27 Mayıs 2010Radikal
Bugün ilk darbenin ellinci yılı. Hayatımda katıldığım ilk siyasal eylemler, 27 Mayıs darbesinin ardından düzenlenen mitinglerdir. Konya Kız Lisesi’nde ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Şu son yılların bayrak mitingleri gibi o günlerde de büyük büyük bayraklar açılıyor, okullar boşaltılıyor, milli bayramlarda rastlanmayan bir coşkuyla mitinglere koşturuluyordu. Hep belirli sloganlarla ve sözleri değiştirilmiş marşlarla: “Olur mu böyle olur mu/Kardeş kardeşi vurur mu/Kahrolası diktatörler/Bu dünya size kalır mı” vb.
Benim çevremde darbe, meşruluğunu iki olguya borçlu gibiydi: Birincisi, aylar boyu radyoda “Vatan Cephesi” adı altında Demokrat Parti’ye katılanların adlarından oluşan uzun listelerin okunması. İkincisi ise nisan ayında İstanbul ve Ankara’da gösteriler yapan üniversite öğrencilerine ateş açılıp üç öğrencinin, Turan Emeksiz, Nedim Özpulat ve Ali İhsan Kalmaz’ın öldürülmesi.
Darbeden ve mitinglerden sonraki günlerde, bitmek tükenmek bilmeyen “Yassıada Duruşmaları” başladı. Benim ailem dahil, 27 Mayıs’ı ilk günlerde desteklemiş olanlardan
bile o duruşmalara ve ardından gelen idamlara tepki duymayan bir tek kişi hatırlamıyorum.
Bir de alyans meselesini hatırlıyorum, tepki yaratan olay olarak: Devlet o ara bütçeye katkı için evli çiftlerden alyanslarını bağışlamalarını istemişti. Altın alyanslar toplanıp yerine kurşuni metalden yüzükler dağıtılıyordu. Annemin, “ben alyansımı veremem” diye diretip kazandığını hatırlıyorum. İnatçının biriydi canım ciğerim.
Çok geçmedi, büyük kentlerde inşa edilen subay lojmanlarının adı halk arasında “alyans apartmanları”na çıktı.
Sonra sonra, bir kitap ve dergi bolluğu başladı. 1960 Anayasası, Türkiye İşçi Partisi’nin (İP değil, TİP) kuruluşu, Saraçhane’deki işçi mitingi, sosyalist yayınlar, dernekler... Kapatılan partilerin kısa sürede yeni adlarla yeniden kurulması geleneği de 27 Mayıs’la birlikte başladı.
1960 yılından 1968 yılının yazına kadar kan dökülmedi ülkede. 1968 yazında, İstanbul Üniversitesi öğrencisi Vedat Demircioğlu, polis tarafından İTÜ yurdunun penceresinden
atılarak ağır yaralandı, birkaç gün sonra da öldü. Ölüm o olayla birlikte bir kez daha girdi kanımıza.
Türkiye, Pakistan, Yunanistan , Portekiz, İspanya, Meksika, Arjantin, Şili... 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca askerî darbelere ma ruz kaldı bu ülkeler. Sistem e kolaylık olsun diye darbe yiyorlardı; askerî yönetim demek, kolay karar vermek demek. Oy kaygısı yok, hesap verme kaygısı yok.
Ancak, hesap verme işi zaman içinde değişti, darbeciler geç de olsa yargılandı.
Epeydir darbe yemiyor bu ülkeler. Bunu diyebiliriz. Darbeleri artık ‘yemiyorlar ‘ bile diyebiliriz. Toplumsal/siyasal herhangi bir sorunun çözümünü darbede görmenin ortak kültürdeki adı militarizm olarak konulmuş durumda artık.
Şu son zamanlarda bizim burada da böyle bir hava esiyor, ‘yemeyiz’ havası. Bu havanın gerçek bir antimilitarizm içerdiği söylenebilir mi peki?
Belirli sivil (devlet ve partiler dışı) gruplaşmalar var ki bana yalnızca o kesimlerdeki darbe karşıtlığı inandırıcı geliyor. Darbe karşıtlığının antimilitarizme dönüştüğü bir bilinç düzeyi yalnızca bu kesimlerde görülüyor. AKP ve diğerlerininki büyük ölçüde birikmiş tepkiden oluşan bir darbe karşıtlığı; bir bütün olarak, köklü bir demokratik mücadelenin ya da demokratik kültürün işaretlerini vermedikleri için, inandırıcı gelmiyor.
Bu arada Ergenekon davasında gerekli siyasal desteği vermek cesaretini göstermiş görünmeyi başardı AKP; elli yıllık darbeli tarihimizde iktidar partilerinin hiçbirinde görülmeyen bir cesaretti bu.
Gelgelelim, bu cesaretin ve AKP’ninki başta olmak üzere bütün karşı duruşların göze pek görünmeyen iki de dayanağı var. Bunlardan birincisi, biraz geniş bir ufukla düşünebilen hiçbir askerî yetkilinin, iç sorunları (Kürt sorunu) bu kadar büyümüş bir ülkede yönetimi almayı akla yakın görmeyeceği gerçeğidir.
Yıllardır, buna eşlik eden mantık şunu da söylüyor: Darbe yönetimlerinin mantığı zaten yürürlükte, darbeye ne hacet? Elhak, özellikle Kürt sorunu konusunda geçerli olan mantık bu.
İkinci dayanak ise, ABD’den darbelere destek yok yolundaki yaygın ve güçlü fısıltıdır ve herhalde bu dayanak birincisinden daha sağlamdır. Ne de olsa ABD, söz konusu darbelerin tümünde dahli olan güçtür ve darbeler konusunda henüz hiç yanılmamıştır. İran konusunda iki kez, Irak konusunda da bir kez yanılmıştır, hepsi o kadar.
Fikritakip
Dünün haberlerinden: Van’ın Özalp ilçesindeki Muğlalı Kışlası’nın arkasında açık alanda mühimmat. Çocuklar bulup kurcalıyor: Bir ölü, beş yaralı.
Kışlaya adı verilen General Mustafa Muğlalı’nın 1943 yılında kurşuna dizdirdiği 33 köylü (evet, Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” adlı şiirindeki köylüler) arasında da 11 yaşında bir çocuğun bulunduğu söylenir...
Benzer olayların kurbanı olan çocuk sayısının dört yüzü aştığı bildiriliyor. Yurttaşların güvenliğinden kim sorumluydu? İçişleri Bakanı? Savunma Bakanı? TSK? Başbakan?
*
Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) sözcüsü Mehmet Atak, TMK Mağduru Çocuklar probleminin en önemli boyutların dan biri nin de yargı olduğuna dikkat çekiyor:
”Çocukların yarısından çoğunun dosyasında tek bir somut (rasyonel) delil yokken savcıların iddianame hazırlaması, mahkemelerin bu iddianameler üzerinden dava açması, hâkimlerin duruşmaları sürdürüp ceza vermesi, Yargıtay’ın bu cezaları onaması (...)”
Bir süre önce Atak, ÇİAÇ’tan Lale Mansur ve Mehmet Ucum ile birlikte Başbakan’la görüşmüşlerdi. Atak, 45 dakika süren görüşmede, Başbakan’ın parlamentodaki üç maddelik tasarının çözüm getirmeyeceğine ikna olarak, Bekir Bozdağ’ı “tam çözüm” için 8 maddelik yeni bir tasarı hazırlamakla görevlendirdiğini hatırlatıyor.
Bekir Bozdağ, Atak’ın “Ötekileştirme” adlı haftalık televizyon programında canlı yayına katıldığında, en geç mayıs sonunda bu yeni tasarının parlamentodan geçeceğini ve gerekli kanun değişikliklerinin yapılacağını açıklamış. “Mayıs sonuna geliyoruz, henüz ses yok” diye yazıyor Atak. Bu arada çocuklar, ölümlerden ölüm beğeniyor.