Eşber Güvenç: Evin Sanat Galeri’sinde 2 Mayıs’a kadar sürecek sergisi ile birlikte Temür Köran’la birlikteyiz. Sergisi ile birlikte dedim ama, genellikle sergilere bir isim konulur, öyle bir durum yok galiba. Temür Köran:
EG: Her hangi bir kaygın olmuyor mu?TK: Var tabii; o bana göre. Olmaz mı?
EG: Merak ediyorum: Bir şey çalışıyorsunuz, aylar, bazen yıllarca üzerinde, rengiydi, çizgisiydi, görüntüsüydü, açısıydı; bir çok şeye bakarak... Ve sonra ortaya çıkartılan şey, o bütün iç dünyası, hayal dünyası, düşünsel dünya ve bir resim ama hiçbir isim de yok.
TK: Daha önceki sergilerimde bir kavram vardı, bir konsept oluştururdum ve onunla ilgili işler üretirdim, resimler yapardım. Bu son sergide böyle bir şey yok, nedense konu arkasından geldi, belki resmin kendi plastik dili ön plana çıktı, problemler farklı bir yere gitti olabilir. Daha soyut bir söylem var orada, o yüzden konsept tabii ki arkasından gelmek zorunda kaldı. Çünkü sonuçta figüratif bir sanatçıyım ben, daha önceki sergilerin bir konsepti var ama, yine adı yoktu. Neydi onlar, bir imge oluşturuyordum, bir imgem vardı, onu resmin başat elemanı olarak her resmin, her işimde kullanıyordum. Ama onun da adı yoktu. Örneğin “96 Ekol” sergisinde oluşturduğum bir model vardı: Üç boyutlu, gündelik atık malzemelerden; bu bir primitiv insan figürüydü, modeliydi ve onu üç boyutlu olarak resme taşıdım, model olarak kullandım. Biz buna aslında ley motif diyoruz. Bu modelin bir adı var mıydı? Hayır bu sadece bir konsept olarak o serginin baş aktörüydü, baş figürüydü. Buna benzer bir sonraki Evin’deki sergimde boynuzlar vardı, boynuzlar biliyorsunuz halkın gündelik hayatı içinde başka anlamlara geliyor ama, tabii ki kesinlikle öyle değil, çünkü Asya toplumlarında aslında boynuzun gücü temsil ettiğini biliriz, yani öyle geçer. Zaten işlerimdeki maksat oydu. Ama o sonuçta bir imgeydi, belki grafik bir form olarak geçiyordu fakat hiçbir zaman ben onlara ‘boynuzlu adamlar’, ‘boynuzlu resimler’ demedim. Nedense böyle bir paranoyam var. Neredeyse, korkuyorum resme isim koymaktan. Belki biraz sonra kitaptan da bahsedeceğiz, bu kitabın metin aşamasında, şöyle bir sorun çıktı, “Biz bunlara bir isim koymak istiyoruz, çünkü neden bahsettiğimizi söylemek istiyoruz, müsaade edersen isim babalığını biz yapalım” dediler. Orada ben açık kapı bıraktım, “Tabii ki yapabilirsiniz” dedim, ama benim koyduğum isimler değil onlar.
EG: Biraz önce sen dedin, ‘boynuzlu resimler, adamlar’ denilecek mi denmeyecek mi? Sonuçta sen koymasan bile, eleştirmenler ya da izleyenler ya da tercih edip alanlar, onu kendine mal edenler evinde ya da başka bir yerde saklamak isteyenler, koleksiyonunu yapmak isteyenler mutlaka bir isimle anacaklardır. “Temür Köran 2973” gibi bir isim olabilir mi? Mümkün değil mi, onları nasıl ayıracaksınız? Peki biraz önce sen de sözünü açmışken, güzel bir kitap var, Evin Sanat Galerisi Temür Köran sergisi ile birlikte, sanıyorum senin birçok farklı çalışmanı da
içine alıyor? Sergide olan, olmayan ve sana dair sözler, eleştiriler bulunan çok güzel hazırlanmış bir kitap.
TK: Onun tasarımını Mustafa Özhan yaptı. Kitap geçen yıl Evin Sanat Galerisi’nden çıktı. İnşallah arkası gelecektir bunların. Benim kitabım son 15 yılı içeriyor. Akademiden sonra, öğrencilik yıllarımdan sonraki çalışmaları içeriyor. Öğrencilik yıllarıma, o kadar çok eskiye gitmek istemedik, biraz da kafa karıştırıyor, çünkü onlar daha çok araştırmaya yönelik işlerdi. İyi örnekler vardı, belki referans olarak konabilirdi ama yine de bunu çok daha ileride geniş kapsamlı bir kitap projesi olduğunda onları koyalım dedik. Yine çok önemli, çünkü son 6-7 sergiyi içeren bir kitap bu. Farklı 3-4 tane periyot var orada, boynuzlar dönemi, arkasından ‘sinek sarayları’ var; onlar çok önemli, daha sonra son 5 yıl içerisinde Evin Sanat Galerisi’ndeki çalışmalarım.
EG: Bütün sanat hayatınıza baktığımızda, mutlaka herkesin nasıl bir gelişim çizgisi varsa, sizin de var. Geldiğiniz, başladığınız bir nokta... En çok da başladığınız nokta; ne zamanlar bu çizimler başladı, nedir hikayeniz?
TK: Çok klasik bir soru aslında bu, herkesin de klasik bir cevabı vardır, “Ben çocukken başladım” denir?
EG: Ama herkesinki farklıdır, güzeldir, öyle olması ayrıca başkadır.
TK: Tabii ben hep resim yapıyordum, çok ilginçtir ben başından ressam olmaya karar verdim. “Ben resim yapacağım” diyordum. Benim başka bir beklentim, başka bir isteğim hiçbir zaman olmadı.
EG: Ne zaman? TK: İlk yazı ile tanışmam, yani çok erken bir yaşta oldu bu. Hatta sünnet düğünümde bana gelen ilk hediye suluboya takımıdır, bunlar beni bir şekilde körükleyen, unutamadığım hediyeler. EG: Sadece bir resin aracının gelmesi mi, bu kadar küçük bir yaşta araştırmaya itti? Neler vardı çevrede etkileyecek? Var mıydı bir ressam ağabey, abla ya da kitaplar? TK: Yok hayır, ama şöyle bir şey hatırlıyorum: İlkokul birinci sınıfta ve ilk gün karakalem, kağıdı çevirerek
çizen bir arkadaşım vardı, ben hayretler içinde kalmıştım; bu nedir, nasıl bir şey bu böyle? Kömürün o beyaz kağıdın üzerindeki lezzeti çok hoşuma gitmişti.
EG: Bunları şu anda hatırlıyorsunuz?
TK: Bunları çok iyi hatırlıyorum, çok ilginç. Ben sadece ne çizdiğini hatırlamıyorum, ama lezzet hoşuma gitmişti. Bugün bile, ancak bir soyut sanatçıyı kıskandırabilecek bir hissetme, bunu fark etme duygusu... O gün buna karar vermedim tabii ressam olacağım diye, ama resim derslerini iple çekiyordum. Çünkü benim için önemli olan oydu. Sonra hep bir akademi saplantısı oldu ondan sonraki yıllarda.
EG: Ne zaman fark ettiniz akademi gibi bir yerin olduğunu?
TK: Onu çok geç, lise çağlarında fark ettim. Bir de enteresan bir şey; yeter ki adınız çıksın, okulda benim resmim çok iyi diye, herkes resim ödevlerini bana yaptırırdı.
EG: Gelişiyor değil mi?
TK: Tabii, sağ olsunlar, bütün herkesin resmini yapınca, sizin resminiz tabii ister istemez gelişiyor. Bugün de aynı şey var, resim dersleri veriyorum, bir takım sevgili hanımlara, onların da problemlerini, kaygılarını hep beraber yaşıyoruz. Onlarla iç içe olunca onların sorumluluklarını siz üstleniyorsunuz ve bazı şeylerin üstesinden de beraber gelmek bana yeniden, daha doğrusu beni öğrenci konumuna, tekrar öğrenmek konumuna sokuyor ki, bu hakikaten çok güzel bir şey, bir insanın kendisini aşması için.
EG: Sanıyorum bu öğrenme ve öğretmenin bir çembere geçmiş hali var, yani sonuçta hem seni geliştiriyor, yapan, öğreten kişiyi geliştiriyor, bir şey katıyor hem de karşısındakine katıyor, çoğalıyor birşeyler. Peki bu senin çalışmalarına nasıl yansıyor? Daha farklı, resme bambaşka bir düşünce ile yaklaşan kişilerle birlikte olduğunda?
TK: Bir kere yansıyor gerçekten, yansımıyor desem yalan olur, bir kere onlar farkında olmadan bir takım sorular açıyorlar, bir takım yerlere dokunuyorlar. Onlar bunu öğrenme adına yapıyorlar ama kendileri başka bir şey yapıyor. Çünkü kontrol olmadığı için ve amatör sürüş sürüyor, ama o sizde başka bir serüvene, başka bir kapıya yol açıyor. Benim burada onları ajite ettiğim bir model yok, ama onların yaşadıkları, ben sadece onlara resmin plastik dili içerisinde özgürce bir alan sunuyorum. Onlar bunu kendi dünyalarını oluştururken, onları anlamak ve
onların sorumluluklarının üstesinden gelmek ister istemez beni de onlarla birlikte aynı öğrenci konumuna sokuyor. Oradan aldığım bir tüyo benim dersten sonra atölyeme döndükten sonra kendi işlerim üzerinde farkında olmadan ister istemez etkilerini görüyorum.
EG: Kopya çekiyorsunuz?
TK: Bir bakıma öyle oluyor, bir bakıma onların enerjisini mi çalıyorum, besleniyor muyum, adını ne koyarsak koyalım ama bana iyi geliyor.
EG: Belki kafasında oluşan küçücük bir renk, ipucu olarak sizde bambaşka bir şeye dönüşüyor.
TK: Öğretirken öğrenmek çok keyifli bir şey.
EG: İlk akademi yıllarından bakarsak bu yana, çok fazla bir zaman yok, ama az bir zaman da yok, neredeyse 15 sene olmuştur.
TK: 1986 mezunuyum, sanata yeterliliğim var, 90...
EG: Bu arada hep çalışıyorsun?
TK: Tabii
EG: O ilk çıkışı düşünün, ilk çizgi bulma ya da bir yol, yöntem bulma çalışmalarında, bugün geldiğiniz nokta arasında nasıl geçişler var ya da var mı?
TK: Tabii var, akademide hakikaten akademik bir eğitimden geçiyorsunuz, yani erken Rönesans’tan bugüne kadar olan bütün sanat akımlarını, büyük ustaların yapıtları ile tanışıyorsunuz, onları kopya ediyorsunuz, resmin plastik dilini öğreniyorsunuz, resmin geçirdiği evrelerle tanışıyorsunuz. Benimki çok sıkıydı, akademide laboratuvar mantığıyla atölye kullanma, belki Adnan Çöker’de biraz vardı ama yapısalcı bir atölyeydi o. Devrim Erbil’le bizde o kadar çok kuralcı bir atölye değildi. Soyut yapan birinin yanında hemen bir başkası figüratif resim yapabiliyordu. Böyle özgür bir tarafı vardı. Okulun şöyle bir faydası var, bir kere size Boğaz’da bir atölye sunuyor ve siz üniversite okuyorum diyorsunuz orada, bir model var karşınızda ve sizinle beraber resim üreten 30 tane insan var. Bu çok büyük bir avantaj, bir insan başka ne ister ki; bu işi istiyorsanız? Bu çok önemli. Başınızda yetkin, profesyonel hocalarınız var, ama şöyle bir durum da var tabii: Bir takım dayatmaları vardır, kurallar vardır, aslında yaratıcılık biraz burada ister istemez geri planda kalıyor. Okul bitince, bunları unutmak görevi başlıyor bu sefer, yani siz bunlardan nasıl kurtulursunuz da resim yaparsınız? Çünkü bizler orada iken, çizdiğiniz her çizginin hesabını vermek gibi bir sorumluluk taşıyorduk ki, bu biraz ağırdı.
EG: Şimdi de öyle değil mi?
TK: Kendimi daha özgür hissediyorum, daha rahat ve daha güvenli, daha güven geldi galiba.
EG: Belki orada birebir bir cevap bekleniyor, orada kesin bekleniyor o cevap ama şimdi daha belki uzun vadede böyle bir tarihe yayılacak ve geleceği de etkileyecek bir durum söz konusu.
TK: Ne güzel söylüyorsunuz, umarım öyle olur ama bu işler çok iddialı şeyler, teşekkür ederim.
EG: Evin Sanat Galerisi’nde bugünlerde izlemekte olduğumuz serginize gelelim. Burada şimdiye kadar yaptıklarınızdan farklı olan nedir?
Temür KöranTK: Farklı olan... Kaygılar devam ediyor, daha önce yaptığım sergilerden süregelen figür tekrarları devam ediyor. Biraz önce bahsettiğimiz bir imge vardı, ama bu sefer yok galiba. Resimleri yavaş yavaş ortaya çıkınca bir baktım, figür olarak seçtiğim elemanın kadın olduğunu, yani kadına yoğunlaştığımı fark ettim. Tabii yanlış anlaşılmasın, çünkü ben burada kadının toplumsal durumunu ya da sosyal konumunu, onlardan bahsetmek istemiyorum, daha çok estetik bir obje olarak, zaten başından beri hep böyle sanat tarihinde kadın, estetik bir figür olarak karşımıza çıkmış. Bunun planını da yapmamıştım açıkçası ama resim bir duygu işidir, siz ne kadar samimi olursanız kendinizi dinlediğiniz zaman, onlar ister istemez yüzeye çıkmaya başlıyor. Ben biraz teknikten bahsetmek istiyorum, ressamlar teknikten
bahsetmeyi çok severler. Tuvale astarı atarken, alan sorununu daha çok renkli geometrik düzlemlerle çözmeye başladım, bu yeni numaram. Her seferinde bir yöntem geliştiriyorsunuz, ama aslında bu yöntemlere de fazla sıkı sıkıya bağlı kalmamak lazım, çünkü onlar bir alışkanlık yapıyor ve o alışkanlık da ister istemez sizin yaratıcı mekanizmanızı köreltiyor. “Ha, ben bu yöntemi... Buradan giderim, resim yaparım” çok kötü bir şey. Her seferinde sizin bir şeyleri keşfetmeniz gerekiyor, daha ileriye dönük araştırmalarınızı devam ettirmeniz için.
Malzeme başlı başına bir olay, özellikle günümüzde çok büyük imkanlar var, beslendiğiniz farklı disiplinler var ve sürekli girdi olması lazım ki, sizin de bir sözünüz olsun, sergi açıyorsanız bir tavrınız olsun, iddianız olsun. Bunlar çok önemli şeyler. Bu renkli geometrik düz alanları, alan sorununu soyut bir mantıkla geometrik olarak böldükten sonra, üstüne seçtiğim diğer elemanları, figür olabilir, farklı objeler olabilir, onları resmin üzerinde kompoze ediyorum, yerleştiriyorum. Yalnız benim, okuldan gelen bir alışkanlık herhalde, akademik kurallara biraz bağlıyım bütün bunları yaparken. Siz ne kadar avangard olursanız olun, ne kadar başkaldırırsanız kaldırın, bir takım klasik kuralları çaktırmadan kullanıyorsunuz alttan alttan.
Rönesans mantığında olduğu gibi, her birimi kendi içerisinde halletmeye çalışıyorum ben. O obje, o detay mutlaka kendi planı, kendi formu içerisinde halloluyor ve onun izleyici ile olan birlikteliğini, söz konusu olan o objenin kendi iç dünyası ile bütünleştirmeye çalışıyorum. Buradaki eleman diğer resimdeki objelerle bir bütünlük, ortak bir mekan ya da ruh hali içinde mi? Bence değil, çünkü çok yabancı kalıyorlar birbirlerine. Semantik değil, daha çok sentaks galiba. Bunları da yaparken o yabancılaştırma hikayesini bir şekilde farklı iklimlerden, farklı coğrafyalardan gelmiş gibi düşünüp ve onların anlamlarını da, birbirlerine karşı olan uyuşmazlığını da katarak -bu biraz karmaşık oldu ama- anlam perspektifini, katmanlar perspektifini kurmaya çalışıyorum. Aslında, bir resmi anlatmak çok zordur, ama yaparken problemler bunlar, kaygılar bunlar.
EG: Sergiyi gezerken, tabii siz de bunları anlatırken resimleri bambaşka bir ışığın altında görüyorum. Orada bir bütünlük alınıyor, bu seçtiğiniz tekniği uygulamanızdan mı ileri geliyor?
TK: Aslında bir nesneye ait olan unsurları, nesneden ayrı düşünmek, yani farklı anlamlar katarak onu çağrışım zenginliğini arttırmak istiyorum bir bakıma. Bana göre bir yapıt, kişiler tarafından ne kadar çoğaltılabiliyorsa, ne kadar düşünce üretebiliyorsa, insanların hayal gücünü çalıştırabiliyorsa, bence o başarılı bir iştir. Bu bir ölçü aslında, bu benim kurduğum bir ölçü, tahmin ettiğim bir şey. Bunu yaparken de ister istemez araçlarımı serbest bırakıyorum ve resmin terminolojisini arttırmak için sürekli farklı davranış biçimleri geliştiriyorum. Mesela teni pudra ten istiyorum, yedirerek çalışıyorum; başka bir elemanı çalışırken çok agresif olabiliyorum. Ya da başka bir yerde sürekli başka Temür’ler olarak resme müdahale ediyorum. Bu biraz şizofrenik bir şey ama, resmin perspektifini kalınlaştırıyor; yani dinamik bir yapı, zenginleşiyor resim.
EG: Bu arada dış etkenler ne oluyor? Bir taraftan da hayatı yaşıyorsunuz. Mesela bir resme başladınız, bitiriyorsunuz ve yine farklı bir şey çalışıyorsunuz veya o yaptığınız ikili figürlerde, ikinci figürü yaşarken hayatınızda bir şey oluyor. Bir otobüsün altından az kalsın... zor kurtuluyorsunuz gibi, ikinci resme de onunla başlamak zorunda kalıyorsunuz.
TK: Bu kadar etkileyen bir şey olmadı ama, birebir direk olmadı, ama tabii ki, aslında beni etkileyen, resim yapmaya iten resim olmuştur, bir başka resim olmuştur, bir parça olmuştur, okuduğum bir yazı olmuştur, izlediğim bir film olmuştur. Yani doğadan “Ah ne güzel ağaç, şu bulutların hareketine bak ne güzel”, hiç ben resim yapma ihtiyacı duymadım. “O buluttur“ diyorum ve onu bulut olarak seyrediyorum. O şu anda bir gökyüzü o, her şeye de resim diye bakamazsınız. Resmin sorunları bende daha çok atölyede, atölyeden çıktıktan sonra ressam kimliğimi, eldivenlerimi ve fırçamı bıraktıktan sonra bitiyor.
EG: Tam tersini soruyorum: Peki Temür kimliğiniz, yani ressam olmayan sokakta dolaşan herhangi bir Temür kimliğiniz atölyeye girdiğinde ne oluyor?
TK: Atölyeye girdiğimde bir önceki resmimin galiba problemleri devam ediyor. Aslında bu kadar katı değilimdir, ama dışarıdan bir etki de beni bu kadar birden bire değiştirebileceğini, kökten değiştirebileceğini zannetmiyorum. Bu iş o kadar da kolay değil.
EG: Karar verdiğinizde çoktan başlamış olduğunuz şey devam ediyor.
TK: Ama o sürerse, devam etmeye başlarsa o etkiler, yani bombardıman halinde böyle habire gelirse belki notlar almaya başlar, o konuda yoğunlaşırım. Önce konsantre olmanız lazım, inanmanız lazım ve onu kanıksamakla içinde olmanız lazım ki, dışa vurasınız. Yerleşmeden çıkarmak çok zor.
EG: Sanıyorum çalışmalar devam ediyor, bir sergi ile bir ressam herhalde hiçbir şekilde nefes almaz ya da herhangi bir sanatçı bir eser çıkardı diye?
TK: Kesinlikle.
EG: Ne tarafa doğru gidiyor?
TK: Şu an bir Harem sergisi var, 4 metrelik bir çalışmaydı, onu bitirdim. Ama sanıyorum, bu son sergideki, demin bahsettiğim o renk, rengin ışığı ve geniş yüzeyler herhalde devam edecek.
(17 Nisan 2002’de Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)