Orantısız Güç Kullanımı

-
Aa
+
a
a
a

6 Mayıs 2010Taraf

Anayasa paketinin üç temel direğinden biri kırıldı. Parti kapatmayı zorlaştıran 8. Madde, 330 sınırının altında kaldı ve paketten çıktı.

Bu madde, iki açıdan çok önemliydi. Bir yandan, AKP’nin kapatılması operasyonlarının önüne çok ciddi engeller çıkarmak suretiyle, “kriz önleyici” bir işlev görecek; böylece “normalleşme”yi teşvik eden bir etki yapacaktı. Diğer taraftan, BDP’yi de, kapatma girişimlerine karşı daha korunaklı hale getirecek; böylece “demokratik siyaset alanının genişlemesi ve pekişmesi” için elverişli bir zemin yaratacaktı. Her iki sonucun, demokratikleşme yolunda güçlü bir hamle anlamı taşıdığı açıktır; kriz ve yasaklar üzerinden ayakta tutulmak istenen vesayet rejimini zayıflatma potansiyelinin hayli yüksek olduğu da açıktır. “Ret cephesi”nin, 8. Madde’nin düşmesini bir “zafer” sayması ve gözyaşlarıyla kutlaması da bu “bilinç”in dolaysız yansımasıdır.

 

Peki, “demokrasi cephesi” açısından “mağlubiyet” anlamına gelen bu sonucun sebepleri nelerdir ve müsebbipleri kimlerdir? Biliyoruz ki, özellikle demokratik siyasal kültürün zayıf olduğu toplumlarda “mağlubiyet yetimdir”; onu üstlenecek birilerini bulmak pek kolay değildir. Herkes, genellikle kendi tavrının haklılığını başkalarının haksızlığına atıfla kanıtlamaya çalışır. Anayasa değişikliği süreci açısından “sorumluluk” tartışmalarında öne çıkan iki aktör de, yani AKP ve BDP böyle bir tutumun içine girmekte gecikmediler.

 

AKP’den başlayalım. Anayasada –tam da bu paketteki hususlarda- değişiklik yapma ihtiyacı muhtelif nesnel faktörlerin bir ürünü olsa da, süreci harekete geçiren, değişikliklerin kapsamını ve stratejisini belirleyen AKP’dir. AKP’nin böyle bir hakka ve meşruiyete sahip olduğu konusunda, en azından demokratik parlamenter sistemin asgarî gereklerini ciddiye alanlar açısından bir tereddüt yoktur. AKP’nin demokrasi karşıtı güçlerle uzlaşma arayışına girmekte ısrar etmemesi de, haklı ve meşru bir yaklaşımdır. Lakin demokratikleşme sürecini taşımaya aday, en azından nesnel olarak bu potansiyele sahip güçlerle müzakere ve destek arayışına girmekten kaçınması konusunda aynı şeyi söylemek kolay değildir. Bu durum, değişiklik paketinin “AKP’nin malı” olarak algılanmasını teşvik etmiştir. Esasen “ret cephesi” de, böyle bir algının yerleşmesine çok büyük önem atfetmiştir. Böylece AKP’nin yalnızlaşarak zayıflayacağı ve sürecin de tıkanacağı hesaplanmıştır. Bu hesabın işleyebilmesi için, hem Meclis’te hem de muhtemel referandumda “kilit konuma” yerleşmiş görünen BDP ile AKP arasına setler çekmek gerekiyordu. MHP’nin 8. Madde’yle ilgili yoğun kampanyası, bu amaca yönelikti ve AKP’yi “ürkütmek” açısından başarıya da ulaştı.

 

AKP’nin, hükümet olduğu günden beri, Ali Bayramoğlu’nun o tarihlerdeki yazılarında ifade ettiği gibi, “vermeyi seven, ama istenmesinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyan” bir tavrı var. Yine Bayramoğlu’nun deyişiyle, “AKP toplum ve bireyi, ‘makul ve edilgin olduğu’, ‘açık ve örgütlü taleple girişimde bulunmadığı’, ‘kendisi için atılan doğruları gördüğü’ oranda” makbul sayma eğilimini, bu süreçte de hissettirmiştir. Bu yaklaşımın, bazı çevrelerden AKP’ye bir tepki olarak dönmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur.

 

AKP, kendi varlığı ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından çok önemli bir girişimi başlatmış, ancak bu süreci iyi yönetememiştir. Bu durum demokratik siyasete ve siyasal kültürün demokratik yönde gelişmesine zarar vermiştir.

 

Peki, bu durum, diğer önemli aktör BDP’nin tutumunu haklı çıkarır mı? Benim cevabım nettir: Hayır!

 

BDP, “Kürt açılımı” konusunda sergilediği tavrı, bu süreçte de devam ettirmiştir: Kendi politikalarını oluşturup, bunları kendi amaçları çerçevesinde ve özgücü temelinde savunmak yerine; AKP’nin “kabahatler”ine odaklanmak; yani AKP’yi –negatif de olsa- sürekli referans almak! BDP’nin ve BDP politikalarına yön veren “merciler”in en fazla kullandıkları argüman, “AKP’nin kuyruğuna takılmak” olmuştur. Bu argüman, pakette yer alan düzenleme tekliflerinin nesnel anlamını ve değerini bir kenara ittiği gibi, AKP’yi demokratikleşme girişimlerinin tek taşıyıcısı olarak kabul etme itirafını da içeriyor.

 

Öte yandan, Kürt hareketi demokratik siyaset alanında sıkıştıkça, silahın sesi otomatik olarak yükseliyor. Şüphesiz denklem tersinden de kurulabilir: Silahları konuşturmak, demokratik siyaset alanını terk etmenin en etkili yolu oluyor. Bu ise, her türlü demokratik kazanım ihtimalinin, kanlı bir girdaba kurban edilmesinden başka bir sonuç doğurmuyor.

 

BDP’nin izlediği politika, açıkça AKP’yi cezalandırmaya kilitlenmiştir. AKP’ye duydukları öfkeyi haklı çıkaracak bir sürü sebep bulunabilir; seçim barajı, taş atan çocuklar sorunu, KCK operasyonu gibi. Ancak anayasa paketine en azından “demokratik siyaset”in önün açan 8. Madde bağlamında destek vermemek, AKP’yi cezalandırmanın çok ötesine taşan; Türkiye’de normalleşme, demokratikleşme ve Kürt sorununa çözüm bakımından çok yönlü negatif sonuçlar doğuracak bir davranış olmuştur. Şayet BDP’nin amacı AKP’yi cezalandırmak idiyse, sevgili Gürbüz Özaltınlı’nın deyişiyle, burada bir “orantısız güç kullanımı” söz konusudur. Gerçekten de, AKP’yi cezalandırmak için seçilen araç ile ortaya çıkan netice arasında aşırı bir dengesizlik vardır. Bu gibi durumlarda, genellikle cezalandırılan değil cezalandıran kaybeder. Mamafih bu örnekte, en açık ve ağır kaybı, demokratik siyaset ve demokratikleşme çabaları yaşamıştır.