ICAN’in (Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya) girişimiyle yola çıkan ve bu yolculuğunda 20 ayrı ülkeyi ziyaret etmesi planlanan Barış Gemisi geçtiğimiz hafta İstanbul’da Karaköy Limanı’ndaydı. 29 Mart’ta İstanbul’da yapılan basın toplantısında Lee Jong Keun,atom bombası mağduru, sağ kalmış bir kişi olarak tanıklığını aktardığı bir konuşma yaptı:
29 Mart 2012, İstanbul
Herkese merhaba. Benim adım Lee Jong Keun. Ben Japonya’da yaşayan bir Koreliyim.
Sizin güzel ülkeniz Türkiye’yi ziyaret etmek beni çok mutlu etti. Barış Gemisi’yle yolda gelirken bu güzel İstanbul şehrini va baharların açtığı ağaçları görmek çok güzeldi. Ülkeniz dünya mirasının pekçok değerli örneğini bağrında taşıyor. Benim ülkem Japonya’da da dünya mirasının birçok örneği vardır. Dünya mirası dediğimiz zaman akla sadece geçmişten gelen ve korunması gereken değerler geliyor. Oysa dünya mirası sayılabilecek olumsuz örnekler de var. Mesela, Hiroşima’yı da dünya mirasının bir parçası sayabiliriz. Ders alınması ve bir daha tekrarlanmaması gereken bir örnek.
Size neden Japonya’da yaşadığımı anlatmak isterim. Japonya 1592 yılında Kore’yi istila etmeye başladı. 1910’da Japonya Kore ile tek taraflı bir anlaşma yaptı. Bu, Japonya’nın Kore’yi İlhakı Antlaşması diye anılır. Çin-Japon Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya Korelileri zorla Güney-Doğu Asya’ya götürdü, çünkü ordusunda yeterince askeri yoktu. Bunların çoğu orada öldü. Japonya’nın bu yaptığı belki Afrika’daki köle ticareti kadar berbat değildi ancak şurası da bir gerçek ki 16 yaşından büyük pekçok Koreli kadın, kanun uyarınca, Güney Pasifik Okyanusundaki savaş alanlarında Japon askerlerinin hizmetinde fahişe olarak çalışmaya mecbur edildi. O dönemde babam da zorla Japonya’ya getirilmiş ve ben de orada doğmuşum.
Ben 15 Ağustos 1928’de doğdum. Bu yıl 84 yaşında olacağım. 6 Ağustos 1945 tarihinde ben Japonya Ulusal Demiryollarında lokomotif bölümünde çalışıyordum. Trenlerin onarımı, manevraları ve konumlandırılması gibi işler yapıyordum. Evim, atom bombasının düştüğü merkeze 16 km uzaklıktaydı. Hiroşima’ya trenle gidip geliyordum. Hergün bindiğim trene binseydim o gün bombadan etkilenmeyecektim. Ancak o gün treni kaçırdım ve işyerime yakın bir durakta indikten sonra köprüden geçerken bombaya maruz kaldım.
O sabah pırıl pırıl, göz kamaştıran bir güneş vardı. Birden güneşin ışığından kat kat kuvvetli parlak sarı bir ışık farkettim. Daha önce de Amerikalılar bizi bombaladığında ışık bombası kullandıkları için gene öyle bir bomba sandım. Bu durumda bize yere yüzükoyun yatıp gözlerimizi, kulaklarımızı ve burnumuzu elimizle örtmemiz gerektiği öğretilmişti, ben de öyle yaptım. Oysa bir patlama sesi duymamıştım. Ama o kadar korkmuştum ki kıpırdamaya cesaret edemiyordum. Nihayet başımı yavaş yavaş kaldırıp gözlerimi açtığımda ortalığı kapkara bir gecenin kapladığını farkettim. Oysa az önce pırıl pırıl bir Ağustos sabahı vardı. Aslında günü böylesine karartan bombadan düşen parçalar değildi, çöken ve yıkılan binaların kaldırdığı tozdu bu. Başlangıçta hiçbir şey göremiyordum, sonra yavaş yavaş, ortalık ağarmaya başladı.
Yaptığım ilk iş yemek kutumu bulmaya çalışmak oldu, ama bulamıyordum. Oraya buraya koşuştuktan sonra, bulunduğum yerden 20 metre ötede buldum onu. Kaptığım gibi köprünün altına doğru koşmaya başladım, oraya sığındım. Vardığımda orada 4-5 yetişkin insan olduğunu gördüm. Bunlardan biri, « Bu yeni türden bir bomba olmalı » diyordu, ama ben bunun ne anlama geldiğini anlayamıyordum. Bir başkası bana « Yanakların kıpkırmızı » dedi. O zaman yanaklarıma dokundum. Canım yandı. Ellerim, bacaklarım ve ensem de acımaya başladı. Orada kalıp bir şey yapamayacağıma göre işyerime gitmeye karar verdim. İşyerime doğru hızla yürürken yıkıntıların altından çıkmaya çalışan ve yardım isteyen insanlara rastladım. Ama çok kaygılıydım ve yaralarım da canımı çok yakıyordu, düşündüğüm tek şey bir an önce güvenli bir yere dönebilmekti. “N’olur bana yardım edin,” diyen sesleri duyuyordum ama koşa koşa oradan uzaklaştım.
Yolda işyerime dönerken yerde yatan birine rastladım ve onunla konuştum ama cevap vermedi, işte o zaman farkettim, bu insan ölmüştü. Etrafımda hiç kimse yoktu, bir gölge bile. Koşarak işyerime girdim. İşçi arkadaşlarım ve amirlerim gayet iyi görünüyorlardı ve beni buyur ettiler. Hepsi de o sırada binanın içindeymiş ve bombadan doğrudan etkilenmemişler. Bana yaklaştılar ve « Her tarafın yanık içinde. Yağ yanıklara iyi gelir, » dediler. Yüzüme, ellerime, bacaklarıma ve enseme yağ sürdüler. Aslında bu, trenlerde kullanılan kapkara bir ziftti. Fena halde canımı yaktı. Acıdan ağlamaya başladım. O anda annemi babamı hatırladım, nasıllar diye merak ettim, acaba onlar da bombadan etkilendi mi diye endişe içindeydim.
Öğleden sonra saat 4 civarı eve dönerken işçi arkadaşlarımdan dördüne rastladım. Hep birlikte yürüdük. Bombanın düştüğü yer benim eve dönüş yolumun üzerindeydi. Her yer yanıyordu sanki. Bombanın isabet ettiği yere yakın yanmış bir at ölüsü buldum. Hızlı hızlı yürüyor, yanmış, kararmış ölülerin, kadınların, çocukların yanından geçiyordum, kokuya dayanmaya çalışıyordum. Durup, ellerimi kavuşturup onlar için bir dua bile okuyamadım. Gördüklerim bakılamayacak kadar feciydi.
Köprüden geçmek zorundaydım. Köprünün üstünde bir sürü insan toplanmıştı. Bunların çoğu inliyorlardı ve giysileri yırtık pırtıktı. Yoldan geçenlere bakıyor, belki köprüden geçen bir yakınıma, ailemden birine rastlarım umuduyla geçenleri izliyorlardı. Ben evime doğru yürümeye devam etmekten başka bir şey yapamadım.
Eve vardığımda gece 9 civarıydı. İçeri girip « Ben geldim » dedim ama ne annem, ne de babam evdeydi. Erkek kardeşime “Neredeler?” diye sordum, o da şehirde beni aramaya gittiklerini söyledi. Kardeşim karnının acıktığını söyledi, ben de o zamana kadar hiçbir şey yemediğimi farkettim. Ama annem evde yoktu, ben de yemeğin nerede olduğunu bilmiyordum. Annemizi bekledik, bekledik ama bir türlü gelmedi.
Annem nihayet geceyarısı eve geldi, tek başınaydı. Babam hâlâ şehirde beni arıyormuş. Beni görünce hayretler içinde “Sen hayattasın,” dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Anneme sarıldım ve ikimiz de öylece ağladık durduk.
O sırada yanıkların tedavisi için ilaç bulunamıyordu, hastanelerde bile. O yüzden evde bulunan bir merhem sürüyorduk, o da yaraları kurutuyor, derinin pul pul dökülmesine sebep oluyordu. Ben de elime ayna alıp o pul pul olmuş derileri ayıklıyordum. Ama ensemdeki yarayı göremediğim için benim yerime annem merhemi sürüyordu. O sırada yaz mevsimindeydik ve hava da çok sıcak olduğu için yaram tam iyileşmeden yaraya sinekler konuyor ve yumurtalarını bırakıyorlardı. Böylece yaranın içnde kurtçuklar üremeye başladı. Annem her gün yemek çubuklarıyla o kurtçukları tek tek çekip çıkarırdı. Bir yandan da yakınır dururdu, “Yaşayan bir vücutta kurtçuklar da yaşamaya başladıysa, o insan artık hayatını bir insan gibi yaşamaya devam edemez. Keşke bir an önce ölsen de huzura kavuşsan.” Bu sözleri bir yandan söylerken, bir yandan da ağlardı. Gözyaşları yanaklarıma damlardı. Onun o gözyaşlarının sıcaklığının verdiği duyguyu hiç unutmam.
Kurtçukları yaramdan ayıklamak annemin günlük ev işlerinin arasında düzenli bir mesai haline gelmişti. Benim bu illetle mücadelem dört ay sürdü. O dört ayın sonunda nihayet işime dönebildim.
Savaştan sonra Japonya’da hayat zordu. Elde avuçta ne kaldıysa paylaşarak birlikte yaşamaya ve yardımlaşmaya devam ediyorduk. Bu zorlu dönem çok uzun sürdü ama Japonya kendini toparlamayı başardı. Japonya artık barışın hüküm sürdüğü bir ülke.
Ne var ki geçen yıl Fukuşima’da büyük bir nükleer kaza meydana geldi. Fukuşima’daki kazanın yol açtığı hasar nükleer bir hasardır. Bundan sonra kaç yıllık ömrüm kaldı bilemem ama bu güzel yeryüzü gezegenimize yeniden kavuşmak için, yaşadığım sürece dünyanın dört bir yanındaki insanlarla elele vermek ve bütün nükleer silahların yasaklanması, bütün nükleer enerji tesislerinin varlığına derhal son verilmesi için çağrıda bulunmak istiyorum. Bugün benim tanıklığımı dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
Çeviren : Nur Deriş