28 Mart 2012Taraf Gazetesi
Kaç gündür “Kürt sorununda yeni strateji” diye bir şey dolaşıyor ortalıkta. Stratejinin içeriğine baktığımızda, “yeni” ile “eski”nin birbirine karıştığını görüyoruz.
İmralı ve Kandil’i bütünüyle devre dışı bırakmak, hükümet açısından “yeni” bir tercih sayılabilir. Zira böylece hükümet bir süre denediği bir yolu terk etmiş, “eski”ye çıkarmış oluyor. Lakin “diyalog ve müzakere” arayışının bu çok önemli ayağından vazgeçmek, güvenlikçi anlayışı pekiştirme sonucunu doğuracağı için, çok “eski”ye, 80’lere, bilhassa da 90’lara dönüş anlamına gelir.
Gerçi hükümet, Kürt sorununda “güvenlikçi yol”u uzunca bir süredir izliyor. Şimdi dolaşıma giren strateji, aslında var olan bu duruma pek de “yeni” bir şey eklemiyor; sadece hükümetin “eski”ye dönüşünü daha açık bir hale getirerek teyit ediyor.
Güvenlik eksenli bütün stratejilerin esasını, Kürt sorununu “terörle mücadele”ye indirgemek oluşturur. “Terörle mücadele” söylemi hâkim olmaya başladığı anda, siyasi atmosferde ve toplumsal psikolojide buna uygun dönüşümler ortaya çıkar; kurumlar da kendilerini buna göre konumlandırırlar.
Milliyetçi militarist dilin her yeri kaplaması, bu dönüşümler arasında ilk dikkat çekenidir. Ana akım medya, savaş dilini kuşanmakta gecikmez. Televizyonlarda “stratejist”ler yeniden boy gösterir. “Kandil’e bayrak dikmek”ten dem vurulur, “Barzani’ye haddini bildirme” çağrıları yükselir.
Farklı ve aykırı görüşler, “teröre destek” olarak damgalanır ve susturulmak istenir. Mahkemeler de zaten durumdan vazife çıkarmaya hazırdırlar. “Münafıklara” hak ettikleri cezalar derhal kesilir. İç hukuk daha baskıcı bir yorumla uygulanır; AİHM kararları çöpe atılır. Misal Özgür Gündem’in kapatılması!
Milliyetçi militarist atmosferin bir diğer unsuru da, “kadim Türk refleksi” diye niteleyebileceğimiz “hâkim millet kibri”dir. Kürtlere ve temsilcilerine tepeden bakan, her türlü şartı dayatma hakkını kendinde gören, haklardan söz ederken lütuf ve ihsan kipini kullanan bu dil, Kürtlerde daha çok kırgınlık ve kızgınlık yaratır. İki halk arasındaki kopuşu derinleştiren bu kibir, demokratik kültürün temellerini de yok eder.
Güvenlik konsepti çerçevesinde hareket edildikçe, askerî operasyonlar ve çatışmalar yoğunlaşır, ölümler artar. Her ölüm, yeni bir öfke dalgası yaratır. Her öfke dalgası, birlikte yaşamanın şartlarını biraz daha aşındırır, zayıflatır.
Buradan nasıl bir “çözüm” çıkabilir ki? Otuz yıldır sadece acı ve travma üreten bu anlayış, şimdi neden daha iyi bir şey üretsin? Bu “strateji”, bundan öncekiler gibi, çözüm değil sadece çözümsüzlük üretebilir.
Bütün işaretler, hükümetin Kürt sorununda “çözüm”ü değil, “sürdürülebilir bir çözümsüzlüğü” hedeflediğini gösteriyor. Yaygın kabul gören senaryo da buna işaret ediyor: Başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine, yani 2014’e kadar milliyetçi kesimi rahatsız edecek hiçbir şey yapmayacak. İyimser tahminler, Erdoğan’ın kazasız belasız Çankaya’ya çıkmasından sonra, Kürt sorununun “çözümü” için daha radikal adımları daha kolay atabileceği yönünde.
Bu tahminler veya temenniler, demokratik çözüm isteyen çevreleri “tünelin ucunda bir ışık” olduğuna, bu nedenle bazı belalara bir süre daha katlanmak gerektiğine ikna etmeye çalışıyorlar
Bunca yıllık tecrübeden sonra, güvenlik stratejilerinin büyük tahribat ve acı yaratacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Bu tecrübeler ışığında şimdi herkesin kendine şunu sorması lazım: 2014’e kadar böyle gidersek, ortada tünel falan kalır mı; kalsa bile ucunda ışık olur mu, olsa bile bu ışığa ulaşmaya toplum olarak mecalimiz yeter mi?
Şimdi girmiş olduğumuz “patika”nın bizi o uğursuz noktaya sürüklemesi ihtimali çok yüksektir. Lakin bu gidişatı durdurmak ve başka bir yola girmek o kadar da zor değildir. Hatta hükümetin “yeni strateji”sinde yer alan bazı hususlar hakkıyla ve “samimiyetle” uygulanırsa, kısa sürede bu ölüm patikasından çıkıp hayat yoluna girmemiz bile mümkündür.
“Yeni strateji”de, “sivil siyaset kanalıve parlamento”ya özel bir vurgu yapılmakta ve BDP’nin muhatap alınacağı belirtilmektedir. Bunun inandırıcı ve işlevsel olabilmesi için, öncelikle “sivil siyaset alanı”nın gerçekten güçlendirilmesi gerekiyor. Bunun yolu da, siyaseti kuşatan yasakları kaldırmaktan, baskıları durdurmaktan ve özgürlükleri genişletmekten geçer. Bu konuda atılabilecek en somut adım ise, “KCK operasyonları” kapsamında tutuklu bulunan milletvekillerinin, belediye başkanlarının ve diğer siyasetçilerin serbest kalmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır.
Şayet “sivil siyaset kanalı ve parlamento”nun işlemesi isteniyorsa, BDP’yi kriminalize eden, aşağılayan üslubun terk edilmesi ve Kürt siyasetçileri eşit partner olarak gören bir yaklaşımın benimsenmesi şarttır.
Bu ortamı yaratabilmek açısından PKK’nin ateşkes ilan etmesi ve askerî operasyonların durması hayati önem taşır.
Müzakere ve diyalog, silahların susması ve çözüm konusunda BDP’nin “arzulanan” rolü oynaması, ancak bütün bunlar gerçekleşirse daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilir...