki de “Sound of Silence”-- dinliyorlar. Ha’aretz gazetesinden ve New York Times’dan da böyle yorumlar var. Mesela Thomas Friedman diyor ki “İsraillilerin neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri var mıydı bilemiyoruz ama, pek de seslerden, bağırışlardan ve başka şeylerden görmemeleri, duymamaları da pek mümkün görünmüyordu.” Friedman’ın tabii bunu bir ironik yazı olarak mı yazdığını yoksa ciddi olarak İsraillilerin bilip bilmediğini mi yazdığı belli değil,” diyor Chomsky.

Newsweek sorumlusu James Pringle daha sonra girmiş, ama Sabra kampına İsrail askerleri ve Haddad milisleri sokmamışlar onu. Pringle, Haddad’ın adamlarından birine sormuş “ne oluyor?”, “Boğazlıyoruz onları, ne olacak?” diye üçgen neşe ile cevap vermiş milis. Bu konuşmaya tanık olan da bir İsrail albayı kendi adını sadece Eli olarak vermiş: “Bu bölgeyi ‘temizleme’ operasyonunda bizim birliklerin işi yoktur” demiş. Bunlar da Newsweek’ten aktarılan yazılar. “Peki Haddad’ın adamları korkunç şeyler yapar diye korkmuyor musunuz?” demişler, İsrailli albay “inşallah böyle bir şey yapmazlar diye umuyoruz" demiş. Hem Şatila’daki kızılhaç yetkilileri, hem de Lübnan ordusu askerleri de aynı şeyler söylemişler ve demişler ki “İDF’nin (İsrail ordusu) orada olup bitenleri görmemesine imkan yoktu. Burunlarının dibinde.” Bu da Loren Jenkins’ın National Public Radio’da yaptığı bir programdan alınmış. Çünkü zaten daha Perşembe akşamı, olayların, asıl katliamın başlamasından birkaç saat sonra Filistinliler koşarak gitmişler ve bağıra çağıra “Falanjistler, çocukları da öldürüyorlar, askerler erkekleri de kamyonlara dolduruyorlar!” diye yardım istemişler. Bu radyo konuşmasından edinilen bilgiye göre, oradaki askeri komutan “merak etmeyin, merak edilecek bir şey yok” demiş. Fakat ABC televizyonunun haber ajansından alınan habere göre, 45 İsrailli subay Cuma akşamüzerine kadar katliamın olduğunu biliyorlarmış, bütün yorumlara bakılacak olursa pek çok kanıtı var ABC televizyonunun.

Bu arada ABD arabulucusu Habib’in özel temsilcisi Morris Draper da İsrail’e açık bir nota vermiş: “Derhal durdurun bu katliamı, bunlar artık müstehcen olmaya başladı. Benim bir Amerikan subayım var, cesetleri sayıyor, utanç duymalısınız, korkunç ve feci kokuşmuş bir durum var. Çocukları öldürüyorlar. Tam bir kontrol haline tutuyorsunuz ülkeyi, bu bölgeyi ve dolayısı ile sorumlusunuz” deniyor bu notada. Zaten bir akşam önce de eğer Falanjistlerin bu kamplara sokulması halinde feci şeyler olabileceği yolunda da Amerikalılar bir uyarıda bulunmuşlar. Oradaki sorumlu general Yaron’un sonradan verdiği tanıklığına göre, hakikaten ordu bir çabada bulunmuş kurtarmak için. Cumartesi günü saat 6’da –bu çok enteresan—“sarı saçlı” bazı insanlar görmüşler Falanjistlerin götürdüğü, bunlar yakındaki Gazze hastanesinden doktorlar ve hemşirelermiş. General Yaron oraya koşmuş ve “bırakın, derhal bırakın bunları!” demiş. Bu İsrail gazetesi Ha’aretz’den muhabir Alon’un yazdığı bir yazı. Yani “sarışın insanların” kurtarılması için İsrail müdahalede bulunmuş. Yaron’un bu sözleri Kahan komisyonu raporuna geçmiş durumda.

Bu Cumartesi oluyor ve ancak sarışınları götürdükleri zaman müdahale ediliyor. Biraz ırkçılık var. Fisk ve Norveçli arkadaşı son derece ilginç bir şey söylüyorlar: Kendilerini topladıktan ve ilk haberlerini bütün dünyaya geçtikten bir süre sonra dönüyorlar kampa Danimarkalı bir televizyon ekibi ile birlikte: İşte orada, yerlerde, Amerikan ABC televizyonunun, katliam başlamadan bir gün önce oraya girdiği, daha doğrusu kampları çevreleyen İsrail pozisyonlarında çektikleri filmlerin parçalarını buluyorlar. Yerlere atılmış onlar, kullanılmayacak haber diye. ABC tabii olayı da bilmiyor zaten, neler olabileceği hakkında da en ufak bir fikri yok. Fisk ve arkadaşları hepsini seyrediyorlar bu film parçalarının ve dehşet verici şeylerle karşılaşıyorlar: İsrail askerler ile konuşan bir sürü Falanj, hristiyan milis, üniformalı insanlar dolaşıyor ortalıkta ve bunlar İsraillilerle al takke ver külâh! Birden nefesleri tutuluyor ve “işte, katilleri gördük. Filmde görülüyor, tarihin ‘kaba kurgusu’nu yeniden yapıverdik, Danimarkalı televizyoncuların kahramanca çabaları ile” diye anlatıyor Fisk. Bir anda nefesleri tutuluyor çünkü cesedine bir gün önce rastladıkları Bay Nuri’yi görüyorlar filmde. Adam kampta, İsrail askerlerine ve Falanj milislerine bir şeyler söylüyor. Fakat bırakmıyorlar, konuşmalar çok iyi duyulmuyor ama “kampa dön, kampa dön” diye işaret ediyorlar. Dönüp onu da ölüme göndermiş oldukları ortaya çıkıyor yani!..

Bütün bu akıldışı ‘operasyon’un boyutları ne idi ve kayıplar ne idi? Noam Chomsky “başta pek çok yalan ve yanlış beyanı, kaçış beyanını atlayabiliriz,” diyor. Ondan sonra İsrail hükümeti’nin nihayet Falanjistleri kamplara yolladığını itiraf ettiğini, 100-150 milisi yollamış olduğunu söylüyor. Kahan komisyonu sonradan toplandı, İsrail yüksek mahkemesi i başkanı İzak Kahan’ın başkanlığında bir soruşturma yapı ldı ve oraya göre de 150 kişi gönderilmiş. Nihai, resmi hikaye, bütün uluslararası antlaşmalara, verilen özel sözlere aykırı olarak, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün orayı terk etmesinden sonra “geride bıraktığı 2000 teröristin ‘temizlenmesi‘ amacı ile gönderilmiş.”

İsrail’in ünlü Ha’aretz gazetesinde B. Michael şöyle bir yazı yazmış: “Bu kadar kahraman olabilirdi ancak Hıristiyan savaşçılar.” Washington Post’tan Edward Walsh’un yazdığına göre İsrail Başbakanı Menahem Begin soruşturma komisyonuna demiş ki “bir katliam beklemiyorduk, hiçbir sebep yoktu katliam beklemek için. Ayrıca, epey bir bilgi de sahibi idik, 2000 teröristin, Filistin gerillasının, orada silahlı olarak bulunduğuna dair.” Walsh da “kimse 100-150 falanjist böylesine böylesine büyük bir gücü nasıl yeneceğini düşündüklerini sormadı,” diyor. Time dergisinden Robert Suro da, saldırıdan birkaç gün önce Sabra ve Şatila kamplarına bir röportaj yapmaya gitmiş ve orada hiçbir askeri hazırlık bulmadığını açıklamış. Yani 2000 Filistinli teröristin, gerillanın bulunduğu hikâyesi tam bir hikâye ve yalan olarak ortaya çıkıyor. Başka pek çok soru da var fakat çok ilginç olan bir nokta da şu:

“Bunun özellikle ahmakça uydurulmuş bir yalan, saçmasapan bir şey olduğu ortaya çıkıyor,” diyor Noam Chomsky kitabında, “çünkü oraya gönderilen ve 2000 kişi ile çarpışan 150 Hıristiyan milis, Falanjist, kendi aralarından sadece iki kişinin öldüğünü söylüyor. Hatta, sonradan bakıldığında, farklı yerlerden de alınan bilgiler ışığında, belki o iki kişinin de ölmediği, sadece yaralandığı düşünülebilir... Ama her halukârda iki kişi ölmüş bile olsa 2000 teröriste 2 ölü verilmiş olduğu sonucu çıkıyor ki, bu pek inanılır gibi değil.”

O tarihte İsrail Savunma Bakanı olan Ariel Şaron, “ben ordunun istihbarat departmanından aldım bilgileri, 700-800 kişi öldü” diyor. Yani her ‘falanj savaşçısı’ için 375 terörist öldürülmüş oluyor. Bu, Kahan soruşturma komisyonunda da verilen rakam: İsrail istihbaratına dayanarak bulunan rakam. Lübnan resmi kaynaklarını hiç dikkate almamış Kahan komisyonu.

Lübnan kaynaklarına bakılırsa 762 ceset orada bulunmuş, 1200 kişinin cesedi ise özel olarak, akrabaları tarafından gömülmüş. Dolayısı ile toplam 2000 civarında insan öldürülmüş oluyor, eğer Lübnan kaynakları dikkate alınacak olursa. Chomsky, “Belki de bu 2000, İsrail’in ileri sürdüğü o terörist sayısına ulaşıyor” diyor. İsrail’in meşhur bir kavramı var İbranice’de ‘hasbara’ diyorlar böyle halkla ilişkiler ve duyuru ile propaganda karışımı bir kavramı varmış. İsrail’in ‘hasbara’sından çıktığına göre, “ölen 2000 kişi bu teröristlerdi” diyor.

Sabra ve Şatila katliamında ölenlere ilişkin gerçek sayı muhtemelen hiçbir zaman bulunamayacak. Açık olan şu ki, İsrail’in getirmiş olduğu milisler tarafından Filistin sivillerine karşı girişilmiş bir katliam bu. Tamamen belgelenmiş, sicilleri bilinen, daha önceki katliamlara ve olaylara karıştığı bilinen milisler İsrail tarafından getiriliyor, burası gerçek. Bu da tabii ciddi bir sorun yaratıyor: Filistinli sivillere karşı katilliği konusunda tarihi bilgiler bulunan insanların kullanılmış olması, İsrail komutanı general Amir Drori’nin komisyon önünde de açıkladığı gibi “ciddi bir sorun yaratıyor”.

İsrail baştan herhangi bir bilgisi olduğu konusunda yalanlama yapıyor, daha sonra bilgisi olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor, fakat bu sefer de “sorumluluğumuz yok” diyor ve daha sonra da Amerikan gazetelerine tam sayfa bir reklam veriyor, başlığı da “kan davası” ya da “kan hakareti” gibi bir şey. Geleneksel anti-semitik, anti-yahudi kışkırtmalar olduğunu belirtiyor bu olayda (her ne kadar Filistinliler de Sami ırkından oldukları için bu tuhaf bir suçlama ise de, her zaman işe yaradığı bilinen bir iddia.)

Chomsky “yalnız, İsrail ordusu Sabra’ya katliam olduktan çok sonra geldi; Şatila’ya ise hiç girmedi” diyor. Hatta İsrail ordusunun katliam başladıktan bir gün geçtikten sonra Hıristiyan milislerin görev değişikliği yapmalarına da izin verdiği ve oradaki İsrailli komutanın da “iyi iş yaptınız çocuklar” dediği de saptanmış. Menahem Begin de çok yerde çıkan demecine göre olayı şöyle değerlendirmiş: “Goyim goyimi öldürüyor ve hemen onlar Yahudileri asmaya geliyorlar” Yani Yahudi olmayan adamlar birbirlerini öldürüyorlar ve suçu Yahudilerin üzerine atıyorlar diyorsa da tam da öyle olduğu söylenemez doğrusu. Çok daha farklı bir tablonun çıktığı söylenebiliyor.

İsrailli gazeteci Uri Avnery’nin o dönemde yazdığı şeylerden bir tanesi çok önemli: “Asıl biz bütün gazeteciler bunları öldürdük, yalanları yazarak!” demiş. Çok ilginç bir olay da, İsrail’in ünlü romancısı, yazarı A.B. Yahoşua’dan geliyor: “Alman [Nazi] askerleri de “bilmiyorduk” diyorlardı bize ne yaptıklarını. Yahoşua’ya göre, Beyrut’taki mülteci kamplarında olan “bütün daha önce olanların mantıki ve kaçınılmaz sonucudur, ne söyleyebiliriz? Ben İsrail askerlerinin ordusuna mensup askerlerin kamplardan 100 metre ötede oturduklarını ve neler olup bittiğini bilmediklerini kabul etsem, buna inansam, bu, Almanların da Buchenwald ve Treblinka’da oturup orada neler olduğunu [gaz odalarını, Holocaust’u] bilmemelerini kabul etmemle eş anlama gelir,” diyor. “Biz de şimdi bilmek istemiyoruz, tıpkı Nazilerin bilmek istemediği gibi.” İbrani Üniversitesinden Profesor Yeşayahu Leibovitz (İbrani Ansiklopedisi’nin yazarı) de, “Katliamı biz yaptık,” diye yazmış. “Falanjistler bizim paralı askerlerimizdir, tıpkı Ukraynalılar, Hırvatlar ve Slovaklar da Hitler’in paralı askerleri olduğu gibi... Nasıl Hitler kendisine asker olarak hizmet etmek üzere onları örgütlemişse biz de aynı şekilde bu Falanjistleri örgütledik. Biz Lübnan’daki katilleri, Filistinlileri katletsinler diye örgütledik,” diye açık açık yazmış. Yani İsrail’den bir önemli yazar, bir önemli gazeteci, bir de önemli bilim adamı bunu ortaya bu şekilde koymuş durumdalar.

Şerif Erol: İsrail’de olayı soruşturan Kahan Komisyonu’nda, Şaron’un “kişisel sorumluluğu” olduğunu söylüyorlar.. 1983’te yapılan tek resmi soruşturma, bunun sonuçları yayınlanıyor ve Şaron mesul olarak görülüyor, çünkü büyük bir hata yapıldığı söyleniyor Şaron tarafından. Denetim yapmadı ve katliamı önlemedi. Diğer taraftan Menahem Begin’i de, Falanjistlerin kamplara girdiği konusunda bilgi sahibi olmamasını, “en azından şaşırtıcı” olarak niteliyor.

ÖM: Ama Menahem Begin için bir şey yapılmasını önermiyor.

ŞE: “Sorumluluk, gerekli tedbirleri almamış olduğu için, hem önlemek hem de tehlikelere bir anlamda çare bulabilmek için tedbir almadığı için kişisel sorumluluk Şaron’un üzerinde olmalıdır” deniyor. Ardından yapılan programlarda, BBC’nin bir programı var, bir de 94 yılında, bundan 8 sene evvel, Davar gazetesinde Emir Ören’in yazdığı bir yazı var, “Şaron ve Cemayel zaten karar vermişlerdi” diye yazmış. İsrail gizli servisleri ile beraber (Abraham Şalom başında), bütün teroristleri ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi, deniyor yazıda. Şunu da yazıyor Emir Ören: “Lübnanlı milisler de zaten doğrudan doğruya bu kumanda zinciri ile en sonunda İsrailli yetkililere bağlanan ajanlardı.”

Bir de BBC’nin 2001 haziranında yayınlanan programında, ABD arabulucu heyetinde Habib’in yardımcısı Moris Draper’la konuşmuşlar: Şaron’un “ne olacağını bilemiyorduk” iddiası hakkındaki soruya Draper “tamamen saçma sapan bir lâf bu!” demiş. “Çünkü ben Telaviv’de Savunma Bakanlığı’nda Şaron ve genelkurmay başkanı Arnos Yaron ile beraber bir toplantı hatırlıyorum, bu toplantı yapıldığı zaman İsrailliler hali hazırda batı Beyrut’a girmiş bulunuyorlar.” diyor Draper. Yaron demiş ki “İsrail askerlerinin batı Beyrut’a girmesi iyi bir karardır, çünkü Lübnün Cumhurbaşkanı Cemayel öldürüldükten sonra Falanjistler gidecekler ve bütün hırslarını Filistinliler’den alacaklar. Dolayısı ile bizim ordunun orada olması iyidir”. Draper de şöyle diyor: “Şaron bunu söylediği zaman, salonda bulunan 20 kişi buz kesti. Çok dramatik bir andı, çünkü ABD İsrail’in falanjistlerin oraya girmesi önerisini zaten reddetmişti baştan." Savunma Bakanı “Falanjistler orada Filistinliler’e bir şey yapmasın diye İsrail ordusu girdi,” diye anlatıyor, fakat Falanjistlerin girmesi baştan reddedilmiş zaten. Dolayısı ile, diyor ABD’li arabulucu, hiçbir kuşku yoktur ki Şaron sorumludur ve başka İsrailliler de sorumludur.

Pierre Péan Le Monde Diplomatique’teki yazısında şunu da söylüyor: “BBC İsrailli askerlerin sorumluluğunu sorduğu kadar, her nedense Amerikalı, Fransız ve İtalyan askerlerinin sorumluluğunu sormayı aklına getirememiş. Ama olsun, onun da sorulması iyidir.” Tekrar dönecek olursak, bu komisyonun kararı, Şaron’da şahsi sorumluluğun büyük olduğu sonucuna varılıyor genel olarak.

ÖM: İsrail Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan için Kahan Komisyonu, “zaten yapılacak fazla bir şey yoktu, kendisi zaten emekliye ayrılıyordu, onun için ekstra bir uyarı ya da ceza verilmesine gerek yoktur” sonucuna varıyor. Ama Şaron’un daha fazla görev almaması gerektiği konusunda da önemli bir tavsiyesi var değil mi?

ŞE: Evet, kamu hizmetine bir daha gelmemesi.

ÖM: Çünkü kişisel sorumluluğu var. E, bir daha da gelmedi zaten Şaron değil mi kamu hizmetine?

ŞE: En son bu başbakanlığa gelişinden önce bir daha olmadı galiba...

ÖM: Ben de hatırlamıyorum...

ŞE: Herhalde bu karar da mürur-u zamana uğradı ki serbest seçimlerle başbakanlığa geldi. Böyle düşünmek lazım, başka türlü işin içinden çıkılamıyor.

ÖM: Birkaç şey daha var, İnsan Hakları ve Sivil Haklar Birliği’nin başkanı Dr. İsrail Şahak, 1982’nin sonuna kadar İsrail’in elindeki toplam mahpus sayısının 20 bin civarında olduğunu ve bunların ¾’ünün Lübnanlı olduğunu, 4500 Filistinli’nin de Lübnan’da Ansar diye bir kampa tıkılmış olduğunu saptamış. Yedi de ayrı kadın var, İsrail’deki Neve tirza hapishanesinde. Lübnanlılar dağıtılmışlar Lübnan’a, hepsi feci şartlar altındaymış. İsrail’de bu katliamdan birkaç ay sonra binlerce mahpus bulunduğundan bahsediliyor Bu konuda hazırlanmış Viorst raporunda hepsinin son derece ağır şartlarda, işkence ve dayak gibi muameleler gördükleri belirtiliyor...

Bir de genel durumdan bahsedelim. Lübnan’daki savaştan bahsedilirken Fisk de yazıyor ki: “2. Dünya savaşı ile ölçek olarak tartışılmazdı, 1988’e gelindiğinde 13 yıllık savaşta 100 bin civarında kişi ölmüştü Lübnan’da. Bu, tabii bir tek Hiroşima’ya 1945’te o meş’um günde atılan bombadan sonra ortaya çıkan 138.690 sivil kurbanla kıyaslanamayacak kadar azdılar. Lübnanlıların ölü sayısı Hamburg’da 1943’te müttefiklerin gerçekleştirdiği bombardımanlarda ölenlerin sayısının sadece iki katıydı. ABD ve Batı epey sivil zayiat verdirmiştir “düşman” topraklarındaki sivillere ve bu pek yazılmaz Batı basınında. İspanya iç savaşı ki, 36’dan 39’a kadar sürdü ve Lübnan Savaşında ölenlerin 5 katı adam öldü orada. Sovyetler Birliği’nde 7 milyon sivil öldü 1941-45 arasında. Tabii Kamboçya’da Khmer rouge’un (Kızıl Kmerler) 3 milyona yakın insan öldürdüğü tahmin ediliyor, çoğu sivil. Cezayir yetkilileri de Fransa’ya karşı 1954-62 arasındaki bağımsızlık savaşında 1 milyon kişi kaybettiklerini söylüyorlar...

"Yalnız bireysel katliam olarak Sabra ve Şatila’daki katliam 2. dünya savaşındaki benzer çok korkunç şeylerle kıyaslanabilecek durumdadır” diyor Robert Fisk. Sabra ve Şatila’da bulunan cesetler ve kaybolan Filistinli ve Lübnanlı sivillerin sayısı tam hesaplanamıyor. Falanjist subayların olayın hemen arkasından verdikleri ifadelere göre, Beyrut’taki kamplarda 16-18 Eylül 1982 tarihleri arasında 36 saatte öldürülenlerin sayısı binin iyice üzerinde, muhtemelen 2000’e yakın. İsrail’in en düşük tahmini bile 460 ki, o da zaten Nazilerin Çek kasabası Lidiçe’de 1942’de öldürdükleri Yahudi sayısından sadece 9 daha azdı...

Şimdi tabii bütün bu olayların ardından, Sabra ve Şatila katliamı ile ilgili yazıları, kitapları ve belgeleri gözden geçirdikten sonra, bundan dört ay önce Cenin kamplarında yaşanan olaylara bakıyoruz: İsrail’in uluslararası basını, medyayı hiçbir şekilde içeri sokmamasının anlamını daha iyi kavramanın mümkün olabileceği bir noktaya geliyoruz.. Çünkü hemen hemen bütün gazetecilerin yazdığı gibi, Sabra ve Şatila katliamındaki en temel “hata”, uluslararası medyanın, radyocuların, televizyoncuların ve gazetecilerin hemen, birkaç saat, birkaç gün sonra da olsa, oradan haber geçmiş olmalarıydı. Perşembe günü başlayan katliamda Cumartesi günü de olsa, olay yerine intikal etmiş ve her şeyi belgelemiş olmalarından dolayı dünya kamuoyu olaylardan haberdar olmuştu. Oysa Cenin’de ne olduğunu, kaç kişinin, nasıl katledildiğini muhtemelen hiç öğrenemeyeceğiz. Çünkü değil yalnız uluslararası basın, Kızılhaç ve diğer yardım örgütlerinin, hatta Birleşmiş Milletler’in dahi oraya girmesine izin verilmediği için, Cenin için İsrail’in verdiği sayı ile yetinmek zorundayız. Kahan komisyonu gibi bir komisyonun ise orası için hiç kurulmadığını, kurulmayacağını da biliyoruz bu sefer. Onun için, Cenin’de olup bitenleri tam olarak öğrenmekten vazgeçip bir bardak soğuk su ile yetinmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Sabra ve Şatila konusunda intikam duygularının yürekleri yaktığına dair çok sayıda tanıklıklar yirmi yıl sonra Le Monde Diplomatique’de, BBC’de, Guardian’da vb. yapılan röportajlarda ortaya çıkıyor: Sakin ama çok da öfkeli ve intikamcı duygular var. Bu iş tehlikeli diye de düşünüyor insan, böyle kötü şeyler yapılmamalı değil mi?

ŞE: Ailesinden 17 kişiyi kaybetmiş Ümmü Şevki adında bir kadın “çocuklarımla ilgili olarak, onlar veya ben herhangi bir örgüte üye değilim; ama, ne zaman sonuç alacağımdan emin olursam, bir örgüte katılırım” diyor. Hamas bayrağı evinde asılı ama “Hamas üyesi değilim” diyor. “Çocuklarımın öyle herşey için kendilerini feda etmelerini de istemiyorum ama, ne zaman intikamın alınacağı kesinleşirse o zaman onları teşvik edeceğim ve onların yanında olacağım” diyor.

ÖM: Son olarak Noam Chomsky’e bir gönderme yaparak bitirelim; Kahan Komisyonu raporu yalanlar, eksiklerle malûl ve resmi görevlileri, resmi İsrail doktrinini koruduğunun işaretleri ile dolu... “Ama,” diyor Chomsky, “her şeye rağmen İsrail’in bu komisyonu kurdurup en azından Şaron’un kişisel sorumluluğunu ortaya çıkarması da önemli ve iyi bir şey. Bunu da takdir etmek gerekir... Çünkü, unutmayın ki ABD’nin Vietnam savaşında 8 yıl boyunca o korkunç napalmler ve agent orange’lar, vs. 1 milyondan fazla Vietnamlı öldü, ülkeleri talan oldu, bir tek My Lai katliamı ki, çok küçük bir olaydı, ABD’de bir tek onunla ilgili bir soruşturma yapıldı. Bunun da unutulmaması gerekir ve İsrail’in de hakkını bu anlamda vermek gerekir,” diyor.

Sonuç olarak, iyi bir dünyada yaşamadığımız söylenebilir. Gene Chomsky’nin söylediği gibi “çatılara çıkıp avaz avaz haykırmaktan” da başka çare yok, tarihin gerçeklerinin silinmemesi için. ‘Delete’ düğmesine basılmasını engellemeliyiz. ‘Sil’ düğmesine fazla basıldığı zaman, yalnız klavyeyi değil hard diski de bozma ihtimali de ortaya çıkabiliyor çünkü. Sabra ve Şatila’nın 20. yıldönümünde söyleyebileceklerimiz şimdilik bu kadar...

(17 Eylül 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)

20. Yıldönümünde Sabra ve Şatila Katliamı (1. bölüm)

Sabra ve Şatila - Katliamın fotoğrafları