'Oyunun iyiliği için'

-
Aa
+
a
a
a

Tan Morgül - Bağış ErtenGörkem Doğan - Barış Münevveroğlu

Futbola meraklı dört kişi olarak bizler, yaklaşık iki senedir Açık Radyo aracılığıyla futbolun gösterdiklerine bakmaya çalıştık; akademik bir mesafeye düşmemeye, ama “içerden konuşacağız” derken yaygın futbol literatürüne savrulmamaya çalışarak ve tabii elimizden geldiğince... Futbolu hem tat alınabilir bir oyun, hem de tutkunları için bir altkültür olarak gören herkesle de sesimizi paylaştık ve paylaşıyoruz. Bu konuda pek yalnız da kalmadık hani! Memlekette futbol literatürünün “patlama” yaptığı yılları idrak ediyoruz ve ortalık dergiden ve kitaptan geçilmiyor; üstelik nitelik fukarası dönemlere inat adam gibi bir külliyat bu.

Hep şiddet tam şiddet

Öte yandan, sanki bir futbol kültürü yaratma çabaları umut verecek ölçüde iyi gitmiyormuş gibi, FB-GS maçı vesilesiyle futbol karşılaşmalarının, ama özellikle de derbi maçlarının neden olduğu şiddet olayları yine futbol gündeminin en üst sırasına yerleşti. Kayseri-Sivas maçı faciasının yaşandığı ülkede, oyunun, melanetin asli nedeni olmadığını belirtmek lüzumsuz olmalıydı, fakat çözüm diye yıllardır ortaya konanların çoğu önceki cümleciği lüzumlu kılıyor. Aslını ararsanız melanetin kendisi oyunu kirletiyor, geleceğini karartıyor. Bizim bildiğimiz, taraftar olmadan futbolu sevmek çok zor, tersi ise patolojiktir. Oysa o çok sevdiğimiz oyunun geleceği, bu
futbolsever ve taraftar olmanın fii len birbirini dışlamaya başladığı noktaya gömülecek gibi. İşbu karanlık tespit, 6 Kasım 2002 derbisinin önünde ve sonunda yaşananların bir sonucu olarak yapılmaktadır.

Bileşenler

Örgütlü tribün terörü her gün oyunun doğasını değiştiren, zehirleyen bir başka veçhesiyle karşımıza çıkıyor. Nedense “tribün” ve “örgütlü” deyince yekten taraftar dernekleri anlaşılıyor. Oysa onların yanında kulüp yönetimleri, spor medyası ve kolluk kuvvetleri de sorunun bir parçası, ama unutulmaması gereken tüm bu sayılan unsurl arın olası bir çözümün de vazgeçilmez parçaları olmaları. Aşağıdaki tesbitler bu anlayışla kaleme alındı.

Tedbir ve teşhis

Bu sezon “statlarımızda görmek istemediğimiz hadiselerin” önüne geçmek için dahiyane bir fikirle ortaya çıktı aklıeveller. Taraftarlar deplasmana gitmesindi... Asıl öneri bu kadar basit ve dayanaktan yoksun değildi kuşkusuz. Özetle ve mealen şöyle deniyordu: Kimi taraftar grupları yönetimlerle olan ilişkileri sayesinde bedava bilet alıp deplasman maçlarına toplu olarak olay çıkarmaya gidiyorlar. Bedavacı oldukları göz önünde bulundurulursa bunlar zaten gerçek taraftar olamaz. Sahici taraftarlar bu uygulamadan etkilenmez zira biletini kendi alıp deplasman stadyumlarında maç izlemek isteyenleri engelleyen bir hüküm yok. Üstelik bu uygulama uzun vadede rakip taraftarların bir arada centilmenlik ölçüleri içinde maç seyretmelerine de vesile olur. Ata Aksu bu görüşü veciz bir şekilde şöyle belirtmişti: “Biz Japonya’da Japonya ile Kore’de de Kore ile maç yaptık, taraftarlarımız Türk bayrağı açtı ve hiçbir tepki görmedi, beraber maç seyretti. Bizim taraftarımız da bu olgunluğa ulaşmalı.” Ama zorla güzellik olmuyor. İşin rengi Galatasaraylı taraftarlar parasını ödeyip gerçekten bilet alınca değişti. Tıpkı stadyumlardaki tel örgülerin kaldırılması gibi, rakip taraftarın yan yana, birbirleri aleyhinde tezahürat yaparak maç seyredebileceğinin de -ki bu ikincisinin ne kadar istenir olduğu tartışılır- Türkiye’nin pek çok yerinde boş bir hayal olduğu bilindiğinden deplasman taraftarına yer ayrıldı.

Failler

İki takım taraftarı arasında maç öncesinde yaşananları sonraya bırakıp, aralarında orijinal önerinin destekleyicilerinin de yer aldığı kimi mutat zevatı esas dehşete düşüren olaya geçelim. Evsahibi takım taraftarı ezeli rakiplerine tarihi fark yaparken dahi kimi seyirciler (sadece bedavacı diye aşağılananlar ya da toplumun alt kesimlerinden gelenler değil) oyunu ve skoru kutlayacaklarına, sahaya ve rakip futbolculara, bazıları hayati tehlikelere de neden olabilecek yabancı maddeler yağdırmaktaydı! Bu durumun dehşeti içinde oyunun bu ülkedeki geleceğine dair kötücül çıkarımlar yapanlara şunu söylemek gerek. Asıl sorun rakip takım taraftarlarının birbirine girmesi, “aralarında asıl maçtan başka ve bağımsız bir ‘maç’ yapması“ değildir. Sorun esas olarak, taraftarın özellikle kendi sahasındayken sahadaki maçın skorunun asli belirleyicisi olma isteğidir.

Seksenli yıllarda tribünde yer almış hangi sıkı taraftara sorarsanız sorun size, esas vahim taraftar kavgalarının 1994’teki barışa değin yaşandığını söyleyecektir. İnönü stadında kapalıyı ele geçirme amacıyla yapılan mücadelenin kurumsallaşmasıyla yaşanan bu olaylar, maddi temeli ortadan kalktıktan sonra da devam etmesine rağmen doksanların yarısına gelinmeden sönümlendi. Bugünkü melanetin, örgütlü tribün te rörünün esas kaynağı başka bir yerde gibi. Her şeyden önce derbilere deplasman kavramını getiren, Alp Yalman’ın başkanlığı sırasında Adnan Polat’ın uygulamaya soktuğu evsahibi takımın stadyumunda deplasman taraftarının varlığının sınırlandırılmasıydı. Özellikle 6 Kasım ve 6 Mayıs, 22 Eylül maçlarından geriye baktığımızda görüyoruz ki bu sınırlandırmanın optimum ölçütü deplasman taraftarını linç edilebilir/teşhir edilebilir seviyede tutmakmış.

Müdahil taraftar

Kabul etmek gerekir ki doksanlı yıllarda taraftar profilinin yanı sıra oyunun mekânının kullanım biçimi de değişmeye başladı. Galatasaray takımının Avrupa maçlarıyla başlayan “Cehennem Stadyumlar” miti müteahhit başkanlarının katkısıyla Fenerbahçe’nin Şükrü Saraçoğlu stadında şahikasını buldu. Yiğiter Uluğ’un da tespit ettiği gibi her taraftarın, yöneticinin ve futbolcunun sahip olmak istediği böyle stadların esas işlevi tribün gelirlerini arttırmak veya kulübün
modernizasyonunun simgesi olmanın yanı sıra/ötesinde evsahibi taraftarın rakip camiayı tüm unsurlarıyla linç edebilmesi ve bunun yanında oyunun sonucuna fiilen müdahalede bulunabilmesidir. Mekânın bu yeni kullanım biçimi değişen taraftar profiliyle de uyum içindeydi. Değişen taraftar profilinden kasıt daha eğitimli, daha paralı vs. bazı kategoriler değil -bunlar da olabilir iyi bir alan araştırmasıyla, buna cevap verilebilir. Ama son olayları değerlendirerek yapabileceğimiz yegâne çıkarım yeni taraftarın, Semih Gümüş’ün deyimiyle “rol çalmaya” daha eğilimli olduğudur.

Neredeyse iki yıl kadar evvel taraftar gruplarının kurumsallaşması hareketi başladığında taraftarların bu “modernleşmeci” eğilimlerini selamlarken olası bir tehlikeye de dikkat çekmiştik. Çok farklı toplumsal arka planlardan taraftarı bir araya getiren bu yapılar, pekala belli grupla r arasında kısıtlı kalan şiddetin yaygınlaşmasına da vesile olabilirlerdi. Modernleşme metaforuna geri dönecek olursak, profesyonel askerlerden oluşan Ortaçağ ordularının yerini alan, millet diye adlandırılan toplumsal kategorinin tüm bireylerinden oluşması gerektiği düşünülen, ilk defa Fransız Devrimiyle ortaya çıkan modern ulusal ordularla bir benzerlik kurmak mümkün. Sözün özü korner direklerini 'kurtarılmış bölgenin sancağı' yapmaya çalışan bu “modern” ordular, ne yazık ki 1994 öncesinin “profesyonel” ordularından daha korkunç. Burada korkunçtan kasıt sadece bunların birbirleriyle çatışması değil, bunun yanında oyuna topyekun fiili müdahalede bulunmaları. Daha vahim olan ise kulüp yönetimlerinin politikalarıyla, futbolcuların özellikle maç sonu demeçleriyle, basının gazetecilikle haberciliği iç içe geçiren tutumuyla bu eğilimi zımnen desteklemesidir.

Yeni tip stadyum mimarisinin olanaklarına ek olarak kolluk kuvvetlerinin “okullar olmasaydı maarif ne güzel idare edilirdi” yaklaşımı da söz konusu sorunu kangrenleştiriyor. Asayişi sağlamanın ötesine geçme eğilimini bir alışkanlık haline getiren Türk polisi de kendi bildiği yöntemlerle işe bulaşmaya çalışıyor. Oysa söz konusu olan herkesin ağzındaki “bir grup çapulcu”dan çok öte bir şey.

Rol almayan taraftar defolsun gitsin

Bu noktada tipik bir örnekten bahsetmek faydalı olabilir. Dikkat edilirse taraftarın neredeyse ifrit olduğu şey medyanın evsahibi takım seyircisinin herhangi bir hareketinin takımın aldığı skora olumsuz tesir yaptığını söylemesidir. Meşhur “saldırın saldırın” tezahüratı ilk kez “meşaleler için saldırın” şeklinde Galatasaray tribününde söylendiğinde taraftarın istediği bir önceki maçtaki puan kaybının sahaya atılan meşalelerle alakalı olduğuna dair kimi aklı başında medya mensubunun dile g etirdiği iddianın tekzibiydi esasında. Zaten hiçbir futbolcunun ya da yöneticinin ağzından taraftarın kendi takımı aleyhine bir etkisi olduğunu duyamazsınız. Nitekim bu gerçek bir “marketing” hatası olurdu.

Müşteri ne isterse haklıdır

Bu noktada özellikle kulüp yönetimlerinin tutumlarına dikkat çekmek gerekiyor. Maç öncesi düzenlettikleri linç performansları ve taraftarın sahaya yönelttiği fiili müdahalelerin cezasız kalması için yaptıkları girişimler -ki bu ikincisinde spor medyasının geniş bir kesiminden de destek alıyorlar- hem maçları kazanmalarına hem de tribünlere geniş kitleleri çekmelerine şimdilik yarıyor. Görünebilir gelecekte kulüp yönetimlerinin bu tutumlarının bindikleri dalı kesmek olduğu görülecektir, hele de futbolcu sağlığını tehlikeye atan fiili müdahalelerin sürdürülemezliği ve sadece evsahibi taraftarıyla maç oynama ile seyircisiz oynama arasında niteliksel değil sadece niceliksel bir fark olduğu göz önünde bulundurulursa. Tek tip taraftarlı derbilerin yavanlığı, yumurtayla rakip futbolcu vurma etkinlikleri kötü ihtimalle normalleştiğinde ya da iyi ihtimalle önlendiğinde mutlaka ortaya çıkacak ve her iki durumun da anlamı seyirci kaybından başka hiç bir şey değil. Nick Hornby, manifesto kitabı Fever Pitch’de seyircilerin yarattığı ambiyansın oyunun bir parçası olduğundan ve “müşteri taraftarın” stadyumlara çekilmesinde vazgeçilmezliğinden dem vurur. Taraftarın yarattığı atmosfer kuşkusuz sonuca dolaylı olarak etki eder ve bu futbolun içinde vardır; ama bizzat müşteri-taraftarın cep telefonuyla rakip sporcuyu yaralamaya çalıştığı oyunun adı ise futbol değildir.

İşte bu noktada şu tesbit önemlidir:Seyircinin rol çalma çabası ve bunun stadyum mimarisinden yönetim politikalarına kadar çeşitli yollarla desteklenmesi örgütlü tribün terörünün yaratılmasında en temel nedenlerden biridir ve bu işin sonunda maktul futbol oyununun kendisi olacaktır. “Mekanın cehennem olsun” ne kadar çekici bir slogan olursa olsun, bu ifade kalıbını aslında mevtalar için kullanılır!..

Başlarım fair’ine de, play’ine de!

Kulüp yönetimlerinden bahsederken bir parantez açıp Özhan Canaydın ve son hareketinin temsil ettiği centilmenlik değerleri mutlaka selamlanmalı. Kendi taraftarı arasından ona gösterilen tepki, hem nezaketin tüm futbol kamuoyu tarafından zayıflık olarak algılandığını, hem de hiç bir kulübün taraftarının burada anlatılan eğilimlere bağışık olmadığını gösteriyor. Galatasaray taraftarının Aziz Yıldırım’a bu kadar tepkili olmasının altında yatan neden, onların da Canaydın’dan ziyade Yıldırım
gibi bir başkan istemesi olamaz mı? Açıktır ki ‘Yıldırım gibi’den kasıt, kulübü için akıl almaz miktarda para harcayan, transfer yapan bir başkan modelinin ötesinde beklentiler içeriyor, onlar da linç seansları düzenleyebilecekleri bir stadyum ve bu vahşi gösteriden sonra sırtlarını sıvazlayacak bir yönetim istiyor. Bu noktada futbolumuzun içine düştüğü örgütlü tribün terörü sarmalından çıkmaya yönelik kimi hamlelerin ne yazık ki yeterli kamuoyu desteği bulamadığından akim kaldığının altı çizilmeli. Canaydın’ın tavrının yanında, Mehmet Cansun’un geçen yılki iyi niyet atağı, Fenerbahçe yönetiminin değilse başkanın naif tavırları ve federasyonun bu sezonun başında ceza yönetmeliği ve hakem atamaları konusunda sergilediği kararlı tutum da bu minvalde sayılabilir. Bu sezon, ne yazık ki, Federasyon hakem atamaları, cezalar gibi konularda iyi niyetli başlamış olsa da devamını getirememektedir. Her zamanki gibi aldığı kararlarda tutarlı olamamaktadır. Bu sene başlatılan küfür ve yabancı maddeye karşı anons kararı işe yarar görülmüş ve de bu kararın etkileri yavaş yavaş tribünlere yansımaya başlamışken; bu sefer de hakemler esprili tezahüratı küfürden saymıştır, hatta daha da beteri, bu tutum federasyon tarafından destek görmüştür. Bu durum federasyonun etkili olabilecek bir uygulamayı kendi elleriyle nasıl etkisiz hale getirebileceğini bir kez daha göstermiştir. Unutmayalım ki etki tepki oluşturur, maça gelenlerin rakip takımın moralini bozma işlevini küfürsüz dahi yerine getirme -evet bu taraftar için en az kendi takımını ateşlemek kadar önemli bir görevdir, hakaret ve küfür içermediği sürece- izni verilmiyorsa, bu tip taraftarın statları terk edeceği ya da illegaliteye meyleden bir güruh haline dönüşeceğini görebilmek için ille de üstün zekalı olmak gerekmez!

Federal büro

Federasyonun tutarsız olduğu bir başka konu da kulüpler arası ceza standardı meselesidir. Bu sene başlatılan bir uygulama ile aynı cezayı iki kere alan takım kendi evinde oynayacağı ilk maçı oynayamayacak ve hükmen mağlup sayılacaktır -her ne kadar bu cezanın hakkaniyeti tartışılsa da caydırıcılığı tartışılamaz. İlk ceza Fatih Karagümrük’e verilmiş, Karşıyaka ile kendi evlerinde oynamaları gereken maçı hükmen mağlup bitirmişlerdir! Fenerbahçe’nin alacağı ilk saha kapatma veya seyircisiz oynama cezasında aynı cezayı alacağı ön bilgisini vererek soralım: Sizce Fenerbahçe bir daha yukarıda belirtilen cezaları alabilecek midir? Ve bu cevabı bilen Fenerbahçe seyircisinin yeni 6 Kasımlar yaratmak isteğinin önüne kim geçebilecektir?

Nedir, ne değildir

Açıkçası federasyonun örgütlü tribün terörünü önlemeye yönelik girişimlerin başarılı olabilmesi için özellikle büyük kulüplerin kısa vadeli kâr-zarar hesapları yapmadan tüm camialarıyla birlikte (böyle olursa ne üzücü ki basının büyük kısmının da desteği sağlandı demektir) bu konuda destek vermesi gerekir. Bunun yanında kuşkusuz siyasi otoritenin ve federasyonunun cesareti ve taraftarın futbol sevgisi ve sabrı da ağır basmalı ki oyunun geleceğini karartan illetin üstüne yürünsün.

Emniyetin şimdiye dek yeterli ve doğru asayiş önlemlerini alıp almadığı açıkçası olumlu cevaplamanın pek de mümkün olmadığı bir soru ve son operasyonları da, iyi niyetli bile olsalar çözüme yaklaştırmaktan uzak. Çünkü polis kendi yaptığı açıklamalara göre karaborsa bilet meselesi ile zaten mimli isim lerle uğraşıyor, bu konularda yoğunlaşıyor; oysa rakip taraftara ya da futbolcuya ellerine ne geçerse yağdıranların çoğu biletini kendi alıyor ama kimseden emir almadan yönetimlerin ve “modern” taraftar yapılarının yarattığı zihniyet ve olanaklarla doğal bir tepkiymiş gibi katılıyor örgütlü tribün terörüne. Zaten karaborsacılık ve benzeri konuların taraftardan ziyade kulüp yönetimleriyle alakalı olduğu ligi iyi kötü takip eden herkesçe bilinir.

Bütün bunlara ek olarak şu konunun da altını çizmek gerek: Taraftarın deplasmana gidememe konusundaki tavrında kimilerini şaşırtan bir tutarsızlık var. Taraftarlar, deplasmana gitmelerinin engellenemeyeceğini koro halinde iddia etmelerine rağmen, kendi sahalarında rakip istemiyorlar. Şunu önermek ne kadar garip olursa olsun, eski moda “Ortaçağ” yapılanması içinde belki bir araya gelip bu sorunu halledebilirlerdi ama yeni yapılanmanın tam da yukarıda değinilen doğası böyle bir çözümü zorlaştırıyor.Ne olursa olsun gerçek futbolseverler, fanatik taraftar dahi olsalar, rakip seyircinin yokluğunda maç seyretmenin abukluğunu er geç kavrayacaktır. Gene de esas sorun deplasman taraftarının gelmesini sahiden istemek olacak, yoksa sadece linç edilebilir miktarlarda eğlencelik rakip taraftarın gelmesini istemek riyakârlıktan başka bir şey değil. Eğer böyle olacaksa bundan böyle herkes kendi evinde olsun, çünkü seyredilmek istenen futbol değil, bizzat seyircinin oynadığı sıkıcı ve çirkin bir başka oyun. Yani, örgütlü tribün terörü stadyumlara anlamlı miktarlarda deplasman taraftarının gelememesiyle ilgili değil, bu sadece sorunun tezahürlerinden biri.

Sözün özü

Oyunun başında dolaşan melaneti defetmek için her şeyden önce sorunu doğru tespit etmeliyiz, sonra da bunu çözmeye sahiden ve topyekun niyetlenmeliyiz, çünkü örgütlü tribün terörü ancak bu yazıda adı geçen tüm unsurlar ortak hareket ederse yokedilebilir. Zaten “oyunun iyiliği için” başka çıkar yol gözükmüyor.

LİBERO

(www.haysiyet.com'da yayınlanmıştır)