Paketteki 'geçici 15. Madde'ye neden sevinemedim

-
Aa
+
a
a
a

2 Nisan 2010Taraf Gazetesi

1982 Anayasası’nın 12 Eylül darbecilerini “yargılanamaz” kılan ünlü ve “geçici” 15. maddesi üzerine yürütülen tartışmalar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) hazırladığı anayasa değişiklik paketi nedeniyle bir kez daha alevlendi; eğer paket sağ ve salim olarak referanduma gider de kabul edilirse, darbeciler yargılanabilecek.

Haberi ilk duyduğumda “işte samimiyetsiz bir girişim daha” dedim içimden, “tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) benzer girişimleri gibi...”

12 Eylül’ün fizikî zulmü sönümlenmeye başladıktan, dolayısıyla içinde “yargılama”, “hesap sorma” gibi kelimelerin yer aldığı cümlelerin duyulabilir hale gelmesinden beri –kabaca 25 yıldır- yürütülen bu tartışma, sahici bir tartışma gibi gelmiyor bana. Bir tartışmayı sahici ve canlı kılan şey, sürecin sonunda ulaşılmak istenen yere ulaşılabileceğine dair beslenen umuttur. Ulaşılmak istenen yer toplumsal ve siyasi bir yerse, hakiki bir umut beslemek de yetmez; o umudu kuvveden fiile çıkartacak toplumsal ve siyasi aktörler yoksa, umut yavaş yavaş törpülenir ve onun çevresinde sahici ve canlı bir tartışma örme imkânı kalmaz.

Kendilerinin gücü hesap sormaya yetmediği için, 12 Eylül zulmünün doğrudan mağdurlarının hesap sorma talebi, hep hüzünlü olageldi. Çünkü ne reel gücü elinde bulunduran siyasi kadrolar (solda ya da sağda, hiç fark etmez) bu hesabı kesmeye samimiyetle inanıyorlar, ne de toplumda bu yönde açık, coşkulu bir destek var.

Geçici 15. Madde “ağır” bir maddedir

Önce “15. Madde kaldırılsın”cı büyük siyasi aktörlere bakalım...

CHP’nin, Türkiye’nin yakın geçmişindeki darbe girişimleriyle hesaplaşma iradesi göstermeye başladığı şu son bir yılda, “onu bırak şuna bak”çı, “yapılmışıyla uğraş, yapılamamışıyla değil”ci halini samimi bulmak mümkün mü?

Keza bugüne kadar bu yönde hiçbir irade göstermemiş, hatta parti örgütünden gelen “12 Eylül’e ve Kenan Evren’e selam” mesajlarından hiçbir rahatsızlık duymamış AK Parti’nin birdenbire 15. Madde’yi pakete sokmasını samimi bulmak mümkün mü?

Anayasa paketini ben de “eksikliklerine rağmen demokrasi doğrultusunda atılmış bir adım” olarak görüyor ve destekliyorum tabii... AK Parti’nin ordunun ve yargının vesayetçi gücünü kırma yönündeki çabalarını da keza meşru buluyorum...

Fakat 15. Madde keşke o pakette olmasaydı diyorum. Çünkü bu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısını değiştirmek gibi, askerlerin adlî yargıda yargılanmasının yolunu açmak gibi “teknik” bir konu değil. Prof. Turgut Tarhanlı’nın Milliyet’ten (29 mart) Devrim Sevimay’la konuşurken gayet güzel ifade ettiği gibi bir “ağırlığı” var. Ölümlerin, işkencelerin hesabını sormaya soyunmak bir hazırlığı ve ciddiyeti gerektirir, aksi takdirde o ağırlığın altında ezilirsiniz. Yalnız politik nedenlerle değil, mağdurlara gösterilmesi gereken saygı nedeniyle de kimsenin hakkı yoktur böyle bir şeye.

Turgut Tarhanlı, konunun birdenbire pakette belirivermesinden hissettiği rahatsızlığı bakın nasıl anlatıyor:

“(...) Taslakta yer alan hükümler büyük ölçüde bir revizyonla ilgili konular. Geçici 15. Madde’nin kaldırılmasının referansı ise revizyon değil, tamamen başka bir olay. Oradaki referans, bir geçmiş askerî rejimin kendini koruma zırhının, anayasa gibi güçlü bir hukuki form içerisinde varlık bulmasını ortadan kaldırma ihtiyacı. Yani bu ne demektir? Bu, ‘geçmişle hesaplaşma’ demektir ve işte hipokrasi tanımına da buradan geçmek mümkündür.

“Çünkü evet, 15. Madde’nin kaldırılmasına hepimiz şapka çıkartabiliriz; kaldırılsın. Ama 15. Madde, sadece kendisini kaldırmakla üstesinden gelinemeyecek ve bu kadar kolay bir usulle ‘geçmişle hesaplaştık’ mesajı verilemeyecek ağırlıkta bir maddedir.

“Bu ağırlığın hakkı verilmediği sürece geçici 15. Madde’nin anayasa taslağı içerisindeki yeri bana bir hesaplaşmadan çok araçsal, çok kısa vadeli çıkarlar ve toplumsal iradenin bu kısa vadeli çıkarlar yönünde evrilmesine katkı sağlamaya yönelik bir enstrüman gibi görünüyor.”

Valla, ne yalan söyleyeyim, bana da öyle görünüyor.

Evren nefretimiz “mış gibi” mi

Prof. Tarhanlı’nın, 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşmanın özünde “siyasi” bir mesele olduğunu, dolayısıyla meselenin hukuka havaleyle çözülemeyeceğine dair söylediği şeyler de çok önemli geldi bana:

“Geçmişle hesaplaşmada demin de anlattığım gibi hukuk yetersiz kalabilir. Hukukun yetersiz kaldığı zamanlarda ise hükümetin omuzlarına ağır bir politik sorumluluk biner. 30 yıldır hesabı verilmemiş mağduriyetler içinde yaşayan Türkiye vatandaşlarını bu ağırlığın altında bırakmama sorumluluğudur bu. Ve hiç hafif bir konu değil, çünkü bu bir yargılama meselesi değil, hesap verebilme meselesidir.”

Demek ki mesele “geçici 15”i kaldırmak değil, o maddeyi kaldırmış olmaktan doğan sorumluluğun gereğini yerine getirip getiremeyeceğinizdir. O iradeyi gösterip gösteremeyeceğinizdir... Bu yönde samimi bir arzu duyup duymadığınızdır...

Sahici bir hesap sorma sürecinin birinci koşulu olan sahici bir siyasi irade konusunda durum böyle... Peki, belki daha da önemli olan “toplumsal talep” tarafında nasıl bir manzarayla karşı karşıyayız?

Ben bugün dahi 12 Eylül’cülerin yargılanması yönünde yeterli bir toplumsal arzunun bulunmadığını düşünüyorum. Medyanın varmış gibi yansıttığı “Kenan Evren nefreti”nden pek emin değilim. Yeni Aktüel dergisi için kaleme aldığım Kenan Evren portresinde yazdığım gibi:

“Sorulduğunda, Kenan Evren’den nefret ettiğini söyleyecek insanların büyük çoğunluğunun aslında öyle düşünmediği, öyle hissetmediği kanaatindeyim. Kenan Evren’e gerçekte antipati duymayan çok sayıda insan, algıladığı toplumsal baskılar nedeniyle ‘tercihini çarpıtıyor’ ve ondan nefret ettiğini, en azından onu onaylamadığını söylüyor. (...) Bu ülkede Kenan Evren’le ilgili gerçek duyguların neden böyle olduğu ayrı bir fasıl. Burada Türkiye toplumunu değil, Evren’i konuştuğumuza göre o fasla hiç girmememiz daha doğru olur. Şimdilik şu tesbiti yapmakla yetiniyorum: Kenan Evren, bu toplumun nefret ettiği değil, nefret edermiş gibi yaptığı bir diktatör!”

Eksik teşhir: “12 Eylül bir zulüm dönemiydi.”

Sol, 12 Eylül faşizmi karşısında kesin olarak yenildikten sonra, onu teşhir etmede de yanlış (eksik) bir siyaset izledi. Zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek. Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.

Algıladığı derin korkuyla siyaseten alıklaşmış kitleleri yönlendirmekten daha kolay bir şey yoktur. 12 Eylül öncesinde ortaya çıkan kaotik ortam halk üzerinde öyle büyük bir korkuya yol açmıştı ki, insanlar, gelecek herhangi bir şeyin ondan daha kötü olmadığına inanır hale gelmişti. Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (“istikrarı?”) sağlayan kuvvete çok geniş bir kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.

Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardır: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...

Bugün artık biliyoruz ki Türkiye’de işler aynen böyle yürütüldü. Yine biliyoruz ki, 12 Eylül’cülerin teşhirinde olağanüstü önemi olan bu hakikatin propagandasına hemen hemen hiç itibar edilmedi. Bunun bir sürü nedeni olabilir. Bence asıl neden, böyle yapıldığı takdirde 12 Eylül öncesindeki “devrimci mücadele”nin anısının zarar göreceği kuşkusuydu.

Kanımca, 12 Eylül’ü yargılamaya girişmeden önce Turgut Tarhanlı’nın isabetle işaret ettiği “siyasi hazırlıklar” kadar, toplumun vicdanının hazırlanması da önemlidir.

O vicdan “eli kanlı 12 Eylül cuntası” sloganıyla ayağa kalkmıyor; bunu anladık. Şunu da anlayalım artık: 12 Eylül cuntasının halkı korkuya sevk eden süreci bilerek engellemediğine, hatta kışkırttığına ilişkin şimdiye kadar öylesine sözü edilen bilgi ve belgeleri yüksek sesle ifade etmek; yeni bilgi, belge ve tanıklıklara ulaşmak 12 Eylül’ün yargılanmasını isteyenlerin temel çalışma alanı olmalıdır. Çünkü geniş kitlelerde bu yönde rıza yaratmanın yegâne yolu budur.